Kültür, Sanat, Düşünce ve Edebiyat Dergisi
HEMDEM Sayı 2 2020
HEMDEM Nisan 2020
İbn-i Sahnun’un Hayatı 4 Kafası Karışık İnsanların Zamanı 9 Hepimizin Sesi 10 Olmak Ya Da Olmamak 11 Geride Kalanlar 12
30 Sinestezi 31 Çoraptan Kuklalar 32 Hayatın Fotoğrafını Çekmek 34 Rüya 35 Gidip İzleyin
Sükûnet Dolu Bir Yazar 14 36 İsyan Ahlak’ını Kuşanan Adam Kameranın Odağında Kitap 16 38 Gayrete Aşık Bir Mütefekkir Kefernahum 18 40 İyiliğe Koşanlar Hangi Yazarsın? 20 42 Şarkılarda Şiirler Tozlu Rafların Arasından 21 44 Katil Kim? Kitap Kafe 22 45 Youtuber Önerileri Şemsettin Bektaşoğlu 24 46 Biz Ne Bilirdik De Böyle Güzel Severdik Mastarlı Esaret, Sen, Gibi 25 47 Teşhisler İçerisinde Bir Şahsiyet Tabloların Bilinmeyen Yönleri 26 48 Yazarlar Hakkında Bilinmeyenler Pablo Picasso ’nun Ünlü Eseri Guernica 28 49 Ne kadar Biliyorsun? Bir seyyah Evliya Çelebi 29 50 Ne desem Deyim Olur
EMve D M ünce HE t, Düş ana i ür, S Dergis t l ü K t a y bi Ede
İmtiyaz Sahibi Hasbahçe Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Mehmet Salih YILDIZ Okul Müdürü Editör Tülay Aydın Tuncer Edebiyat Öğretmeni Kevser Bakırcı Edebiyat Öğretmeni Sibel Demirel Edebiyat Öğretmeni Grafik Tasarım-Mizanpaj Berna Soykan
[email protected]
Editor Editor Editor Kaleminden Ve ben bilirim ki İnsan kendi hikâyesini anlatırken zorlanırmış, Ve en çok kendi hikâyesini dinlerken ağlarmış. “Okuyorum, yazıyorum, geziyorum, görüyorum, gösteriyorum, anlıyorum, eleştiriyorum…” diyenlerin sesi olmaya devam ediyoruz. Sanatın ve sanatçının yaptıklarını kendi süzgecinden geçirenlerin nefesi oluyoruz. Bunları yaparken kalbimizi ele verip kalplerinizdekini açığa çıkarıyoruz. Yani “HEMDEM” oluyoruz. Sanatla yeniden öğreniyoruz konsantre olmayı, ahde vefayı, etkili sözü, güçlü iz’anı ve nicesini. Öğrendiğimiz bu hasletlere sizleri de ortak etmek istiyoruz. İçimizdeki iklimi bu hasletlerle bahara çevirmeyi diliyoruz. Yolculuğumuzun 2. sayısında da yanımızda olan Okul Müdürümüz Sayın Mehmet Salih Yıldız’a ve dergi ekibimizdeki sevgili öğrencilerimize teşekkür ederiz. Emeklerimizi merak eden siz sayın okuyucu! Biz buradayız! Siz neredesiniz? Kevser Bakırcı Edebiyat Öğretmeni
İBN-İ SAHNUN’UN HAYATI VE EĞİTİM TARİHİNDEKİ YERİ (1.Sayımızdaki yazının devamı...)
(İbn-i Sahnun Örnekleminde İslam Düşüncesinde Öğretmen Meslek Ahlâkının Sorgulanması) l.KUR’AN-I KERİM ÖĞRETİMİ Bu kısımda Kur’an öğretim ve öğrenimini teşvik eden hadisler şöyle bir sıralama ile verilmektedir: a.”En üstününüz Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” (Adabu ’l-Muallimins. 43) b.”En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” c.”Allah, Kur’an sebebiyle kavimleri yüceltir.” (Adabu’l-Muallimins. 44) d.”Kur’an’a sarılınız, çünkü ateşin, demirin pasını yok ettiği gibi, Kur’an da nifakı yok eder.” e.”İnsanlar arasında Allah’ın sevgili kulları vardır. Onlar Kur ’an ehli ve Allah’ın seçkin kulları olan dostlarıdır. f.”Kur’an yedi harf üzere indirilmiştir, onu size kolay gelen şekliyle okuyunuz.g.”Kur’an’ı kaidesince (manasını anlayarak) okuyan için şehit sevabı vardır.” (Adabu’l-Muallimins. 45) h.”Kim gençliğinde Kur ’an’ı öğrenirse Kur’an onun etine ve kanına karışır, kim de ihtiyarlığında Kur’an öğrenir ve unutmazsa onun için iki kat sevap vardır.’’ (Adabu’l-Muallimins. 46) Bu söz ‘‘Erken yaşta bilgi edinme bir taşa yazmak kadar etkilidir’’ şeklindeki özdeyişin bir tasdiki mahiyetindedir. (M. Dağ-H.R. Öymen, s. 14) İbn-i Sahnun, Fâtır sûresinin 32. ayetini (“Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık.”) hatırlatır ve söz konusu ayeti, ‘’Kur’an’ı öğrenen ve öğreten herkes, insanlar arasından seçtiklerindendir’’diyerek yorumlar. (Adabu’l-Muallimins. 46)
M. Dağ ve H. R. Öymen, İslam Eğitim Tarihi adlı eserde Adabu’l – Muallimin adlı eserden konuyla ilgili bilgileri veriyorlar: İbn-i Sahnun ’a göre, “Öğretmenlerden okuma – yazma, Kur’an’ın gramer tahlili, dil bilim, gramer ve şiir, Arapların tarihini (ahbar el – arab), hitabet, aritmetik, edebiyat, abdest ve namaz öğretmesi” beklenir. Bu listedeki sadece Kur’an ve ibadetler mecburi, diğerleri ise ya isteğe bağlı ya da şartlara tabidir.Örneğin hitabet ancak istendiği takdirde, aritmatik ise eğer aile şart koşarsa öğretilmelidir. Kur’an’ı öğrenirken çocuklar bir sûreyi yazmalı, gramer tahlilini yapmalı ve bu sûreyi ezberleyecek kadar öğrenmeden önce verilen bir başka sûreye başlamamalıdırlar’’ M. Dağ –H.R. Öymen, s. 14-15 krş., Adabu’l-Muallimin,s.66-67/69/72)
EĞİTİM –ÖĞRETİM ÜCRETİ Kur’an Öğretimindeki Rivayetler başlığı altında İbn-i Sahnun, İbn-i Mesud’un, İnsanlar için üç şeyin zaruri olduğunu belirterek bunlardan birinin de; halkın çocuklarını eğitip öğretecek ve buna karşılık da ücret alacak öğretmenlere ihtiyaç olduğunu söyler ve devamla aksi takdirde insanların okuma yazma öğrenemeyeceğini vurgular.İbn-i Vehb’in Ömer B. Kays’dan rivayetine göre Ata, Muaviye zamanında yazı öğretmiş ve şart koşarak ücret almıştır. Yine İbn-i Vehb’in rivayetine göre İbn-i Cüreyc, Aya’ya ‘Kitabı öğretip ücret alabilir miyim?’ diye sormuş, o da bu durumu çirkin bulan birini bulabilir misin?’ demiş, bunun üzerine İbn-i Cüreyc, ‘Bilmiyorum’ cevabını vermiştir. (Adabu’l-Muallimins. 47)
HEMDEM-4
Yine İbn-i Vehb, Yunus ve İbn-i Şihab yoluyla nakledildiğine göre Sad b. Ebi Malik, Irak ’tan bir adam getirdi de o, Medine ’de çocuklara okuma yazma öğretiyor halk da ona ücret ödüyordu. İbn-i Sahnun daha sonra İbn-i Vehb’in ağzından İmam Malik ’ten nakiller yaparak öüretmenin, ücret almasının helal olduğunu belirtir. Bu konuda İmam Malik şöyle der: Öğretmenin Kur’an’ı öğretmesine karşılıkbir şey almasında beis yoktur. Hatta bir şart koşarak akit yapsa bile bu onun için helaldir. Ayrıca bu hususta şart koşmasında da bir mahzur yoktur. Şart koşsun veya koşmasın hatme hakkı kendisine vaciptir diyerek imam Malik memleketlerindeki ilim ehlinin öğretmenler hakkındaki görüşünün bu olduğunu anlatır. (Adabu’l-Muallimins. 48) Görüldüğü gibi sadece yazı gibi dünyevi konular için değil, aynı zamanda Kur’an öğretimi için de Malik ’in otoritesine dayanılarak kazanç elde etmek tasvip edilir. (İslam Eğitim Tarihi, s. 15)
mak üzere onları kullamak kesinlikle yasaklanır.’’ (İslam Eğitim Tarihi, s. 15)
3.DERS ARAÇ VE GEREÇLERİNİN KULLANIMI İbn-i Sahnun, Enes b. Malik’ten rivayetle öğrenci, Kur’an ayetlerini levhalardan, yazılı olduğu yerlerden ayağıyla siler de öğretmen de bu hareketi umursamaz ise, o öğretmen Allah’ın huzuruna vardığında, o zaman da Allah’ın onu umursamayacağını ifade ettikten sonra Enes’e Raşit Halifeler dönemindeki uygulmanın nasıl olduğu sorularak Enes’in şu görüşlerine yer vermektedir: Raşit Halifeler döneminde her öğretmenin yanında, içinde bez kaftan yıkanan bir temizlik kabı (iccâne) bulunurdu, tüm çocuklar hergün nöbetleşe temiz su getirirler ve o kaba dökerlerdi. Levhaları, yazıları o suyla silerler, yerde bir çukur kazar suyu o çukura dökerler ve o çukur suyu emerdi. (Adabu’l-Muallimins. 50) İbn-i Sahnun, babasına, levhalardaki yazının 2. ÖĞRENCİLER ARASINDA ADALETLİ yalanıp yalanmayacağını sorduğunda babası, DAVRANMA bunda bir beis olmadığını ancak ayakla İbn-i Sahnun, Bu konuda Enes b. Malik ’den silinmeyip mendil vb. şeylerle silinebileceğini rivayet edilen şu Hadis-i Şerifi naklederek söyler. öğretmenin adeta görevini kötüye kullanmasının Çocukların, kürek kemiklerine yazdıkları acı sonunu hatırlatır: “Kendisine üç öğrenci risâlelere ne dersin diye sorduğunda ise teslim edilen bir öğretmen, zengin öğrencilerle babası, öğrencinin Allah’ın kelamının yazılı fakirleri, fakirlerle zenginleri birlikte eğitip eşit olduğu levhaları ayakla silemeyeceği, Kur’an’da şekilde öğretmezse, kıyamet gününde hainlerle olmayan yazıların silinmesinde ise bir mahzur birlikte muamele görür” olmadığı cevabını verir. (Adabu’l-Muallimins. Müellif, öğrencilere ücretle tayin edilip de 50-51) çocuklar arasında eşit davranmayan öğretmeni, Bu konunun son paragrafında İbn-i Sahnun, zalimlerden sayıldığını söyleyerek bunu, zalim İbrahim en-Nehai ’nin, kişinin dudağında ve öğretmen tipi olarak nitelendirmektedir. elbisesinde mürekkeb görülmesi mürüvettendir (Adabu’l-Muallimins. 49/78) sözünü naklettikten sonra bu sözde yazıyı ‘’…Ücret alan öğretmenlerin bütün öğrencilere (gerektiğinde) diliyle yalamanın günah aynı dikkati göstermeleri şiddetle istenir; olmadığına dair delil vardır yorumunu yapar onlardan hediye kabul etmek ya da işlerini yaptır- Adabu’l-Muallimin(s. (51)
5 -HEMDEM
4 .EĞİTİMDE CEZA Öğretmenin bir öğrenciyi dövme olayı üzerine İbn-i Abbas ’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmektedir: “Ümmetimin en kötüleri çocuk terbiyecileridir. Onların çok azı yetimlere şefkatli, bu arada fakir ve düşkünlere karşı da çok sert ve kabadır.’’ (Adabu’l-Muallimins. 51) İbn-i Sahnun’a, öğretmen, öfkelendiği zaman çocukları cezalandırmamalıdır. Çünkü böyle bir uygulamanın başarıya ulaştırmayacağı görüşündedir. Ona göre, iyilikleri için öğretmenin, bazen çocuklara vurmasında bir sakınca yoktur. Ancak bu durumda çocuğa vuruşta üçü aşamaz diyerek sınırı belirler. Bu arada arkadaşına eziyet eden öğrenciye üçten fazla vurabilmek için babasından izin almak gerektiğini ileri sürer. Bu anlayıştan adeta o dönemde eti senin kemiği benim anlayışının olmadığını anlıyoruz. Yine müellifimiz, öğretmenin, oyuna düşkünlüğü ve derse karşı tembelliği sebebiyle çocukları cezalandırabileceğini söyler. Fakat bu durumda onları cezalandırmanın sınırını on vuruşla belirleyerek cezalandırmayı niceliksel olarak arttırır. Ancak Kur’an öğretimine gelince bunda edeblendirmek üzere vuruşun üç olduğunda adeta ısrar eder. İbn-i Sahnun, babasına, başka konularda ona kadar vuruş tayin edildiği halde Kur’an öğretiminde neden üçtür diye sorduğunda babası, on vuruşun tedibte sınır olduğunu vurgulayarak Malik’in, ‘’Hiç biriniz dini ceza müstesna on kamçıdan fazla vurmasın’’ dediğini belirtir. (Adabu’l-Muallimins. 53) Bu konuda; ‘‘Allah’a ve ahiret gününe inanan kimsenin (dini bir ceza dışında) on kamçıdan fazla vurması helal değildir’’ hadisini hatırlatır. Eğitimde cezanın sınırıyla ilgili olarak başka bir hadis daha zikreder: ‘‘Çocuğun terbiyesi üç vuruştur. Üçü arttırana kıyamet günü kısas yapılacaktır.
HEMDEM-6
Bir müslümanın tedibi sadedinde ona vurulması ‘on’dan on beşe kadardır. Bundan daha fazla ve yirmiye kadar vurana kıyamet gününde vurulur.’’ İbn-i Sahnun tüm bu rivayetlerden sonra şu yorumu yapar: ‘‘Görüldüğü gibi, bana göre artık hiç kimse kölesine bile on’dan fazla vuramaz, dini ceza dışında on’dan fazla vurana kıyamette kısas yapılacaktır. Ancak günahları çoğalana (günah işlemeyi alışkanlık haline getirenlere) on’dan fazla vurmada beis yoktur. Bu, geçmiş günahlarından utanmama (ve hayasızca teşhiri) halindedir.’’ Yazar, Hz. Peygamberin, hanımların tedibine izin verdiğini hatta İbn-i Ömer’in eşine vurduğu rivayetini de aktarır. (Adabu’l-Muallimin, s. 54) Konunun sonunda, “Kişinin çocuğunu eğitmesi sadaka vermesinden daha hayırlıdır” hadisini zikrederek Hz. Pey gamberin, ailede çocuk terbiyesine verdiği önemi hatırlatır. Said b. Müseyyeb gibi bazı ilim ehlinin de ‘‘Ceza, suç miktarıdır. Bazen tedib sınırı aşabilir’’ dediklerini hatırlatarak ceza, suçla orantılı, suça uygun ve suç miktarında olmalıdır görüşünü savunduğu görülmektedir. (Adabu’l-Muallimins. 56) M. Dağ – H.R. Öymen, İslam Eğitim Tarihi adlı eserlerinde bu konu hakkında müellifin görüşlerini özetle şöyle dile getirmektedirler: ‘’İbn-i Sahnun bedeni ceza uygulayan zalim öğretmen tipini şiddetle kötüler. Bunula birlikte yüze ya da başa vurulmaksızın, öğrencinin ailesinin izni olmadan, Kur’an’da yaptığı bir hata ya da uygunsuz bir hareket dolayısıyla çocuğun en çok 3 değnek darbesiyle cezalandırılmasına cevaz verilmiştir. Ceza hiçbir zaman çocuğu yiyecek ve içecekten menetme şekline bürünmemelidir.’’ (Adabu’l-Muallimins. 15)
5. MESLEK SEVGİSİ - ÖĞRETMENİN ÇOCUKLARLA İLGİLENMESİ Öğretmenin çocukları bırakıp da bir şeyle meşgul olması, başka birisiyle konuşması uygun değildir. Ancak onlara ders vermediği zamanlarda onları gözetip kontrol ederek konuşmasında, onlarla sohbet etmesinde bir sakınca yoktur.(Adabu’l-Muallimins. 62) Hatim esnasında “Eflam” vardır, bu, o zamanın insanlarının yapmış olduğu bir adettir ki, birbirlerine meyve ikram ederler. Sahnun, bunun yağma olduğunu, bu yüzden bu hususun uygun bir hareket olmadığını belirterek Peygamberimizin ‘‘Yağma yemeğinden yemekten men etmiştir’’ diyerek böyle bir davranışı yasakladığını ifade eder. (Adabu’l-Muallimins. 63-64) Öğretmenin asli görevi öğrencileri eğitmektir.Bu bakımdan öğretmen tüm vaktini öğrencilere hasredip çok çalışacak, adeta kendini çocuklara adayacaktır. Öğretmen, bu iş için ücret almaktadır. Bundan dolayı bakması gerekenlerin dışında asli görevi olan öğretimi bırakıp cenaze namazına ve hastaları ziyarete bile gidemez.Adabu’lMuallimin(s. 65) Öğretim devresinde öğretmenler bütün zamanlarını öğretime vermeli; eğer yetersiz ya da ihmalci iseler cezaya çarptırılmalı ya da görevlerine son verilmelidir. (İslam Eğitim Tarihi, s. 15) Öğretmen, öğrencilere yazı öğretmek ve onlar imtihan etmek için de bir vakit tayin etmelidir. Ancak bu şekilde onları eğitip ıslah edebilir ve onların ilimde yükselmelerine yardımcı olabilir. (Adabu’l-Muallimins. 65) Öğretmen, kendisi ve başkaları için ancak ders dışında çocuklardan boşaldığı zamanlarda kitap
yazabilir. Çünkü kendisi için vacip olan bir işi bırakıp da tali derecedeki bir işi yapması caiz değildir. Aralarından birini diğerine öğretmek için vekil bırakması bile uygun değilken; öğretmenin öğrencileri bırakıp, ders zamanında başka bir şeyle meşgul olması hiç uygun değildir. (Adabu’l-Muallimins. 66) Öğretmenin öğrettiklerini dinleyerek onları yoklaması gerekir. Mesela Çarşamba öğleden sonra ile Perşembe günlerini Kur’an’ı dinlemeye (çocukların arzına) ayıdır. Öğrencilere, başlangıçtan beri öğretmenlerin adeti olan Cuma günü izin verir. (Adabu’l-Muallimins.69) Öğrencileri eğitmesi, onlara öğüt vermesi, onları koruyup kollaması, gözetmesi ve iyi idare etmesi öğretmenin önde gelen görevleri arasındadır. (Adabu’l-Muallimins. 71) Öğretmen çocuklara her gün kuşluk vaktinden öğle vakti eve dönüşe kadar yazı öğretmeli, bu arada çocukların birbirlerine yazı yazdırmasında sakınca olmadığı gibi aksine onlar için fayda bile vardır.. ancak öğretmen, yazılarını (ödevlerini) kontrol etmelidir. (Adabu’l-Muallimins. 71-72) KAYNAKÇA 1İbn-i Sahnun, Eğitim ve Öğretimin Esasları (Adabu’l Muallimin), 3. Baskı, İnceleme ve Çeviri: M. Faruk Bayraktar, İstanbul 2009. 2Mehmet Dağ – H. R. Öymen, İslam Eğitim Tarihi, 1. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1974. 3Muhammet Acıyan, İbn-i Sahnun’un Adabu’lMuallimin’i Üzerine Bir Deneme, Tefekkür Dergisi, sayı 30, Ekim 2009. http://www.tefekkurdergisi.com/icerik.asp?dergi=30&konu=822
Mehmet Salih YILDIZ Okul Müdürü
7 -HEMDEM
KİTAP TANITIMI
KAFASI KARIŞIK İNSANLARIN ZAMANI
Saatleri Ayarlama Enstitüsü benim için büyük bir rüzgârdı. Zamanın etkisinden midir bilinmez, dönemleri ayırdı ve bir serüven başlattı. Kitabın bende yaşattı mecaz anlamda bir rüzgar olsa da romandaki kahramanlar gerçekten büyük bir rüzgarla karşı karşıyalardı. Bazıları bu rüzgara kapılmaya dünden razıyken bazıları da kapılmamak için direniyordu. Benim kapıldığım rüzgar içinde gerçek bir zamanı yaşatan bu kitapsa zamanın insanlarının kapıldığı rüzgar ne olabilirdi ki? Tanpınar bulunduğu dönemi ve dönemin insanlarını kitabın içine öyle bir düzenle yerleştirmiş ki kitap, görmek isteyene o dönemi adeta bir ayna gibi yansıtıyor. Tanpınar kitapta geçen her kahramanı toplumun başka bir kesiminden bizlere temsilen sunmuş ve bizden yalnızca yaşadığı dönemin insanlarının ya hep ya hiçliğini görmemizi beklemiştir. İşte tamam bu heplik mi hiçlik mi kapısını çalmaya karar verdiğinizde sizi satırlarına çağırıyor Tanpınar’ın kitabı. O zamanın insanlarının Batı’dan gelen yenilikler rüzgarına kapıldığını, bu rüzgarın beraberinde büyük bocalamaları ve kafa karışıklıklarını getirdiğini ve insanların adeta parçalandığını bizlere göstermiş; bu insanların bir kısmının gelen yenilikleri olduğu gibi kabullenip benimsemesini, diğer bir kısmının ise hiç umursamayıp zamanın gerisinde yaşamaya devam etmesini eleştirmiştir. Eleştirirken ve kuru kuruya bir eleştiri yapmamış. Başkahraman Hayri İrdal’ı bu toplumdan insanların arasına bırakarak sonuçlarını bizim de görmemizi sağlamıştır. Kitapta dönem ve zaman kavramı her ne kadar ön planda olsa da kitabın içinde barınan insanın insan üzerindeki etkisi konusunu da gözden kaçırmamalıyız. Başkahraman Hayri İrdal her ne kadar başından beri içinde bulunduğu toplumun abesliğinden ve rüzgara karşı durmamasının farkında olsa da hayatına giren insanların onu sürekli doğru buldukları tarafa çekmelerine izin verdiği için sonunda o da dönemin rüzgarına kapılmaktan kurtulamamıştır. Yani İrdal’ın hayatına giren insanlar ona ve hayatına yön vermiştir. Tanpınar’ın satırlarında beni düşündüren ve hala düşündürmeye devam eden diğer bir husus da Nuri Efendi ve saatleri arasındaki ilişkiydi. Nuri Efendi, saatlere hiç bakmadım bir yönden bakarak şu satırları defalarca okuyup düşünmeme sebep oldu:”Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğimde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan, hülâsa onun harareti ile ıslanan ve onu uzviyetinde benimseyen, yahut masasının üstünde, gün dediğimiz zaman bütününü onunla beraber bütün olup bittiyse yaşayan saat, ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamağa ve düşünmeğe alışır.”(Tanpınar, 2019, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, sf:15) Bu olaylar ve kişiler çerçevesine birini daha ekleyecek olursam bu kişi Halit Ayarcı olur. Halit Ayarcı, çoğu zaman yaptıklarını mantıklı bulmadığım ama buna rağmen hala anlamaya çalıştığım bir kahramandı. Kitabı her açışımda ,”Tanpınar buralarda bir yerde onun için de aralık bir kapı bırakmış olmalı.”diye yakındım ve sonunda kapısının önünde yakaladığım bir adamdı. Halit Ayarcı’nın inandığı şeyi başkalarına da inandırma çabası bazen onu azimli biri gibi gösterse de soy ismi ile müsemma biri olduğunu da düşünmeden edemiyorum. Kitaptaki insanların ayarları ile oynayan, bir nevi ayarcı bir insandı. Özellikle Hayri İrdal ve oğlu arasındakiler... Çünkü Hayri İrdal, çocuklarının en zor anında onların yanında olmayan bir babaydı ve ben bunu bilmesine rağmen elinden hatırlayıp acı çekmekten başka bir şey gelmeyen bir babayı mı yoksa geçmişi telafi etmeye çalışan bir babayı mı görmeyi tercih ederim, bilemedim. Kendime çocukken açılan bir yaranın telafisinin yapılıp yapılamayacağını sorduğumda aldığım cevap kocaman bir geç kalınmışlıktı. Bu kadar fazla düşünceyi bir arada barındıran Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabı benim için zihnen ve fikren dönemi ve dönemin insanlarını anlamam da çok güçlü bir ışıktı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu kitabı yazma amacında muvaffak olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dediği gibi “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki zaman ve mekan insanla mevcuttur.”
Elif Merve İLDEM
9 -HEMDEM
Kalabalıklar içinde yalnız, kendine ait olan dünyasına varabilmiş ender isimlerden biridir Martı Jonathan Livingston. Kendi sınırlarını ne pahasına olursa olsun zorlamış, sonuçları bir kanadıyla itmiştir. Kendi değerlerinden vazgeçmeyerek ne istediğinden emin bir şekilde ailesini ve sürüsünü karşısına almıştır. Hepimizin içinde olduğu toplum ve neredeyse bir bedene bürünecek olan kalıplaşmış düşünceler yüzünden boğazımızda biriken cümlelerimiz bu küçük bedenin ağzından çıkmıştır. Bu kitap sadece bir martının uçuşunu değil, hayallerimizin ve içimizde olanın sesini de ele alır. Özgürlüğün, cesaretin ve inancın bir bedene bürünmüş hali Jonathan üzerinden ilerleyen, kısa ama cümleleri tekrar tekrar okuyup sorgulayacağımız bir kitaptı. Ben bu kitabın, kendi konusuyla özümsendiğini düşünüyorum. Çünkü onun üzerine de atılmış kalıplar var. Kitap fabl türünde, kısa ve resim barındırıyor. Yani çoğu kişiye göre bir çocuk kitabı niteliğinde. Ancak kitap ne yaptığını iyi biliyor. Amacının farkında olduğundan başarabiliyor ve ‘’büyük çocuklara’’ hitap ediyor. Toplumun bize biçtiği rollerin yanlış olabildiğine değiniyor. Sorgulamamızı, düşünmemizi ve kendi içimize, asıl olduğumuz o insana ya da yere varabilmemizi söylüyor. Tıpkı Martı Jonathan’ın zaman ve mekân tanımayan, kendisi gibi kişileri bulduğu ve huzurlu hissettiği cenneti gibi bir yer. Ve biz bu yere varınca var olduğumuzu ve özel olduğumuzu anlıyoruz. Bu kitabı okumayı bitirdiğimde zihnimi kullanmakta ne kadar cimri olduğumu anladım. Kendi içimin katmanlarına inmek ve düşüncelerimi yoğunlaştırmak sonra da kendime kulak vermek yapmam gereken tek şeymiş. Kendi içimde kaybolmak ve aynı zamanda burayı dış ortamdan uzak tutmak. Sadece iki benle birlikte olmak. Öğrenme aşkıyla dolmak. Tıpkı Jonathan’ın bedeniyle ulaşamadığı hıza düşünceleriyle ulaşması gibi. Biz onu o kadar özümseyip inandık ki hiçbirimiz bir martının o hıza ulaşmasını sorgulamadık. Fakat Jonathan efsaneden de ibaret değildi. Sadece çoğu kişiden farklı olarak düşünceleriyle ne istediğini iyi biliyordu. Böylesine başucu niteliğinde ve umut taşıyacak bir kitabın bazı ince düşüncelere ihtiyacı vardı. Ben kitabın ilk bölümünden son bölümüne kadar Jonathan’ın acemilikten bilgeliğe yükselmesi kısımlarını beğendim. Martıların öğretmen-öğrenci ilişkileri, Jonathan-Chiang ilişkisi çok güzeldi. Jonathan’ın sahile dönüp kendi sahilindeki martılara uçmayı öğretmek istemesi ince bir düşünceydi. Yazarın sonradan eklediği dördüncü bölüm ise martıların, Jonathan’ın düşüncesine değil de dış görünüşüne önem vermelerini anlatmıştır. Yazarın son kısımda da belirttiği gibi bu bölüm bazı toplumsal sorunlar için kaleme alınmıştır. Son bölümde ise yazar kendi düşüncelerini ifade etmiştir. Kendince dördüncü bölümün çok gerekli olmadığını belirtmiş. Ben dördüncü bölümün gerekliliğine inandım. Çünkü başta bize çok iyi özellikleriyle yansımayan martı topluluğunun bir anda ve tamamen düzelecek olması inandırıcı değildi. Diğer türlü bitseydi etkileyici olamazdı. Bence toplumlar hiçbir zaman düzelmeyecek, bunu beklemek boşuna olur. Yapmamız gereken tek şey bireye hitap etmektir. Martı Jonathan gibi önce kendi farkımıza varmak sonra çok çalışarak bildiklerimizle teker teker insanları kurtarmak. Onun gibi kendi sonumuzdan başkalarının başlangıcına doğmak. Kendisine yardımcı olabileceğimiz Martı Anthony’ler bulmak. Ben felsefi kitapları seviyorum. Böyle başucu niteliğindeki kitapların belirli yaş aralıklarında farklı duyguları uyandırması çok normal. Bu kitap bir kere okunup rafa kaldırılacak bir kitap değil. Büyüdükçe bizle büyüyen, zamanla hazzın azaldığı derin düşüncelerin artacağı bir kitaptır. Umuyorum ki ben ve bu kitabı gerçekten düşünerek okuyan kişiler, başka insanlara örnek olmayı başarabiliriz. Diğer insanlar gibi değil de Martı Jonathan’a benzer bir şekilde bu dünyadan tertemiz ve şeffaflaşarak kaybolup başkaları için yeniden doğabiliriz. Zehra Nur SAĞIR
HEMDEM-10
‘’Olmak Ya Da Olmamak, İşte Bütün Mesele Bu!’’ Mustafa Kutlu’nun ‘’Nur’’ hikâyesini okurken aklıma gelen sorulardan sürekli olanı ‘’Neden?’’ sorusu oldu. Neden böyle bir hikâye yazmış olabilir ki? Sonuçta kimse durduk yere, sırf konu olsun diye böyle bir konuyu ele almaz. Bu soru için kafamda haklı olduğuna henüz kanaat getiremediğim bir cevap var. Bildiğiniz üzere Mustafa Kutlu’nun ‘’Nur’’ eseri 2014 yılında yayımlanmış bir eser. Yani günümüzden çok da uzak değil. Benim düşüncem şu; siz de biliyorsunuz ki zaman geçtikçe gelişsek de gerilediğimiz bazı noktalar oluyor. Bunlardan en göz ardı edilemez olanlarından biri de din ve dini yaşayış tarzımız bence. Her ne kadar bunu söylemek acı olsa da maalesef durum bu. Son zamanlarda dinî yozlaşmanın yanı sıra ‘’dini kullanma’’ kavramı da bayağı arttı. Ensesi kalın adamlar din aracılığıyla hem insanları hem de vatanlarını sömürmeye çalışıyorlar. İki tane ayet, iki tane hadis bilen ve başına takke takanlar mübarek din adamı kabul ediliyor ve işin garibi insanlar buna inanıyor çünkü bazı insanlar iki ayet veya iki hadis dahi bilmedikleri için, her bileni dinci zannediyorlar. Bazen de gerçekten bu adamlar her şeyi biliyor, bilgilerini kanıtlayıp zamanla da insanların güvenini kazandıktan sonra bu güveni kötü amaçlar için kullanıyorlar. Bu durumu kitapla bağdaştırdığım kısım ise şurası; eserde Nur, Allah aşkıyla yanmak isteyen, hep yeni şeyler öğrenmeye hevesli, her ne kadar attığı her adımda bu amacına yaklaşsa da mütevazılığından ve Allah aşkı ve korkusunun içinde harmanladığı duygusundan, asla ‘’Ben oldum.’’ demiyor. Hep ‘’Olacağım.’’ diyor ve yeni şeyler öğrendikçe sorumluluklarının arttığını bildiğinden, hep boynu bükük ‘’Ben henüz olmadım.’’ diyor çünkü okuduğu kitaplarda gördüğü hayatlara baktığında kendisinin onlara kıyasla ‘olmadığını’ görüyor. Ben bu konu hakkında şöyle düşünüyorum; Mustafa Kutlu, Nur gibi biri üzerinden, o olmamış ‘’Oldum.’’ diyenleri eleştiriyor olabilir çünkü kimse asla tamamen olamaz. ‘’Oldum.’’ diyebilecek cesareti göstermek için daha çok yolumuz, okumamız gereken çok kitap, bakmamız ve örnek almamız gereken çok hayat var. Bence bir insan asıl ‘’Oldum.’’ diyorsa onun olmuşluğundan şüphe etmemiz gerekiyor çünkü evrende sınırsız bilgi var ve kısıtlı insan bu sınırsız bilgiyi asla tam olarak alamaz. Allah korkusuyla yaşayan, Müslüman olduğu kimlikteki o küçük yazıdan değil de davranışlarına bakıldığında anlaşılan kişiler asla ‘’Ben oldum.’’ demez çünkü bu bir nevi kibirdir ve kibirli insanlar ‘olmaktan’ çok uzaktırlar. Kitapta geçen, ‘’Neden?’’ soruma bu cevabı bulmamı sağlayan cümlelerden biri de şu oldu: ‘’Güç pek çok şeyi hallediyor. Demek iktidar böyle bir şey. Ve demek herkes bu yüzden iktidar peşinde. Vay be! Ama İslam öyle demiyor. İslam ‘Zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur’ diyor.’’ (s. 76). ‘’Olma’’ çabamızdan ve arayışımızdan vazgeçmemiz gerekiyor. ‘’Ara, aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.’’ (s. 78). Yoksa nasıl bir hale gelir dünya, nasıl tanımlanır artık Müslümanlık? Gerçi şöyle bir göz gezdirdiğimizde dünyaya, cevap çok da gizli değil ya (!) Hikâyenin, yazarın, yaptığı eleştiriyi Nur gibi varlıklı bir ailede yetişmiş, kendine dinî anlamda örnek alacağı çok da iyi ebeveynler olmadan –nenesi hariç- bu ilahî arayış içerisine giren biri üzerinden yapılmasının sebebinin de insanların hep ürettiği bahaneleri üretmelerini önlemek için olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir algı var çünkü toplumda: ‘’Para insanı bozuyor.’’ Haksız olduklarını söyleyemeyeceğim ama bir ekleme yapmak istiyorum. Para ve cahillikle bütünleşen insan bozuluyor. Gördüğünüz üzere serveti Nur’u bozmaya yetmemiş çünkü o, bilginin kutsallığının paradan üstün olduğunu biliyordu. Buna ek olarak, ‘’Kurtulmak için kurtarmak lazım.’’ (s. 178). düşüncesiyle parasını iyilik peşinde harcıyordu. Öyleyse neden sahip oldukları servet insanları bozmaya yetsin ki? Tabii yanında bir miktar da bilgi bulundurduktan sonra… Nur ve Sinan arasındaki ilişkiyi de şöyle yorumluyorum: zaten genellikle çok okuyan bir toplum olmadığımızdan, Mustafa Kutlu’nun okuyucuyu sıkmamak adına böyle bir aşkı kurguladığını düşünüyorum. Toplum olarak izlediğimiz dizilerden de anlaşılacağı üzere entrikayı seven bir yapımız var. Hele ki işin içinde romantizm varsa… Eğer yazar bu eseri direkt tasavvufi bir eser olarak yazsaydı büyük ihtimalle okurken sıkılırdık ve her ne kadar okusak da eserin asıl amacını, vermek istediği mesajı anlamayacak, belki de görmek istemeyecektik. Kutlu’nun asıl konuyu güzel bir duyguyla harmanlayıp bu eseri hikâyeye dönüştürmesi ve sade bir dil kullanması hem kitabın akıcılığını hem de verilmek istenen mesajın daha anlaşılır olmasını sağlamış. İnsan var olduğu sürece ‘’olmak’’ için hâlâ bir umut var. Paraya, değişen topluma, yozlaşan kültürlere rağmen var. ‘’Umut bir kuştur, sürekli öter. Bir de her şeye rağmen inandığı gibi yaşamak, inandığı gibi iş yapmak. Bu önemli işte, bu direniş önemli.’’ (s. 90). İrem BOZTEPE
11 -HEMDEM
GERİDE KALANLAR Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovalarken günler birikti önümde. Ardından seneler ruhumun mürekkebini kurutacak bir sessizlikte boğularak önüme işlendi nakış nakış. Zaman kavramının sömürdüğü gençliğim geldi yanıma, sonra da bana bıraktığı miraslar sürüklendi peşinden. Geride bıraktıklarım, hayalleri uğruna savaştığını düşünürken hayallerinin katili olan bir adamın nefesi ile kayboldu. Geçmişin bayatlığını taşıyan ellerim acının ta kendisine bulanmış bir şekilde duvardaki resimde dolandı usul usul. O ve ben. Gülüşümüzden fütursuz bir mutluluk akıyordu, bütün kırılmış şeylerin nihayetinde. Kaybettiğim tüm savaşların ganimeti olarak gözyaşlarımı aldı acı o an benden. Ölümü özgürlüğün ta kendisi sanan resimdeki adamın etrafa yaydığı hummalı hüzne daha fazla dayanamadan çıktım evimden. Kaç kalbe dokundum, kaçının ruhunu devirdim bilmiyorum, ama hiç gitmedi bir topak kan gibi adı, içimin nehirlerinden. İstediğim yere ulaştım. Girişinde ‘’15 Temmuz Şehitler Anıtı’’ yazan kapıda duraksadım. Gözlerimi birbine kenetledim, yerin dibine geçti geçmeyecise sevdam, defalarca kez kalem darbesi yiyip bir anda silinmeye çalışan ucuz bir kağıt parçasını andırdı o an kalbimin bende bıraktığı tesir, gülümsedim, kendime acır bir tiksintiyle, acı ile gülümsedim, herkesin hayatının bensiz daha iyi olacağını düşündürmeye başladı bu küçük halim. Bu nasıl bir his mi? Bir hiçlik hissi, derin, mütemadiyen, ebedi, bomboş bir hiçlik hissi, bu sadece zalim bir varoluş, umutlanmanın hiçbir anlamı yok. Ben onu kaybetmiştim ve kendim de orada ölmüştüm. Bu gerçeği cebime soktum, soktum ki, kanlar bıraktı her bir tarafımda, bana düşen buydu yaşam tuvalinde, kanlar da boşalsa tüm varlığımdan, her adımımda cam kırıkları dökülecek olsa dahi etrafa, bana verileni yaşamalıydım, zuhurata tabi olmalıydım. Bu düşünce ile kendimi kandırarak ve bunun farkındalığı tüm damarlarımda geziyor olsa da, bir nebze hafiflik hissederek kapının soğuk ve acımasız kulpunu çevirdim, çevirdim ki, kalbimi söküp alınmış gibi hissettim oradaki ruhların tesiri ile. Etraf sadece doğanın mutlak sahibi olduğu böceklerin sesine hakimken, varoluşumun varoşluğunun hoşluğu ağır geldi oraya, hissettim. İsminin nokta nokta işlendiği taşı görünce kalbim yerinden çıkacak sandım, çıkmadı. Yanına yaklaştım yavaş yavaş, ah beni kahreden o gurbet, gözlerimden yaşları tekrar aldı ve onun toprağına ulaştırdı, öyle yakıştı gözyaşlarım öyle yakıştı ki onun gül kokulu toprağına, bir an o yaşları benden alan gurbetin omuzları olsa da atlasaydım kollarına diye düşündüm. Sesimi çıkarmak istedim, bir şeyler söylemek, onunla konuşmak, o kadar uzun bir süre uğraştım ki sandım ki sesimin çıkması kabil değildi bu vakitten sonra. Hiç beklemediğim bir anda kendime dahi yabancı olan sesim karıştı kuşların cıvıltılarına. ‘’Azizim, ben geldim. Ben böyle bir koku ile karşılanmayı hak edecek ne yaptım? Canım, sen hangi mertebelere çıktın ki bu koku ile karşılayabildin beni?’’ Bahsettiğim kokuyu çektim içime, tekrar ve tekrar. Cennet kokacaksa eğer böyle kokacaktı hiç şüphesiz. ‘’Senin yokluğunun beni bu kadar zedeleyeceğini tahmin edememiştim ben. Oysa seninle yaşarken, aynı gökyüzüne bakarken, aynı havayı solurken hiç düşünmemiştik ayrılığı, sahi Attila İlhan ‘ayrılık da sevdaya dahil’ derken nasıl da anlamamışız biz onu. Göğüs kafesim daha önce hiç bu kadar acımamıştı, evet, ancak daha önce seni hiç bu kadar göklerde ve yüksek mertebelerde hissetmemiştim. Buraya içimdeki o amansız, hayatı zehreden yası bitirmek için geldim. Ben senden sonra hiç huzuru hissedemedim, artık vakti geldi, bir kabulleniş gerek, gerek ki bitsin beni bu genç yaşımda yaşlandıran bu keder. Sakın ola yanlış anlamayasın beni. Ey canım, canım, lütfun da hoş, kahrın da hoş, kahrına tek bir söz söyleyecek dil yok bende. Sen yine de lütfet bana n’olursun, O yine de lütfetsin bize.’’ Dudağımı ısırdım ve hıçkırıklarımı içime attım, gülümsedim. ‘’Seni yaşayacağım inan, yazdıklarımda, çizdiklerimde. Sen burada olsaydın böyle isterdin çünkü. Ben şimdi bu büyük kentte seni düşünmekteyim, güzel bir haber getirdim sana. Kurtulduk azizim, kurtulduk! Senin sayende, onların sayesinde oldu bu. Uğruna kan döktüğün bayrağa sahip çıkacağım. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır!’’ Neden diye düşündüm, neden gelemedim uzun bir süre seni ziyarete. O sıralar bir münazara başladı içimde. Nasıl gelebilirdim ki, kabullenemedim onsuzluğu, halen ağır geliyor yokluğu. Ancak ruhum bir yerde durmuyor, sürekli bir arayış içinde.
HEMDEM-12
Beni bu derde düşüren, Fuzuli’nin imgelediği ‘hüznün kanatlarındaki özge zevk’ten kurtaran Rabbü’l Alemin’e binlerce kez şükürler olsun. Hüzün de, sevinç de, kahır da, lütuf da kararında yaşanmalıydı ve ben bugün buraya bunu eşitlemek için gelmiştim. Devam ettim sözlerime düşüncelerimin olumladığı amansız bir huzura kapılarak. ‘’Dışarıda gürül gürül akan bir dünya, ben senin yanındayım, senden öte, senden içerideyim. Yıllardır hissettiğim tek şey gerçek bir acı, bazen pişman oluyorum biliyor musun? Bana lütfen kızma bunu duyunca, seni oraya hiç yollamamış olmayı diledim defalarca kez. Artık geçti istemem bu dileği ancak bunu da geçmeyelim çok hasretlik çektim ben sevdam, ne çok yandım sende, yanmak güzel şey efendim! Yaman Dede’yi unutmadın değil mi? O her seferinde tekrar ettiğimiz berceste mısrayı? ‘’Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın’’ Yanmak... Eskiden sadece senin mertebenin yükseldiğini sanardım ah sevdam şuna bir bak. Peygamber aşkıyla yanıp tutuşan, aklına o aşk geldiğinde duvar diplerinde o aşkın nârıyla gözlerinden alevden damlalar akıtan bir zahidin mısralarında hayat buldum... Sen de böyle düşünüyorsun değil mi? Aynı şeyi düşündüğümüzü bilmeyi ne çok isterdim, bir bilsen! Müteşekkirim yaşadığım her şey için, zuhurata tabiyim ve bana verilen yazgı karşısında saygıyla eğiliyorum, İsmet Özel’in ‘yazık ki yazgımın boyası koyu’ dediği mısrayı reddediyorum ve ona bir daha kara dememeye şu güneşli günde and içiyorum.’’ Yıllar sonra huzur için aktı gözyaşlarım. İnce bir keder, ilk kez, bir şiirin, bir şarkının, bir gülüşün, güneşin, ayın, yıldızların bana verdiği o mutluluk dolu ince hüznünü hissettim vücudumun her yerinde. Ah ne kadar da yabancı kalmışım tüm bunlara. O hayatımdayken bunlarla idame-i hayat ettirirdim oysaki. Evet, tıpkı ilk günlerdeki gibi başucumda hissettim hayatımı adadığım onun güzel varlığını. Toprağına sarıldım. O yokken sanki her şey sudan farksız gibiydi, tadı yoktu, rengi yoktu, sadece sönük bir varlığı vardı. Ancak zaten ben de her şeyden soyutlanmayı istememiş miydim küçücük bir kız iken bile? İçimden bir ses, kafandaki tilkilerin kuyruklarını bırak ve kaçsınlar, dedi bana. Gülümsedim. Evet bu tilkiler beni boğmadan onları ben yok etmeliyim. Bilmiyorum, belki de bırakmalıyım, düşünmeyi bırakmalıyım, ama yapamıyorum. Maddi bir özlem hissettim içimde, gözyaşlarımı kafese sıkıştırılmış özgürlüğe hasret bir kuş edasıyla serbest bıraktım. Bana sürekli acılara zamanla alışacaksın diyenlere dönüp, neden yokluğu her geçen gün daha fazla acıtıyor, diye bağırasım geliyor, bağırsam çok anlayabilecekmiş gibi. Ama bazen cesaretli olmalısın, çünkü bazı gidişler zorunluluktandır. Yine de kalan olmak öylesine zor ki! Belki de, belki de giden olmayı hiç tatmadığımız için böyledir, belki de giden olmak daha zordur? Gidenlerin geri gelmeyeceğini bile bile her geçen gün yeniden özlemeye başlamak gerçekten zor, çok zor. İnsan alışamıyor sevdiği insanın yanında olmamasına, bazı şeylerin anlamı yokmuş gibi gelmesine. Yine de içindeki acıyla yaşamayı öğrenmeli yoksa başka türlüsü güç bizim gibi beşerler için... ‘’ ‘ Gözüm nuru yalan dünyada imkan-ı beka yoktur, yalan dünyaya aldanmak kadar vazıh bir hata yoktur’ hatırlıyorsun değil mi Fenni Dede’den ezberlediğimiz bu gazeli, hayatımızda bunu her zaman hatırlayacaktık. Şimdi sen yoksun, ancak ben hala telkin ediyorum bunu kendi içimde. Sana söz veriyorum bu dünyanın süsüne kanmayacağım ve yanına gelmek için sabırsızlanacağım. Ölünce buhar olup sana karışacağım, hem söylesene efendim, vedalar vuslat için değil midir?’’ Ne kadar süre geçti inanın ki tahavvül edemedim, kafamı kaldırıp o güzelim, gözümun nuru gökyüzüne baktığımda simsiyahtı. Onunla konuştukça manen gözlerim açıldığı için midir bilinmez, belki gece yeni olmuştu, belki iki gündür buradaydım, belki de ben her zaman zaten buradaydım. Gülümseyerek toprağına baktım. Ah hemen şimdi kuş olup uçmalıydım, aman Allah’ım, bu ne güzel, ne sonsuz bir özgürlük hissi... O ölmemişti, beni duyuyordu, hala kalbimin en güzel odasındaydı ve evet o da bu kuşların uçup, çocukların balon satın aldığı, ceketlerin modasının geçip yenilendiği dünyada benimle olmayı özlemişti. Toprağının o kutlu davasını buram buram hissettiren kokusunu son bir kere içime çektim. Canım, hayattayken bile bu kadar güzel kokmuyordun... Huzurlu bir şekilde mezarlığın kapısına yürüdüm adım adım, yağmur başladı o sıralar. Bu yağmur kanımı boğan bir iplik,tenimde acısız yatan bir bıçak, bu yağmur, yerde taş ve bende kemik, dayandıkça çisil çisil yağacak, bu yağmur delilik vehminden üstün, karanlık kovulmaz düşüncelerden, cinlerin beynimde yaptığı düğün, sulardan, seslerden ve gecelerden... Sen miydin bunun sebebi? Bana mıydı bu bereket? Kapıdan çıkmadan önce sessizce ona doğru fısıldadım. ‘’Ve ekler Nazım Hikmet mektubun sonuna, ‘Herkese selam, sana hasret’ ‘’ Sevdenur Celayir Resim: Reza Hemmatirad, Okçular Tepesi-15 Temmuz Kahramanları
13 -HEMDEM
“SÜKUNET DOLU BİR YAZAR” Hasan Ali Toptaş
Değerli yazarlarımızdan biri olan Hasan Ali Toptaş, 15 Ekim 1958’de Denizli Çal’da dünyaya gelmiştir. İlköğretim ve lise yıllarını burada tamamlamıştır. Ortaokul yıllarında başlayan edebiyat ilgisiyle Yaşar Kemal İnce Memed’ten başlayarak Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i bitirerek Balzac ve Hemingway’e başlamıştır. Sosyal Bilimler bölümünde okurken yüksek eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalarak iş hayatına atılmıştır. Vergi dairelerinde görev alıp sonrasında hazine avukatlığındaki memuriyetinden 2005 yılında emekli olmuştur. Cemil Kavukçu, İzzet Kılıçlı ve Tamer Bilgin’le birlikte ¨Yazıt¨ dergisinin kuruluşunda yer alan yazarımızın edebiyatla buluşma hikayesi ise onun küçük yaşta geçirdiği bir rahatsızlığa dayanıyor. Bu rahatsızlık sonrasında kafasının belli bir kısmı kelleşmiş ve girdiği ortamlarda arkadaşları tarafından Aynalı lakabıyla çağrılırmış. Böylece kafasındaki yaradan daha büyük bir yara almıştır . Kendi ifadesiyle “kasabalılara küsüp yazarlarla konuşmaya başlamıştır.” İlkokul üçüncü sınıfta kasaba meydanında poğaça ve gazozun yanında kitapta satan bir amcadan satın aldığı ¨Konuşan Katır¨ isimli kitapta tesadüf eseri başkahramanın adı da Hasan ’dır. Kendisini bu kahramanla özdeştirerek artık kitaplarla bir bağ kurmaya çalışmıştır. Zamanla kasabalılar tarafından kendisinde başlayan okuma sevgisi nedeniyle Aynalı lakabıyla tanınmaktan çok kasaba meydanında¨ Kemalettin Tuğcu kitabıyla gezen çocuk¨ olarak bahsedilmiştir. Kendisini, her zaman okuyarak kelimelerin arasına saklamış ve aynı zamanda bunu yazarak da yapabileceğini fark ederek kasaba bakkalından on dört yaşında aldığı defterle arkadaşı Hamdi kahya ile birlikte bir roman yazmak arzusuyla çalışarak, yazma serüveninin ufak adımlarını atmıştır.
HEMDEM-14
Hasan Ali Toptaş deyince akla ilk olarak onun dile verdiği önem ve dili bir araç olmanın çok daha ötesinde görüyor olması gelir. Postmodern bir yazar olan Toptaş eserlerinde Anadolu insanının hüzünlü ve dramatik yanını yeni bir estetik üslupla dile getirmiştir. Sözcüklerin metinde duruşları, anlamları , paragraflar arası uyum onun için çok önemlidir. Kendini dil konusunda hiçbir zaman yeterli hissetmeyip eserlerini yazarken yanında bir sözlük bulundurduğunu söyler. Onun kullandığı dil ticari endişe barındıran bir dilin dışında olan, çözümleyen ve eleştiren bir dildir. O dilin önemini ¨ Dili inkar etmek için bile ona ihtiyaç vardır. ¨ diyerek ifade etmiştir. Toptaş, romanlarının hiçbirini ilk kurguladığı şekliyle yazamadığını ve eserlerinde olay örgüsüne çok fazla önem vermediğini, daha çok bireyin iç dünyasını ve kendi hesaplaşmasını ele aldığını söyler. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan ve Bilge Karasu’yu kendi edebiyatçılığına yakın gören Hasan Ali Toptaş’a ¨Doğu’nun Kafkası ¨ ve Kafkaesk yazar¨ benzetmeleri yapılmaktadır. Kendisi bu benzetmeyi kabul etmediğini, Kafka ile yazı tarzlarının farklı olduğunu ve yeryüzüne ikinci bir Kafka’nın gerekmediğini söyler. Ancak çok iyi bir Kafka okuyucusu olduğunu ifade eder. Aynı zamanda Franz Kafka’dan mizahi bir dille ¨ halamın oğlu ¨ diyerek bahseder. Başlıca eserleri, Gölgesizler, Kuşlar Yasına Gider, Heba, Beni Kör Kuyularda , Yalnızlıklar ve Gecenin Gecesi olan Toptaş’ın ¨Yalnızlıklar¨ adlı eseri önce Hollanda’da sonra ise Tiyatro Oyunevi tarafından tek kişilik oyun olarak sahnelendi. ¨Gölgesizler¨ adlı eseri ise Ümit Usal tarafından sinemaya uyarlanmış ve bu filmde Hasan Ali Toptaş da rol almıştır.
Edebi kişiliğinden biraz bahsettiğimiz yazarımızın İsviçre’den Güney Kore’ ye kadar yayımlanan kitaplarının bazılarının içeriğine değinecek olursak yazar , post modern özellik taşıyan ¨Gölgesizler¨ romanında okuyucuyu gizemli bir hikayenin içine çekiyor. Roman , bir berberin günün birinde yolunun düştüğü ve yerleşmeye karar verdiği bir köyde meydana gelen garip olayları konu edinir. Köydeki kişilerden bazıları belirli aralıklarla kaybolup geri dönmemektedir. Köylüler bu soruna çeşitli çözümler bulmaya çalışır, kitap bu olayla okuyucunun dikkatini kitabın sonuna kadar diri tutar. ¨Beni Kör Kuyularda¨ adlı romanı da aynı şekilde merakı diri tutan bir eser. Kitapta Güldiyar kahramanının başına gelen olayı okuyucuya unutturarak olayın akışının içine çekiyor ve gecekondu bölgesinde geçen bu eserde topluma tuttuğu aynayla başkasının çektiği sıkıntıya seyirci olan bir toplum anlatılıyor. Birçok edebi türde yazan Toptaş , “Yalnızlıklar’a bir şiir kitabı diyemem, dersem şairlerin yüzüne bakamam.” diyerek hiç yayınlamayı düşünmediği ve kendinden izler taşıyan ¨Yalnızlıklar¨ adlı şiir kitabında da ¨yalnızlık¨ kelimesini bizim alışık olduğumuz olumsuz bir kelime gibi göstermek yerine insanın yalnızlığa ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Edebiyatımıza kazandırdığı bu eserleri ve yazdığı diğer başarılı eserleriyle Hasan Ali Toptaş bu başarılarını aldığı ödüllerle kanıtlamıştır. Son olarak Hasan Ali Toptaş’a dair bir şeyler daha söyleyecek olursak ; edebiyatımıza katkısıyla sevilen bir yazan olan , sükunet dolu bir hayatı benimseyen, az konuşan ve yeryüzüne susmaya geldiğini ifade eden Toptaş, bu yaşına kadar haddinden fazla konuştuğunu ve bundan dolayı da mahcubiyet duyduğunu ifade eder. Hasan Ali Toptaş şu anda Ankara’daki evinde sessizce yazılar yazarak, başarılı eserleriyle edebiyat hayatına devam etmektedir. Hamdi Kahya
15 -HEMDEM
Okumak ve izlemek beyin’i uyaran ve insan zihnini itina ile aralayan iki farklı eylemdir. Bazen ikisi karşılaşıp sırt sırta verince beyine giden uyarıların ve zihinde açılan kapıların sayısı artar. Kitap okurken kelimeler zihnimizde istediğimiz şekle bürünür ve kendine ait bir yer bulur.Bu yüzden hayal gücümüz ne kadar iyi düzeydeyse o kadar iyidir bizim için. Hayalgücüyle kendine zihninde bir dünya oluşturan kişinin okuduğu bir kitabın kameranın odağına düştüğünü görmesi hayallerinin gerçek olduğuna şahit olması değildir de nedir? Kelimeler artık ekrana yansıdığında biz, okumak eyleminden izlemek eylemine hazırlıklı bir geçiş yapmış oluruz. Okuma eylemi ile çıktığımız ve izleme eylemi ile devam ettiğimiz serüvenimiz kümenin genelini kapsayan edebiyatı da her zaman etkilemiştir. Aynı zamanda sayfalara sığdırdığımız duyguları ve düşünceleri ekrana da yansıtabilmek gerçekten mühim bir iş olduğundan sonucunda başarıları da sürüklemiştir. Bu başarıları sizlere göstermek için bir rota belirledim ve sizi bir yolculuğa çıkarmaya karar verdim.
HEMDEM-16
Yolculuğumuza, bilim kurgu alanında başarılar elde etmiş, başrolünde Matt Damon’ın oynadığı ve izleyenleri dünyadan soyutlayan kitap/film Marslı ile başlayabiliriz. Marslı, bilim ve kurgunun iç içe geçtiği, çekimleriyle ve senaryosuyla izleyenlere gösterilenler gerçekmiş duygusu veren, başarılı ve özgün bir film. Mars gezegenine gönderilen bir grubun beklemediği bir fırtına ile baş başa kalmalarının ardından gelen beklenmedik bir kaza sonucu başrolün dünyaya dönememesini konu alan film, bilimsel gerçekliklerle ilerlerken izleyiciler üzerinde zor geçecek bir etki bırakıyor. İşte birçok alanda ödül alan bu film kameranın odağına gelmeden önce kitap olarak sonrasında ise ekrana yansıyarak büyük kitleler üzerinde etkisini gösteriyor. Yolculuğumuza biraz tarihin tozlu sayfaları ve biraz savaş karışıyor. Bize bir savaşı anlatan, kendi içinde birçok duyguyu yaşatan ve okurlara da bu duyguları fazlasıyla hissettiren, tıpkı Marslı gibi kitap sayfalarından ekranlara yansıyan Çizgili Pijamalı Çocuk adlı romanda da çok sevilen Bruno adlı kahraman ile sayfalar arasında çıkılan yolculuğa, Bruno’nun ve tel örgülerin ekrana yansımasıyla devam ediyoruz. 2.Dünya Savaşı sırasında bir Alman askerinin oğlu ile bir Yahudi çocuğun arkadaşlığı üzerinden anlatılan kitapta hissedilen duyguların ekrana yansıması, tüm o duyguların yeniden arşa yükselmesine sebep oluyor ve kimse bu durumdan şikâyetçi olmuyor. Her yolculuğa biraz da aşk bulaşır. Bizim yolculuğumuza da saf aşk bulaşıyor ve bu aşk sıradan bir aşk değil. Gurur ve Ön Yargının aşkı… Sevgili yazar Jane Austen’in aşkının sonu hüsranla bitse de o kendine yeni bir aşk yazmakta kararlı olacak ki yaşayamadığı büyük aşkı kitabındaki kahramanlara yaşatıyor ve hayatından kalemine yansıyan aşkı “Aşk ve Gurur” adlı çevirisiyle ekranlara da ulaşıyor. Güçlü yazarın güçlü kahramanlarını okumak ve izlemek okura ve izleyene ayrı bir keyif veriyor. Yolculuğumuza biraz daha tanıdık isimlerin katılmasıyla rahat bir nefes veriyoruz. Necati Cumalı’nın yazmış olduğu, başrollerinde Erol Taş ve Hülya Koçyiğit’in oynadığı Susuz Yaz isimli film de kameranın odağına yansıyan bir kitabın satırlarından ödünç alınmış aslında. Necati Cumalı “Susuz Yaz” kitabında; toprak, su davaları, kavgalar, kıskançlıklar ve öç almalar gibi konuların kasabalının ve yerlinin gözündeki yerini ve bu konulara karşı onların tutumlarını bizlere kısa öyküler halinde izlenimleriyle birlikte aktarıyor. Yolun sonunda, arkamıza baktığımızda geçtiğimiz her yerde attığımız adımların izleri olur ve gölgesi kalır. Gölgesini Avrupa’ya kadar taşıyan Hasan Ali Toptaş’ın yazmış olduğu Gölgesizler romanı ülkemizi romancılık alanında bir üst seviyeye taşıyan bir roman. Avrupalı eleştirmen Stefan Weidner’in “Sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer.”demesinden yola çıkarak bu kanıya kolaylıkla varabiliriz. Kitap, üst kurgular sebebiyle insanı fazlasıyla düşünmeye iterken siz de kitapta gölgeler gibi kaybolmaya başlıyorsunuz. Bu kayıplar size çok şey kazandırıyor. Her okuduğumuzda farklı anlamlar çıkaracağımız bu kitabın filminde de kafamızda soyut bir halde bulunan her ne varsa somut bir hale geldiğini görüyoruz. Her yolculuğun sonunda küçük de olsa kararlar alınır. Umarım kameranın odağına düşen kitapların ya okuru olursunuz ya da sahneye yansımış hallerinin izleyenleri… Tabii ikisine de gönüllüyüm derseniz o başka.
Elif Merve İLDEM
17 -HEMDEM
Kefernahum (Caphernaum)
İlber Ortaylı’nın bir sözü vardır bilir misiniz? Der ki: “Sabah kahvaltıyı birlikte yapamayacaksanız, iyi geceler diyemeyecekseniz, masal anlatamayacak ya da dua okuyamayacaksanız, akşam yarım saat konuşmayacaksanız çocuk doğurmayın.” İşte Kefernahum da bu noktaya parmak basıyor. Bunu yaparken de öyle samimi, öyle içten bir dil kullanıyor ki etkilenmemek mümkün olmuyor. Kefernahum, Lübnan yapımı 2018 çıkışlı bir drama filmi. Fransızca bir kelime olan Kefernahum, kaos ve karmaşa demektir. Yönetmenin filme Kefernahum adını vermesi ise filmi tam olarak bu kelimeyle bağdaştırmış olmasıdır. Filmin başlangıcında ana karakter olan Zain, bir mahkeme salonunda “Beni neden dünyaya getirdiniz?” diyerek anne ve babasından davacı olur. Aynı zamanda adam bıçaklamaktan dolayı beş yıl hapis cezası almıştır. Zain,on iki yaşında olan, yoksulluk,şiddet içerisinde büyüyen ve bunlar olurken bir yandan da kardeşlerine sahip çıkmaya çalışan bir çocuktur. Yaşı henüz çok küçük olmasına rağmen hayat ona çok fazla sorumluluk yüklemiş, ailesinin sorumluluklarını sırtına almıştır.
HEMDEM-18
Bu sahneden sonra geçmişe giderek Zain’in ailesindeki şiddeti, Lübnan sokaklarında hayatta kalma mücadelesini görürüz. Kefernahum bizlere çocukların aslında çok iyi şartlarda yaşaması gerekirken dünyada durumun bu olmadığını gösteriyor. Dünyanın dört bir yanında çocuk işçiler, mülteci kriziyle birlikte çocukların iyi şartlarda yaşayamadığı da böylece kanıtlanmış oluyor. Bu filmde çocuk haklarına, çocuklara hak ettikleri gibi en iyi yaşamları sunmamız gerektiğine dikkat çekiliyor.Filmde Zain karakterini canlandıran Zain Al Rafeea adeta yaşayarak oynamış. Araştırdığımda ise durumun gerçekten böyle olduğunu öğrendim. Zain Al Rafeea da Suriyeli bir mülteci. O da diğerleri gibi Suriye’deki savaştan kaçarak Lübnan’a gelmiş. Çocuk olmadan, yetişkin olan bir çocuk. Canlandırdığı karakter için hiçbir şey katmasına gerek kalmadan sadece kendisini oynamış aslında Zain. Gözlerinin içine bakıldığında yüz yaşında bir adamın bakışlarını görüyorsunuz. Aynı çaresizliği, aynı masumiyeti görüyorsunuz.
Film devam ederken, Zain’in kız kardeşi ailesi tarafından para karşılığında kendisinden yaşça büyük bir adamla evlendirilmek isteniyor. Zain ve kız kardeşi bu duruma direniyor ve kardeşiyle birlikte evden kaçmak için planlar yapıyorlar. Planları sonuçsuz kalarak yakalanıyorlar ve kız kardeşi evlendirildiği adam tarafından öldürülüyor. Zain bu olayların üzerine evden ayrılarak gittiği yerde siyahi bir kadınla karşılaşıyor. O kadının küçük çocuğuna bakıcılık yapıyor, onların evlerinde misafir oluyor. Kardeşinin öldüğünü öğrenen Zain, intikam almak için kardeşinin ölümüne sebep olan adamı bıçaklıyor ve beş yıl hapis cezası alıyor. Dünyanın berbat bir yer olduğunu ve cehennemde yaşadığını düşünüyor. Filmin başladığı sahneye dönerek Zain’in tutuklu olduğunu görüyoruz. Ailesini mahkemede şikayet ettiği sahneye yeniden şahit oluyoruz. Filmin sonunda ise Zain hapisten çıkarak kendisine yeni bir hayat kurmaya karar veriyor. Pasaport fotoğrafı çekindiği sırada suratı asık bir şekilde dururken fotoğrafçıdan şu sözleri duyarız: “Gülümse biraz Zain, pasaport fotoğrafı bu, ölüm belgesi değil.” Zain tüm yaşananlara inat kocaman gülümser, film biter.
Bu filmde savaş var, fakirlik var. Bu şartlar altında insanların çok fazla çocuğu var ve bu çocuklara sahip çıkamıyorlar. Yanlış kararların bedelini çocuklar ödüyor. Büyüklerin aldığı yanlış kararların bedelini çocukların ödememesi, çocukların gözlerindeki pırıltıların hiç kaybolmaması, gözlerinde yaş olmaması, barış ve sevgi ile kalmaları dileğiyle.
Rümeysa Demir
19 -HEMDEM
i g n a H n? ı s r a Yaz
İrem Boztepe
6. Hangi mesleği yapmak isterdin? a. Mühendis b. Pilot c. Sporcu
1. Sosyal bakımdan nasıl birisin? a. Kendi dünyamda yaşıyorum. b. Az ama yeterli sayıda arkadaşım var. c. Gayet sosyal biriyimdir.
7. Hangi ressamın tarzı daha çok senlik? a. Vincent Van Gogh b. Leonardo Davinci c. Osman Hamdi Bey
2. Hayatın nasıl geçiyor? a. Yalnız. b. Yaşam mücdelesi vermekle. c. Gayet normal. 3. Hangi spor daha çok hoşuna gidiyor? a. Spor insanı olduğum söylenemez. b. Yürüyüş yapmayı severim. c. Futbol oynamayı severim.
8. Nasıl bir yerde yaşamak istersin ? a. Şehir insanıyımdır. b. Bir yere bağlı kalmadan, gezgin. c. Köy hayatı tam istediğim hayat. 9. Bu hayatta kimlerdensin? a. Tutunamayanlardan. b. Hayatı yaşayanlardan. c. Uzun bir hikayesi olanlardan.
4. Daha çok ne tür kitap okumayı seversin? a. Şiir b. Roman c. Hikaye 5. Dönemsel yeniliklere ayak uydurabilir misin? a. Tam bir modern dünya insanıyım. b. Dönemime uyum sağlarım. c. Uyumluyumdur ama gelenekçi yaşarım.
A’lar çoğunluktaysa; Sen de Oğuz Atay gibi yeniklere hep açıksın. Modern dünyanın insanısın fakat yine de yalnız, içine kapanık bir insansın. Bunu bir an önce aşman lazım. Çoğu zaman işini gayet başarılı, düzgün bir şekilde yapıyorsun ama ufak hataların da yok değil. Belki biraz sosyalleşip çevrenden yardım alman işine yarayabilir. Her şeyden önce kendini sev ve mutlu yaşa :)
HEMDEM-20
10. Hangi söz sana daha uygun? a. Ben yaptığımda bütün yanlışlar doğruydu. b. Bize sözlerimizden çok, yüreğimizden anlayan gerek. c. Kuşlar da kadele uçar. Velhasıl evvela kısmet, evvela kader.
B’ler çoğunluktaysa; Sen de Cahit Zarifoğlu gibi güzel arkadaşlar biriktirmişşin. Hayatın zor olabilir ama sen her şeyin üstesinden gelebilirsin bunu sakın unutma. Bir şeylere takılı kalmayı sevmiyorsun ama unutma ki yanında sevdiklerin olduğu sürece çevren daima güzel olacaktır. Yalnız olmamak iyi bir şey. Bunun kıymetini bil. Yanında duracak birileri olduğu için çok şanslısın :)
C’ler çoğunluktaysa; Sen de Mustafa Kutlu gibi modern yaşamın içinde eskilere bağlı kalan nadir kişilerdensin. Sen de haklısın, eskilerin yerini hiçbir şey tutamaz. Hareketli ve sosyal bir insansın. Sporcu ruhun bunu kanıtlıyor. Sakin ortamlardan hoşlanıyorsun. Bunun için ileride bir çiftlik evinde yaşamak isteyebilirsin. Huzurlu bir ortama kim hayır diyebilir ki. Tüm güzellikler seninle olsun :)
To z l u r a f l a r in ARASINDAN Sahafların iç dünyasını aktarabilmek amacıyla Beyoğlu/Taksim’de bulunan farklı sahafları ziyaret ettik. İlk durağımız Simurg Sahaf idi. Sonraki durağımız ise Avrupa Pasajı içinde yer alan Sahaflar Çarşısı ’ydı. Farklı insanlarla yaptığımız sohbetler bizi başka dünyalara götürdü. Kitapların dünya sında kaybolmak, sözcüklerde hayat bulmak huzur vericiydi. Herkese tavsiye ederiz… 1.Buraya vermiş olduğunuz Narteks ismi nereden gelmektedir? •Ben kitabı narteks bitkisine benzetirim çünkü narteks bir kez yakıldı mı ucundaki ateşi gün boyu muhafaza eder. Kitap da böyledir. İnsan kitaptaki aydınlık bilgileri aldığında insanı kötü duygu ve davranışlardan muhafaza eder. 2.Sizce bu mesleğin en güzel yanı nedir? •26 yıldır bu meslekteyim, edebiyat öğretmenliğinden sonra kendimi başka meslekte hayal edemezdim. Kitap bize bir şey katar, bizi olumlu yönde etkiler. Bu yüzden bu mesleği sevgi ile yapıyorum. Sevgi olmayan hiçbir şey güzel değildir. Bir insanın mesleği ile olan ilişkisi anne ile çocuk arasındaki menfaatsiz ilişki gibi olmalıdır. 3.Hangi yayınlara yer veriyorsunuz? •Bence kitap seçimlerinde nicelik değil nitelik önemlidir. Yayını bizim seçmemiz zordur. Yalnızca konularına göre hareket edebiliriz. Konularına gelecek olursak sahaflarda hemen hemen her türden kitap bulmak mümkündür. 4.Yayınları hangi yıllara ait basımlar mevcuttur? •Basım yılı olarak 1700’lü yıllardan bu yıllara kadar süregelen basınları bulabilmek mümkün. 5.Gözlemlediğiniz kadarıyla insanların sahaflara yönelimi nasıldır? •Günümüz insanları, yani zevk kuşağı, kitap okumaya karşı ilgisizdir. İnsanlar bilgilenmek için sekiz on satırı yeterli görmektedir. 6.Müşterilere karşı yaklaşımınız nasıldır? •Gelen müşterilerime güvenle yaklaşırım çünkü kitap almak isteyen insandan zarar beklemem. Birisi gelmiştir, parası yoktur, “Götür, getirirsin.”derim, adını bile sormam. Çünkü insan bir şey okuduğu zaman onun kazanacağı şey, benim alacağım yirmi beş kuruşun bin katıdır. Bazen bir kitap hayatı değiştirebilir, bazen bir şiir, bazense bir söz…
Betül Akdeniz - Elif Kaya
21 -HEMDEM
NEVMEKAN SAHİL Üsküdar sahil 'de bulunan Nevmekan listemizin birinci sırasında yer alıyor. Kendisi oldukça büyük bir yer. Üsküdar Sahil 'den geçerken hepinizin ilgisini çektiğini düşünüyorum. Gerçekten çok nitelikli bir kafe. Hatta sadece kafe bile diyemiyorum çünkü aynı zamanda kütüphane. Ek olarak da en alt katında sanat müzeleri mevcut. İçeriye girdiğiniz anda kitapların arasında kaybolacaksınız. Tam güzel bir yere otururken manzara sizi alacak ve sonra bir piyano sesi... Gerçekten muazzam. Kafeye gelen insanlar orada bulunan piyanoyu çalabiliyor. Siz sohbet ederken arkadan bir piyano eşlik ediyor. Aynı zamanda burada çalışanlar da çok profesyoneller. Çünkü çok kalabalık ve yoğun bir yer. Bu duruma göre işlerini çok iyi yapıyorlar. Alt kata indiğinizde bir sessizlik sizi karşılıyor. Kütüphane bölümü. Burada ilgimizi çeken elektronik cihaz oldu. Oraya istediğiniz kitabın adını yazdığınızda kütüphanede olup olmadığını gösteriyor. Siz de ona göre vakit kaybetmeden işinizi hallediyorsunuz. En alt kısmında ise küçük da olsa sanat müzeleri yer alıyor. Orayı da gezmenizi tavsiye ederim.Eğer bir gün yolunuz Üsküdar 'a düşerse mutlaka uğramanız ümidi ile.
AŞİYAN KİTAP&KAFE Üsküdar 'ın en çok bilinen ve sıkça tercih edilen Aşiyan kitap kafe listemizin üçüncü sırasında yer alıyor. İç tasarım olarak gidenlerin içini ısıtan bir görsel oluşturulmuş. Dışarıdan bakıldığında küçük görünse de 3 katlı bir yapıya sahip. Yakın arkadaşlar ile vakit geçirebilmek için çok uygun bir yer. Durum böyle olunca içerisi bir hayli kalabalık oluyor bu nedenle Kitap kafe olmasına rağmen ders çalışmak için çok fazla uygun bir mekân değil. Kesinlikle bir kere gittikten sonra sürekli gitmek isteyeceksiniz.
HEMDEM-22
Küçük bir eleştiri: içeride kitapların çokça bulunmasına rağmen gelenler maalesef kitap ödünç alamıyor. Kitaplar dekor olarak kullanılıyor. Gelenler kitapları alabilse veya oraya kitap katkısında bulunabilse çok daha güzel bir yer haline gelebilir…
Rümeysa Demir H YAYINLARI (KİTAP KAFE) Üsküdar sahil de bulunan bu kafe listemizin ikinci sırasında yer alıyor… H Yayınlarının Yayın Yönetmeni Muhammed Bakır Köse bir röportajında ;Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin ‘Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı’ isimli kitabında bahsettiği edebi söyleşilerin yapıldığı attar dükkanının görevini üstlendiklerini söylüyor., “Bu attar dükkanı sanatçılar, mutasarrıflar, o dönemin profesörleri gibi birçok kıymetli insanın buluştuğu bir yermiş. Aslında bir kültür merkezi, görünüşte ise baharatçı dükkanı. Türkiye’nin ilk atom fiziği profesörü gibi 50’den fazla profesör yetiştirmiş bir dükkân. Bu attar dükkânı küçük bir yermiş ama ne sohbetler yapılır diye anlatılır. 90’larda kapandı. Biz de bir nevi attar dükkânının misyonunu üstlendik. İnsanların ruhunu besleyen bir sohbet mahfili olmaya çalışıyoruz” diyor. Kafe kısmı genellikle içeceklerden oluşuyor. Çayın 2 lira olduğu mekânda bitki çayları 7, Türk kahvesi 5, şerbetler 6 lira. Gitmenizi tavsiye ederim ayrıca küçük bir not: her cumartesi sohbetler veriliyor halka açık ve ücretsiz.
Efnan Korkut
23 -HEMDEM
MASTARLI ESARET
SEN
Görmemek dahasını, gayrısını bilmemek Sanrısına mest olup gerçeğine inmemek Yara almak yüzeyden acısını sevmemek Onulmaz hasarların mimarına değmemek Sönmemek su altında kucaklayıp yürümek ateşi Ölmemek ölümden öncesi gerçeğe yönelmemek Neylemek fazlasını azıyla yetinmeden Arayıp sendekini kaybolup gidivermek Aşsan da dengeleri iki adım gelememek Çünkü zaten gelmek ve aslında gitmek İbaretmiş aslına aslından dönmek Zaten görmek gibi bilmek Umduğunu da bulduğunu da yiyememek Ve işte çöller işte yelek Maharetmiş sürünmek, sürünmek, sürünmek
Kelimeler yetmiyor sana Sana seni anlatmaya çalışmak Ah ne büyük aptallık Sen anlatılmaz bir tutku Sen anlatılamaz bir zaaf Şimdilerde düşünüyorum Sensizliği Sensizlik benliğime en iyi gelen şeymiş Kendimi buldum Hiç kazanmadığım seni kaybedince Vazgeçtim artık senden Artık kelimeler de kifayetsiz kalmıyor Çünkü sen, Yoksun
Sevdenur CELAYİR
Şeyma GÜMÜŞ
GİBİ Şu yalnızlık da zor zanaatmış, Kabul… Öyle bir his ki sanki bıraktığın tonlarca şekere rağmen Tek bir karınca bile yakınına yanaşamıyormuş gibi, Kuşlar, sırf sen oradasın diye kendine yeni göç alanı aramış, Aramış da bulamamış gibi. Tüm cihanı kucaklamaya hazırmışsın ama Etrafında mahlûkattan bir zerre yokmuş gibi Eline ufacık bir kesik atmışsın da yara bantları yetmemiş gibi Hülâsâ, En sevdiğin ne ise hiç var olmamışçasına bir anda yok olmuş gibi… Dilhûn
ŞEMSEDDİN BEKTAŞOĞLU İLE RÖPORTAJ 1) Şemseddin Bektaşoğlu kimdir bize biraz kendinizden bahseder misiniz? 1955 yılında Giresun, Tirebolu, Çeğel köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, orta ve liseyi Tirebolu’da okudum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, müteakiben Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünde master (yüksek lisans) programını tamamladım. İngilizce, Arapça ve Fransızca biliyorum. Evliyim ve üç çocuğum var. 40 yıla yakın özel sektörde yöneticilik yaptım, halen emekliyim. Ülke içi ve dışı Hayri hizmetlerimiz devam ediyor. 2)Yazarlığa ne zaman başladınız başlamak için sebebiniz neydi? Yazarlığa ortaokulda duvar gazetesi çıkartarak başladım. Üniversite yıllarında dergilerde makaleler yazdım. Daha sonra 2 ciltlik İlmihal çalışmamız Semerkand tarafından yayınlandı. Halkın ibadetlerle ilgili ihtiyacı olan bilgilere kolayca ulaşmasını hedefledik. Okur-yazar olan her mükellefin okuyabileceği bir kitaptır. 3)Yazılarınızdaki hedefiniz neydi ve ulaşabildiniz mi? Elhamdülillah, çok bereketli oldu. Yüz binlerce ailenin başucu kitabı oldu. Kur’an kurslarında ve halka din eğitimi verilen mekânlarda ders kitabı olarak okutuldu. 4)2010 yılından beri ekranlardasınız daha önce ne yapıyordunuz ekranlara devam etmeyi düşünüyor musunuz? Maişetimizi temin için gündüzleri çalıştık, akşam ve hafta sonlarımızı ilmi ve hayri çalışmalara tahsis ettik. Yurt içi ve dışı sohbet ve tebliğ faaliyetlerinde bulunduk. Radyo sohbetlerimiz vardı. Sonunda TV programları da ilave oldu. Sağlık sorunları sebebiyle TV’ ye ara verdik. İstikbalde ne olur? Bilmiyorum. Allah’tan hayırlısı. 5)Kitaplarınızla ilgili sizi etkileyen bir geri dönüş oldu mu olduysa bizimle paylaşabilir misiniz? Çok hatıra var. Bir tanesini zikredeyim: Lisedeki kimya hocama -kendisi sol görüşlüydü- kitabımı hediye ettim. İki cildi de iki hafta içinde okumuş ve telefonda bize şöyle dedi: “Şemseddin, seni tebrik ederim, ben bu güne kadar böyle bir kitap okumadım. Bu kitaplarda çok farklı bir şey var, ben onu tattım ama ne olduğunu size anlatmaya lisanım kâfi gelmiyor “ 6)Okul yıllarınızda hangi hakikatle karşılaştınız? Babamdan aldığım harçlıklarla kitap satın alırdım. İmamı Gazalî’nin “Dinde kırk esas” adlı eserini okuyunca ruhumda büyük bir inkılap oldu ve İslam’ın insan fıtratına uygunluğunu ve mükemmelliğini vicdanen hissettim. Bundan sonra da İslam diniyle ilgili okumalara yoğunlaştım. Üniversite yıllarında da siyasi aktivitelerdeki ihlas noksanlığını idrakle tamamen iman dairesine yöneldim. Nihayet, İslam’da kemalin ancak tasavvufi bir hayatla mümkün olabileceği kanaatine ulaştım. 7)Şark Usulü Medrese eğitimi size neler kattı hayatınızı nasıl etkiledi? Daha önce modern Arapça kurslarıyla ve İlahiyat müfredatındaki temel kitapları okumakla İslamî ilimlerdeki noksanımı tamamlamaya çalışmıştım. Ancak, bunun yeterli olmadığını anlayınca Medrese usulünü de ikmal ettik. Bunun çok faydasını gördüm:Birincisi, aldığımız icazetle ilmimiz Hasan-ı Basri, Hazreti Ali (r.a) tarikiyle Peygamber efendimize sav ulaşmış oldu. Bunun bereketini her zaman hissediyoruz. İkincisi, Selçuklu ve Osmanlı medreselerindeki ilmî geleneğe varis olduk.Üçüncüsü, bilginin yanında ecdadın medreselerde verdiği ahlakî terbiyeden de istifade ettik. Ayrıca, başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere Arapça kaynaklardan dinî metinleri okuma ve anlama seviyemiz yükseldi. Teslime Gül KELCE Nursena DOĞAN
25 -HEMDEM
RESIM SANATI TABLOLARIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ Arnolfini’nin Evlenmesi (1434)- Jan van Eyck Bu tablo büyük ihtimalle nikâh şahitliği veya evlilik cüzdanı görevi görmesi için çizilmiş olup aynanın olduğu duvarda Latince ”Johannes van Eyck buradaydı. 1434” yazar. Zamanında kilise, tabloların üzerine imza atılmasını hoş karşılamadığı için Eyck bu imzayı atarak bir ilke de imza atmış oluyor. Duvardaki dış bükey aynaya dikkatlice baktığımızda odanın içini bize gösterdiğini ve odanın içinde köpek, Arnolfini ve Giovanna(evli çift) dışında iki kişi daha olduğu fark ediliyor. Bu iki kişiden birinin ressamın kendisi, diğerinin de bir öğrencisi olduğu görülüyor.
Felemenk Atasözleri (1559)- Pieter Brueghel Ressam bu tabloda, dönemin Felemenkçe atasözlerini temsil eden olayların yaşandığı bir köyü çizmiştir. Pieter bu tabloda 112 adet tanımlanabilir atasözü ve deyim resmetmiş olup bunlardan bazıları hala günümüzde kullanılmaktadır. Bunlara “Büyük balık küçük balığı yutar.”, “akıntıya karşı yüzmek” örnek verilebilir.
HEMDEM-26
Yaşlı Gitarist (1903-1904)- Pablo Picasso Bu resim Pablo Picasso’nun daha çok depresif resimler yaptığı ”Mavi Periyod” olarak isimlendirilen döneme aittir. Resimde yaşlı, yoksul ve kör bir adam bağdaş kurmuş, gitar çalıyor. Eserin x-ray taramalarına bakıldığında resmin altında bir kadın figürü olduğu görülüyor. Bu dönemde Picasso’nun yoksul olduğu, bu nedenle daha önce kullandığı tuvallerin üzerine resim çizdiği biliniyor. Daha önce çizilen resimde bir boğa figürü, bir kadın ve bir çocuk seçiliyor.
Kanagawa Oki Nami Ura (1829-1832)- Katsushika Hokusai Resimdeki büyük dalga doğanın kuvvetini ve insanların zayıflığını gösterir. Resmin merkezindeki ise aslında dalga görünümlü Fuji Dağı’dır. Sanatçı burada Avrupa tarzı bir teknik kullanarak perspektif ile bu algıyı sağlamıştır. Fuji Dağı, Japonya’nın simgesi olup Japon inançlarında kutsal bir yere sahiptir.
Azra Nur ASLAN
Kaynak: www.tarihlisanat.com, populerakim.com, serkanhizli.wordpress.com, onedio.com
27 -HEMDEM
Pablo Picasso ’ nun Ünlü Eseri Guernica Bazen bir tabloya bakar, anlatmak istediklerini anlamaya çabalarız. İçimizde garip bir his oluşturur, içimizi burkar bazen de. Bakmak ile görmek arasındaki fark ise tam o anda karşımıza çıkar. Guernica İspanya ’da bir kasabadır. Francisco Franco, Nazi ve Faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica üzerinde test etmesi için izin vermiş ve bombardıman başlamıştı. Bombardıman sonrası kasabada büyük bir katliam yaşanmış, o güne kadar görülmemiş şiddette olan bombalar Guernica ’yı yerle bir etmişti. Guernica ’nın bombalanmasının büyük çoğunluğunu Alman hava kuvveti üstlenirken, İtalyan hava kuvvetinin de yardımı olmuş ve kasaba üç gün boyunca yanmıştır. Alman Bask Hükümetin’ den yapılan açıklamaya göre ölü sayısı en az 1.654, yaralı sayısı ise 889’du. O dönemde Paris ’te yaşayan Picasso bu acı katliamı gazeteden öğrenmiş ve sanatın böylesine acı bir gerçeğe sessiz kalmaması gerektiğini düşünerek eskizler çizmeye başlamıştır. İspanya Hükümeti de Paris Dünya Fuarı ’nda sergilenmek üzere, Picasso’dan bir tablo yapmasını istemiştir. Guernica ’dan etkilenen sanatçı iki ay gibi kısa bir sürede tabloyu bitirmiştir. Yağlı boyayla yapılmasına rağmen siyah, beyaz ve gri renkleri barındıran Guernica, gazete fotoğraflarına benzer bir hava yakalamış ve savaşın sebep olduğu cansızlığı vermiştir. Guernica tablosu günümüzde en büyük savaş karşıtı resim olarak kabul edilir.
Picasso bu katliam için şu sözleri söylemiştir: " İspanya' nın mücadelesi, insanlara, özgürlüğe yapılan saldırıya karşıdır. Ressam olarak hayatım boyunca sürekli sanatın ölümüne karşı durmaya çalıştım. Üzerinde çalıştığım ve Guernica ismini vereceğim resimde ve son zamanlardaki tüm eserlerimde, İspanya' yı acı ve ölüm okyanusuna batıran askeri sınıfa duyduğum nefreti açıkca göstermekteyim..." Nazi subayı Guernica' ya baktı ve Picasso' ya " Bunu siz mi yaptınız?" diye sorduğunda, Picasso; " Hayır, siz yaptınız." diye yanıtladı. Sanatın tek amacı insanlarda haz duygusu uyandırmak değil, farkındalık yaratmaktır da. Nuseybe KAYA
HEMDEM-28
“Bir Seyyah Evliya Çelebi” Yaşadığı dönemde iyi bir tahsil gören Evliya Çelebi`nin gördüğü bir rüyanın etkisinde kalarak kendisini yollara vurduğu söylenmektedir. Gezip gördüğü yerlerde deneyimlerini kaleme alan ve bize böylesine önemli bir miras bırakan Evliya Çelebi, seyyahlığın yanında müzik ve edebiyat gibi sanat dallarıyla da igilenmiştir. Gelin şimdi seyyahlığa nasıl merak saldığını ve meşhur rüyasından bahsedelim. Yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak herkesin arzusu olduğu gibi Evliya Çelebi` nin de bir arzusuydu. 1040 Muharrem ayının Aşure Gecesi gördüğü bir rüyayla arzusunu tetiklemiş olur. Gördüğü rüya şöyledir: İstanbul`daki Ahi Çelebi Camii`ndedir. Kalabalık bir cemaatin baş tarafında Hz. Muhammed`i dört sadık halifesi ve diğer ashabıyla birliktedir. Hz. Muhammed`in yanına gidip ondan şefaat dilemek ister lakin bir türlü cesaret edemez. Biraz sonra cesaretini toplayıp ``Şefaat ya Resulullah`` diyeceğine ``Seyahat ya Resulullah`` der. Böylece 70 yaşına kadar sürecek olan seyahat kapıları aralanır. İlk gezisi İstanbul ve çevresinde gerçekleşir. 1640 yılının başlarında babasından gizlice 35 gün sürecek olan gezisi için Bursa`ya gider. Oğlunun seyahat tutkusunu gören babası seyyahlığı için müsaade eder ve kendisini zamanın önemli şeyhlerinden olan Abdü`l- ahat Nuri Efendi ve diğer şeyhlere götürüp el öptürür ve hayır dualarını ister. Babasının izni ve şeyhlerin hayır dualarını aldıktan sonra ikinci seyahati için 1640 yılının Temmuz ayında İzmit`e gider. 1630-1680 yılları arasında 50 yıllık bir seyahat hayatı yaşamıştır. Gezdiği yerler içerisinde Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yer alan neredeyse bütün yerler vardır. Gelgelelim yüzyıllara miras olarak bırakılan önemli eser Seyahatname nasıl yazıldı? 17. yüzyılda yazılmış olan bu değerli eser gerçekçi gözle izlenen olaylar, yalın duru ve bazen de fantastik bir anlatım içinde halkın anlayacağı şekilde yazılmıştır. 10 ciltten oluşup, Evliya Çelebi`nin gezip gördüğü yerleri kendi üslubuyla anlattığı bir eserdir. Böylelikle Türk edebiyatında gezi edebiyatı ve Türk kültür tarihi açısından önemli bir yer tutar. Biraz da eserin içinde yer alan fantastik ve ilgi çekici hikayelerden bahsedelim. Nitekim baya ilgi çekici ve kimilerine göre de kurgu olan bu hikayeler herkesin dikkatini çekiyor. Seyahatlerinin bir tanesinde Evliya Çelebinin yolu şu anki Bulgaristan coğrafyasında bulunan fakat o zamanlar Çerkez ve Abhazların yaşadığı bir köye düşer. 1707 Şevval ayının 20. gecesinde Evliya Çelebi öyle bir manzaraya denk gelir ki gördükleri karşısında adeta dili tutulur. Gökyüzünde şimşekler çarpmakta ve geceyle gündüz birbirine karışmaktadır. Evliya Çelebi bu olay karşısında merakla köylülere gidip neler olduğunu sorar. Aldığı cevapsa gördükleri kadar ilginçtir; `` Vallahi yılda bir defa böyle karakoncolas gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşular..`` Aldığı cevap karşısında merakı daha da artar ve kalablık bir köylü gurubuyla beraber olayı izlemek için dışarı çıkar. Gördükleri karşısında gözlerine inanamaz . Büyük ağaç kütükleri,tekerlekler, uçan tekneler ve kilim hasırların üzerlerine binmiş Çerkez cadıları karşısında ölü atlara ve develere binmiş, ellerinde sığır ve deve başları olan Abaza cadılarının vuruştuğunu görür. Saatler süren savaştan sonra bir gürültü ve parlak bir ışık huzmesi altında gökten yere canlı uzuvları, tekerlekler, hasır kilimler ve diğer uçan eşyalar düşerek savaş biter. Savaşı kazanan Çerkez cadıları olur ve mağlup olan Abaza cadılarının (tıpkı bir vampir gibi) kanlarını emerek öldürür ve ateşe atarak yakarlar. İnanması güç gelen bu olayı Evliya Çelebi yanında 100 kişilik bir köylü grubuyla izlediğinden bahsetmektedir ve bu olayın gördüğü en enterasan şeylerden biri olduğundan bahseder. Karakoncolos kelimesi `öcü` manasına gelir. Şeyma Gümüş
29 -HEMDEM
Sinestezi
Seslerin Görülebildiği, Renklerin Duyulabildiği Bir Dünya; Sinestezi kelime kökeniyle Yunanca syn (birlikte) ve aisthēsis (algı) sözcüklerinin birleşiminden oluşan birleşik duyu anlamına gelen bir algı değişikliğidir. Bir hastalık olarak tanımlanmıyor olsa da, sinestezi yaşayan insanlar, sinestetler, iki tür nörolojik algıyı istemsiz olarak aynı anda yaşarlar. Aslında sinestezinin teorisine göre herhangi iki hissin karışımı sinestezi alanına girse de, en çok rastlanan sinestezi türleri yazı veya müziğin renk olarak algılanmasıdır. Sinestezik bireylerde bir duyu organından gelen sinyaller otomatik olarak başka bir duyu organının işlenmesinden sorumlu beyin bölgelerine gider. Örneğin, gördüğünüz renkler beyninizde ses olarak algılanır. Tabii bu durum çok çeşitli olabiliyor. Bazen insanlar sayılara bakarken her sayıyı farklı renkte görebiliyor. Sinestezik birini hayatınızda hiç görmemiş olabilirsiniz. Bunun sebebi doğduğumuzdan beri yaşadığımız herhangi bir deneyim, bize “normal” gelecektir. Fakat renk körlüğünde de çoğunlukla rastlandığı gibi, diğer insanlara nazaran farklı duyumlar aldığımızı zamanla fark ederiz. Sinestetlerin insanların çoğunluğundan farklı bir algı dünyası yaşadıklarını fark etmemeleri, veya fark ettiklerinde bunu aykırı bir olgu olarak görüp diğer insanlardan saklamalarıdır. Ama yapılan sayımlara göre her 23 kişiden birinde görülüyor. Nüfusun en az %4.4’ünü oluşturan sinestezikler hiç de azımsanmayacak bir topluluk. Bunların içinde en yaygın görüleni harf renk sinestezisidir (%1’den fazla). Sinestezinin yaygın bir türü olan harf-renk sinestezisinde harfler veya sayılar belirli renklerde görülür. Örneğin kişi 7 sayısını sarı renkli görürken, 3 sayısını kırmızı olarak görülebilir. Bundan farklı olarak başka türlerinde haftanın günleri 3 boyutlu olarak görülebilir; aralarında mesafe farkı olabilir. Takvime baktığınızda ocak ayı, şubat ayından daha arkada görülebilir. Sinestezik bağlantılar bazen tek başına çıkabileceği gibi bazen birden fazla bağlantı aynı anda ortaya çıkabilir. Onlarca türü olan sinesteziyi tanımlamak anlayacağınız üzere epey güç. Bu yüzden, her tür his karışımını sinestezi olarak tanımlamaktan kaçınan ideastezi kavramı ortaya atılmış. İdeastezi, sinesteziye nazaran daha soyut, felsefi ve genelgeçer bir olguya işaret ediyor. Türkçeye “kavram/fikir hissi” olarak çevrilebilir. İdeastezi teorisine göre, sinestezi kategorisine giren olguların birçoğu aslında beyne duyusal değil, anlamsal temsil ve çağrışımlar olarak yansıyor. Başka bir deyişle, beynin algılayabileceği sinirsel uyarımların anlamı, duyusal özelliğinden daha önemli. Klasik düşünceye göre, duyular beynimizde duyu merkezlerinde algılandıktan sonra, düşünceye dönüşüyor. İdeastezi teorisine göre, gerçek bundan biraz daha farklı. Örneğin, 5 rakamını ve S harfini harf-renk sinestetleri normalde farklı renklerde algılar. Bu iki sembolü aynı görünecek şekilde yazdığımızda ise, gördükleri renk hangi sembolü gördüklerini sandıklarına bağlıdır. Beyne gelen görsel veri aynı olduğu halde çıkarılan anlamın farklı olması, düşünürleri algılarımızın anlamının duyularımızdan daha önemli olduğu fikrine itmiştir. Bu anlamda hepimiz birer ideastetiz: Hepimiz içten içe kırmızı rengin sıcak, mavi rengin soğuk olduğunu düşünürüz. Parlak renkler ve ince çizgiler hepimize tiz gelirken, mat renkler ve kalın çizgiler hepimiz için pestir. Bu fikirlerin çoğu kültürel olarak edinilse de, deneyler bazı çağrışımların doğuştan olabileceğine işaret ediyor. İdeasteziye göre, duyu algılarımız dünya hakkındaki kavramsal algılarımız tarafından şekillenir. Bu bağlamda ideastezi, soyut ve duygusal kavramların bir birleşimi olan sanatı, ya da dilde mecazi kavramları algılayabilmemizin de çok iyi bir açıklamasıdır.
İdeastezi deneyi: Bu iki şekildeki cisimlerin birinin adı Kiki, diğerininki Buba. Sizce Kiki hangisi? Sağdaki cismin adının Buba olduğu sizce de apaçık değil mi? Kültür ve dilden bağımsız olarak çoğumuzun aynı algıyı yaşaması ideasteziye örnek olarak gösterilebilir. (kaynak: CC BY-SA 3.0) Kaynakça: www.epistemturkiye.com
HEMDEM-30
coraptan kuklalar Sıradan bir cumartesi sabahı; küçük bir sahil kasabasının meydanında, erken saatler olmasına rağmen gürültü ve hengâme eksik olmuyordu. Hafta sonu olduğu için okula gitmeyen çocuklar, işlerine geç kalmamak için koşuşturanlar ya da sadece dolaşmak için çıkmış olan yaşlılar... Hepsinin ortak noktası kasabanın meydanıydı. Kasabada her şey güllük gülistanlık değildi pek tabii. Meydanın gürültüsünden uzak, arka sokaklardan birinde; hiçbir yetişkinin adım atmadığı sokağa, annesini kaybetmiş Elly adında küçük bir çocuk girmek üzereydi. Sokak daha önce kimse orada yaşamamışçasına dar ve kasvetli bir sokaktı. Küçük Elly annesinin burada olamayacağını anlayıp geri dönmek üzereydi ki, duyduğu seslerle olduğu yerde kaldı. Dikkatlice dinleyince bunların mutluluk dolu gülüşmeler olduğunu fark eden Elly, belki de annesi oradadır diye düşünerek sese doğru ilerlemeye başladı. Sokağa girdiğinden beri azalan korkusu onun daha rahat olmasını sağlamıştı. Kısa bir mesafe yürüdükten sonra geçen yaz gittiği karnavaldaki gibi, tek farkı bu sefer etrafta hiç insan yoktu, bir kukla gösterisiyle karşılaştı Elly
Perdenin ön kısmında çoraptan yapılma; iki tane büyük kukla, onların arkasında ise daha küçük olan insan görünümlü kuklalar bulunuyordu. Elly; daha dikkatli bakınca insan görünümlü kuklaların üzgün durduklarını, öndeki çoraptan kuklaların ise aralarında konuştuklarını, hatta Elly'nin anladığı kadarıyla kavga ediyorlardı, gördü. Kuklalar çocuğu fark edince, sağdaki kukla yanındaki kuklaya dönerek başladı konuşmaya. "Söylesene Eddy, sence küçük dostumuz Elly'i buraya ne getirdi?" İsmini duyan küçük çocuk şaşırarak sordu sağdaki kuklaya nasıl ismini bildiğini. Onu cevaplayan ise soldaki kukla olmuştu bu sefer "Bizler Elly" dedi yavaşça, ekledi sonra "sihirli kuklalarız. Bu dünyadaki bütün çocukların isimlerini biliriz!". Meraklı Elly kendine engel olamayarak başka neler yapabildiklerini sordu kuklalara. Sağdaki kukla sesini yükselterek atıldı lafa. "Sana bunu söyleyemeyiz Elly! Ama eğer..." Kukla çocuğa yaklaşmasını için işaret etti "eğer sen bize küçük bir iyilik yaparsan" soldaki kukla devam etti cümleye "sana sihirlerimizi gösterebiliriz." Elly hevesle salladı kafasını. Bunu gören sağdaki kukla üzgün bir sesle çocuğa dönerek söyledi ne istediğini. "Bu sabah kardeşlerimizden biri kayboldu ve onu bulabilmek için sana ihtiyacım var, yapman gereken tek şey ise perdenin arkasındaki çorabı alıp eline geçirmek." Elly bunun basit bir istek olduğunu düşündü, annesi ise çoktan çıkmıştı aklından. Teklifi kabul ettiğini söyleyen çocuk son kez arkadaki kuklalara baktı. Sanki kuklalar eskisinden de üzgün görünüyorlardı. Önündeki kuklalara bunun sebebini sordu. Eddy adındaki kukla hızlıca ona kardeşlerini kaybettikleri için üzgün olduklarını ve hemen onun bulunmasını istediklerini belirtti. Bunu duyunca üzülen Elly hızlıca perdenin arkasına geçip çorabı aramaya başladı. Küçük bir arama sonrası köşede kalmış olan çorabı gördü ve küçük bir zafer gülüşü döküldü dudaklarından. Bunu duyan perdenin önündeki kuklalar Elly'e seslendiler hafif mutlu bir sesle. "Hadi tak onu eline Elly! Çabuk ol ve sihrimizi gör!" Küçük çocuk duyduklarıyla hızla taktı eline çorabı, pişman olacağını bilmeden. Sonra yavaşça kapandı gözleri vücudunda hissettiği tuhaf hisle. Küçük Elly, yapmaması gereken bir şeyi yaptığını gözlerini açıp kıpırdayamadığında, gösterideki kuklalardan biri olduğunda, anlamıştı. Öndeki kuklalar tekrardan başlamışlardı gülüşmeye. Sokağın başında ise, girilmemesi gereken bu sokağa küçük bir çocuk girmek üzereydi... Ayşe E. Kaplan
31 -HEMDEM
Hayatın
Fotoğrafını Çekmek Fotoğraf çekmenin bir felsefesi var mıdır? Paylaşmak için midir yalnızca?
Türkiye’de fotoğrafın tarihi 1800’lü yıllara dayanıyor. Bu kadar uzun zaman önce keşfedilen fotoğraflar, şimdiki yıllara gelene kadar pek çok evrilmeye uğramıştır. Analog ve dijital makineler genellikle günümüzde sık kullanılan makinelerdir, ayrı ayrı sevenleri vardır. Analog biraz daha emek ister diyebiliriz. Ve ikisi de çok farklı sonuçlar elde edebileceğimiz makinelerdir. Günümüzde ise artık fotoğraf makinesi kullanan çok fazla sayıda insan göremeyiz. Fotoğraf makinelerinin yerini, daha kolay çekim yapabileceğimiz cep telefonları almıştır. Telefonlarımızda çekilen fotoğraflar genel olarak çıkarmayı düşündüğümüz fotoğraflar değildir. Çekeriz ve paylaşırız. Amacımıza ulaşmamız çok az zamanımızı alır. Peki siz de fotoğrafları yalnızca paylaşmak için çekenlerden misiniz? Fotoğraf çekmek paylaşmaktan ibaret değildir tabii ki. Her fotoğrafın bir hikayesi vardır. Anı yakalamak, bir bakıma sonradan da o anı daha somut ve hatırlanabilir kılmak içindir. Fotoğraflarımız hatıralarımızı, hatıralarımız ise o anki yaşantımızı gözler önüne serer. Gözümüzün önüne serilmesi artık istemediğimiz fotoğraflar da olur zaman zaman. Sileriz ya da elimizde ise yakarız belki de. Hayatımızın birtakım parçalarını oluşturan fotoğraflarımız, saklandıkça ve üzerinden zaman geçtikçe eskimeye başlasa da bir gün baktığımızda bizi tekrar o ana götürmeye başaracaktır. Hayat bir fotoğraftır, siz yeter ki çekmek isteyin. Nurefşan Cebeci
Rana YAR DIMCI Zülal AKTAŞ HEMDEM-32
Zülal A KTAŞ
IMCI Rana YAR D
Şev val MACAR
Rana Y AR DIM CI
Tülay Aydın T U NCER
Tuba ÇELİK
Cİ Nurefşan CEBE
Nure fşa n CEBE Cİ
ECİ Nurefşan CEB
Nurefşan CEBECİ
33 -HEMDEM
RUYA Geçtiğimiz günlerde ''Rüya'' adlı çocuk tiyatrosuna (bir çocuk tiyatrosu olduğundan son ana kadar habersiz bir şekilde) gitme fırsatım oldu. Çocuk tiyatrosu olmasında bir mahzur görmedik, dünyadaki önemli bir soruna bir de onların gözüyle bakalım dedik. Tiyatro, annesi ile hayvanat bahçesine giden bir kız çocuğunun, o hayvanların oradaki koşullar ile doğasından nasıl ayrıldığını ve ne eziyetlere maruz kaldığını görmesi ile başlar. 'Hayvan hapishanesinin' sahibi hayvan yahut insan haklarının varlığından, bilgisinden bîhaber, paragöz bir adam. Bu adamın tuhaf halleri anneyi ve kızı düşündürmeye, eve gittikten sonra bile bunun üzerine konuşmaya hatta ve hatta tiyatroya ismini veren küçük kızın bu kötü olayı rüyasında görecek kadar etkilenmesine kadar gider. Rüyasında orada bulunan tüm hayvanlar küçük kızdan yardım istemektedir. Sabah olduğunda annesine o rüyasını anlatarak oraya tekrardan gitmek istediğini söyler ve annesi ne kadar kabul etmese de ısrar eder ve sonunda oraya tekrardan giderler. Bu sefer tüm kafeslerin kilitlerini açarlar ve hayvanlar özgürlüğüne kavuşur. Basit bir senaryo ile henüz büyümekte olan bir kitleye bu konu ile seslenmeleri harika çünkü bundan elli yıl sonra şu an çocuk olan bu kitle yönetiyor olacak toplumsal hayatı ve bu farkındalığın kötü kalpli hayvan hapishanesi sahibinin yaşına gelmeden kazanılması şart! Alışagelindiği adı ile hayvanat bahçeleri (benim ve birçok hayvansever/hayvan haklarının farkında olan insanlar için 'hayvan hapishaneleri'), bütün mahkumların suçsuz olduğu tek yerdir. Nasıl unuturum bir tek suçları vardır bu masumların o da; gezegenin kanseri olan 'insan' ile aynı dünyaya gelmek. Eh kimileri de buna hayvanat bahçesi diyor. Ne bahçesi efendim, bahçe, içinde özgürce, rüzgar ile dalında dans eden çiçeklerin olduğu yerdir. Doğal yaşam alanlarından bir anda alınıp yok edilmeye mahkum olan zavallı hayvanların hapishanesine bahçe denmez, denemez, denmemeli! Bir de bu bahçe diyerek yumuşatılan hapishaneler ziyarete açıktır! Evet ya! Bundan birileri para kazanır, birileri de o işkenceyi görmek, çocuklarına da göstermek için o sorumlulara para verir. Ne büyük fiyasko ama değil mi? Bir eşya gibi cam kafeslerin arkasında sergilenmelerini 'doğal yaşam ortamlarında sorunsuz yaşıyorlar' diye servis ettiklerinin farkında mısınız? İnsanlar işerine geldiği kadar da olsa bir insanlık onurundan, insan haklarından bahseder. Ama konu insan değil de hayvan olunca az da olsa varolan bu etik kavrayış yerini benmerkezciliğe 'her şey benim ırkımın hakkı' görüşüne bırakır. Eğer siz de orada yahut burada bu şekilde, kalbinizin merhametten yoksunlaştığını ve etrafınızda yaşanan haksızlığa sessiz kaldığınızı okumamak, birilerinin size bu şekilde nefret kusmasını istemiyorsanız yapmanız gereken şey çok basit! Bu esarete sessiz kalmayın! Bu hapishanelere gitmeyerek tepkinizi gösterin. Gitmeyin hayvanat bahçelerine! Gitmeyin hayvanlı sirklere! Götürmeyin çocuklarınızı bu vicdandan, merhametten uzak yerlere! Bu yüzyılda, bu teknolojide, bir hayvanı tanımak için onu ölene kadar tutsak etmeye hiçbir insanın hakkı yok! Gitmeyin ki bitsin bu işkence. Çocuklarınıza, yeğenlerinize, kardeşlerinize, yakınlarınıza hayvanat bahçesinin yaşam alanı değil, hapishane olduğunu söyleyin ve o hayvanların orada iğneyle uyuşturularak mecbur bırakıldığını... Onların acısı, sizin eğlenceniz olmasın! Tiyatrodan umudumu hiç kaybetmedim, sizlerin de kaybetmemeniz dileği ile... Yaşasın tiyatro!
Sevdenur Celayir
Gidip izleyin... Ay Işığında Şamata Çalışkur apartmanında yaşayan Çalışkur Ailesi’nin ve apartman sakinlerinin sahte ilişkilerini ve yozlaşan aile yapısını gösteren, küçük dünyalarından dış dünyaya bakışlarını eleştiren, seyirciyi eğlendiren, güldüren ve sürprizlerle şaşırtan bir oyun. Oyun, Çalışkur Apartmanı sakinlerinin katıldığı bir doğum günü partisinde geçer. Farklı gelir, statü ve meslek grubundan insanlar son derece olumsuz, itici, bağnaz, kibirli ve düzenbaz kişileştirmelerle çıkar karşımıza. Ancak oyunun ikinci perdesinden önce seyirciler ayaklanmıştır. Oyunun seyri şaşırtıcı bir şekilde değişecektir.Haldun Taner’in yazdığı bu oyunu keyifle izlemenizi öneririm. Yer: İstanbul Şehir Tiyatroları /Haldun Taner Sahnesi ve Hoca Ahmet Yesevi Kültür Merkezi
Çın Sabahta Nezihe Meriç’in yazıp Hülya Karakaş’ın yönettiği bu oyunda toplumun çok farklı kesimlerinden gelen, mutluluğu yakalayamamış, duyarlı, sevecen iki kadının hüzün dolu öyküsü ve insanların birbirlerinin yaşamlarından nasıl ders alıp hayata umutla bakabilecekleri aktarılıyor. Zengin bir ailede yetişen Güneş’i, ailesinin dayatmalarından kaçarak, kendi özgür yaşamını kurmak için mütevazı bir daireye taşınır. İdeolojilerine sıkı sıkıya bağlanmış olan Güneşi’nin boşlukta debelendiği yaşamına hemen yan dairesine taşınan Feriha girer.... Yer: İstanbul Şehir Tiyatroları / Gaziosmanpaşa Sahnesi ve Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi
On İki Öfkeli Adam! Reginald Rose’un yazdığı, Yalçın Avşar, Serdar Orçin, Ali Gökmen Altuğ gibi isimlerin rol aldığı oyun Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı Ödülleri “Yılın Ekibi” ödülünü almıştır.Şüphelinin suçlu olduğunun genel kabul görüldüğü jüride, bir üye bu karara karşı çıkarsa ne olur? Yer: İstanbul Şehir Tiyatroları / Hoca Ahmet Yesevi Kültür Merkezi
Profesyonel Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin sürprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi. Yer: Şu an İzmir/Karşıyaka Sahnesi’nde ama dönem dönem İstanbul’da da seyirciyle buluşuyor. Sibel Demirel Edebiyat Öğretmeni
NURETTIN TOPÇU “ISYAN AHLAKI’NI KUSANAN ADAM”
İstanbul Erkek Lisesinde felsefeye yöneldi ve mezun oldu.
1909
1934 1928
Doğdu.
“Hareket dergisini” yayımladı.
10 Temmuzda vefat etti.
1974 1939
Dotora tezi “İsyan Ahlakı” Pariste kitaplaştırıldı.
1975 İstanbul Erkek Lisesinden emekliye ayrıldı.
1909 yılında İstanbul ’ da hayata gözlerini açan Nurettin Topçu ’nun baba tarafından Erzurumlu olduğu bilinmektedir. Asıl adı Nurettin Topçu değil Osman Nuri Topçu’ dur. Dedesi Osman Efendi Erzurum ’un Ruslar tarafından işgal edildiği dönemde muvaffakiyetli bir topçu olduğu için kendilerine Topçuzadeler lakabı verildi. Çocukluğunu Süleymaniye ’de ve 1. Dünya Savaşı yıllarında taşındıkları Çemberlitaş ’ta geçiren Topçu Büyük Reşid Paşa Numune Mektebini bitirdi. Bu yıllarda Mehmet Akif ’in bazı şiirlerini talebelerine ezberleten Nafiz Bey Nurettin Topçu ’da hayatı boyunca sürecek Mehmet Akif sevgisini ona aşıladı. Ortaöğrenime Vefa İdadisi ’nde devam eden Topçu birinci sınıfta iken babası Ahmed Efendi ’yi kaybetti. Lise tahsilini yaptığı İstanbul Erkek Lisesinde felsefeye yöneldi ve 1928 ’de mezun oldu. Avrupa ’da eğitim görmek amacıyla girdiği sınavı kazanan Topçu Fransa ’ya gitti. Fransızca öğrenmek amacıyla öncelikle Aix Lisesine kaydedildi. Maurice Blondeli bu sırada tanıdı (aksiyon(hareket) felsefesinin kurucusu) Aradan iki yıl geçtikten sonra Strasburg Üniversitesine geçiş yaparak felsefe eğitimi gördü ve ahlak kurlarını tamamladı ardından ise sanat tarihi lisansını yapan Topçu baş davası ahlak olan bir düşünürdür. Kendisinden önce Fransa ’ya gelen Ali Fuat Başgil, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi isimlerle tanışan Topçu Remzi Oğuz ve Ziyaeddin Fahri ile Türkiye ’ye döndükten sonra dostlukları olacaktır. Strasburg’da hazırladığı ahlak felsefesiyle ilgili tezini Sorbonne de savunmasının ardından üstün bir başarı kazandı. Topçu Avrupa ’ya tahsile giden Türkler arasında ahlak üzerine çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne de ilk felsefe doktorası veren ilk Türk olmuştur. HEMDEM-36
Tezi bittikten sonra Fransa ’da kalması yönündeki teklifleri geri çevirerek 1934 yılının yazında Türkiye ’ye dönmüştür. Galatasaray Lisesinde felsefe öğretmeni olarak vazifesine başlayan Nurettin Topçu sosyoloji okuttu. Bu arada baba dostu Hüseyin Avni Ulaş ’ın kızı Fethiye Hanım ’la iki yıl süren bir evlilik yaptı. Lise müdürünün bazı öğrencilere geçer not vermesini kabul etmediğinden düğün günü İzmir Lisesi felsefe öğretmenliğine tayin emri verildi. İzmir ’de bulunduğu sırada ‘Hareket’ dergisini yayınlamaya başladı 4. Sayıda yazdığı ‘Çalgıcılar’ yazısından ötürü İstanbul Vefa Lisesine nakledildikten sonra orada 4 yıl eğitim verdi. 4 yıl verdiği eğitimin ardından Denizli İsmet İnönü Lisesine tayininden sonra 4 Ekim 1944 ’te İstanbul Erkek Lisesine nakliyle 10 yıllık sürgün hayatı sona erdi. Arada Vefa ve Haydarpaşa Liselerinde eğitim vermesi dışında tam 18 yıl burada çalıştı.
Günümüzde sıkça eleştirdiğimiz eğitim sistemiyle ilgili söylediği söz şuan dilden dile dolaşmaktadır fakat kimse bu sözün ondan çıktığını bilmemektedir. “Eğitim sistemimizin iki eksiği vardır; bir eğitim, iki sistem.’’ Hareketi ise “ Hareket insanın yer değiştirmesi değil insanın kendini değiştirmesidir.’’ olarak niteleyen Topçu gerçekten değişik bir bakış açısıyla olaylara yaklaşmaktadır. Öğretmenlik hayatı boyunca mezun ettiği öğrencilerin “ Keşke Nurettin Hoca ’nın kıymetini bilseydik’’ dedikleri hakkında bir çok hikaye bulunmaktadır. Topçu modernleşmeyi ilk kez sorgulayan bir çığır açmıştır. Düşünceleri hem milliyetçi çizgiyi hem İslamcı çizgiyi etkilemiş ve hala etkileyen bir düşünürdür. Nurettin Topçu sesini yazdığı birçok kitapla duyurmuştur. Örneğin; İsyan Ahlakı. Topçu ’nun bu kitabı ölümünden yıllar sonra ülkemizde basılmıştır.
Bergson ’la ilgili teziyle felsefe doçenti unvanını almasına rağmen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kurulunca kadroya dahil edilmemiştir. Ayrıca Robert College’da tarih, İstanbul İmam Hatip Ortaokulunda psikoloji, felsefe, din psikolojisi ve dinler tarihi öğretmenliği yaptıktan sonra fikrî ve siyasî faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı ve Milliyetçiler Derneğinde sürdürdü, Milli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı ve Türkiye Milli Kültür Vakfının etkinliklerine katılmış hatta seminer ve konferanslar vermiştir. 1974 ’te yaşından ötürü emekli olan Topçu geçirdiği kısa süren hastalığın ardından 10 Temmuz ’da hayata gözlerini kapattı. Ertesi gün Topkapı Kozlu kabristanına defnedildi. Eserleri İsyan Ahlakı, Ahlak Nizamı, Ahlak, Amerikan Mektupları-Düşünen Adam Aranızda, Bergson, Büyük Fetih, Felsefe, İradenin Davası-Devlet ve Demokrasi, İslam ve İnsan-Mevlana ve Tasavvuf, Kültür ve Medeniyet, Mantık, Mehmet Akif, Millet Mistikleri.
Eslem Nisa ATMACA 37 -HEMDEM
Hüseyin Cemil Meriç, meşakkatli hayatına karşı okumayı yegâne varlığı sayan, Doğu-Batı fikri savaşında kendine has tenkit ve anlamlandırmalarıyla sosyolojiye farklı bir bakış açısı kazandıran Türk düşünür… 1916’da Reyhanlı/Hatay’da doğmuş olup ailesi Dimetoka göçmenidir. İlkokul eğitiminden sonra Fransız Eğitimi sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Bu dönemde gözlerinin 6 derece miyop olduğu fark edildi. On ikinci sınıftayken, milliyetçi tutumu ve yayımlanan bir yazısından dolayı okulunu terk edip eğitimine İstanbul’daki Pertevniyal Lisesi’nde devam etti. 24 yaşında İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu’na burslu olarak iki yıl öğrenim gördü. 1942’de Elâzığ Lisesi’ndeki Fransızca öğretmenliğinden sonra İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca okutman olarak görev yapmıştır.1954 yılında ise bir kaza sonucu görme yetisini tamamen yitirdi. Bir süreliğine bunalıma girmesinden sonra çevresindekilerin yardımıyla okuma ve yazma sevdasına devam etti. Hatta öyle olacak ki, bundan sonraki hayatı onun için aydın sıfatını taşıyacaktır.1959 yılında Fransızca dili grameri hazırlar.100 daktilo sayfası tutan bu çalışması basılmaz. Bu sırada fikir hayatını etkileyen V. Hugo’dan, Rousseau’dan, Balzac’dan çeviriler yapmaya devam eder. 1964’te ilk telif eseri Hind Edebiyatını yayımlar. 1967’de ise ikinci telif eseri Saint-Simon ilk sosyalist, ilk sosyolog’u yayımlar. Bu dönemde Edebiyat fakültesi sosyoloji bölümünde sosyoloji ve kültür dersleri vermeye başlar ve bundan sonraki hayatında da devam eder. Meriç, aynı zamanda mükemmel seviyede Fransızca okuyup yazan, İngilizceyi anlayan ve Arapçayı söken bir dil yeterliliğine sahiptir. 1983 yılında eşi Fevziye Hanımı kaybeder ve bir yıl sonra beyin kanaması geçirip sol tarafına felç iner. Ardından üç aylık tedavi sonunda taburcu olur. 1986’da “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Ansiklopedisi”nde makaleleri yer alır. 1987’de kendisini uzunca bir müddet yatağa mahkûm eden bir hastalığa yakalanır. Ölümünden üç gün önce, son ve anlamlı sözü “Sevgilim Muhammed” diyerek 13 Haziran 1987’de, 71 yaşında vefat etmiştir. Körlüğün cefasına aldanmayıp, ilmin aydınlığı ona teselli olduğu dönemlerinde kendisinden geriye kalan; dikte ederek yazdırdığı 12 telif ve 8 tercüme, bütünü 20 eser ve 12 bin ciltlik ömrünü yansıttığı kütüphanesi kalmıştır. Ölümünden sonraki adresi,” Karacaahmet mezarlığı”, 8 nolu ada, no:890, “Üsküdar\ İstanbul” dur.
HEMDEM-38
Ömrü müddetince hep karmaşa yaratan fikirlere ve kalıplaşmış algılara olan mücadeleci tavrı, onun fikir ve düşünce savaşçısı olduğunun en belirgin özelliği olmuştur. Miskinler tekkesi olarak adlandırdığı fildişi kulesi onun için zihnine saplanan yalnızlığından adeta mabedinin mihrabından şahlanan alev gibi kurtulma süreciydi. “O kadar yalnızdım ki karanlıklardan iblisin eli uzansa minnetle sıkardım.” 70’li yıllarda fildişi kulesinden çıkmıştır. Kendi ifadesiyle her mücahidin kuşandığı silahı, burada elde edip güçlendirmiştir. Limanından yazıp meçhule gönderdiği eserleri ve bir dilde okunabilme ümidi, nâraları burada yankılandı. “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silah kuşanır. Bir zindan değil, bir liman.” Dil, onun sorguladığı konuların en mühimlerindendi, mevcudiyetin gölgesiydi. Dil, bir milletin yaşama hakkıydı, kültürünü kibarca fikrine en iyi üslupla kazıyabilmek, kültürle var olmaktı. Bir milleti düşünceden mahrum bırakmayan en önemli unsurdu onun savaşında ve davasında. O, düşünmeye “bu nedir?” diye değil, “bu ne değildir?” diye başlardı, malumat vermeyi değil, öğretmeyi değil, düşündürmeyi hedef edinirdi. Düşünce sisteminden geçirmeden ortalıkta dolaşan her fikri gelişi güzel kabul etmezdi. Son derece mütevazı, bir o kadar hakşinas ve gayretkâr… “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla.” Cemil Meriç’in hayatında, tabularla savaşan bir zihnin araştırıcılığı hâkimdir. Cemil Meriç, kelimeleri bazen birer balyoz, bazen de birer gül demeti gibi kullanmaktadır. Derin tahlillerden bile konu açarken okuyucuyu sıkmadan, kelimeleri zihinde süzdürerek kendisini okutturan bir üsluba sahipti. İğneleyici üslubu ilk etapta uyandırır ve düşündürürdü. “Düşünceye cazip ve parlak bir biçim vermek küçültür düşünceyi. Büyük yazar içinden gelen sesi olduğu gibi haykırandır. Kelimeleri kullanırken avamın hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmez bile.” Cemil Meriç’i anlamak ve anlamaya çalışmak; günümüzün anarşik durumlarına ışık tutmak, Doğu’yu ve Batı’yı anlam kargaşasından uzak bir biçimde öğrenmeye çalışmak için en isabetli adımlardan birisi olacaktır. Her fert yaşamının belli başlı döneminde Cemil Meriç’i öğrenmeli ve düşünmeli. Buna karar verdiğinde ise o zaman kelimeler hür manasına kavuşacak; düşünce temelinde zihin, işte o zaman aydınlanacaktır. Hidayet YÜKSEL
39 -HEMDEM
İYİLİĞE KOŞANLAR İyilik yap denize at diyenler ve iyilikten maraz doğar diyenlerle geçiyor ömrümüz. Oysa Allah bize iyiliği emrediyor. İyilikten maraz doğar diyenler bizi nasıl iyilikten uzaklaştırıyor. Hastaya, dara düşmüşe, uzaktan gelene, yolda kalana iyilik yapmayı unutuyor muyuz? Bizler unutsak bile unutmayan güzel insanlar var.
rvan an Me z a m a R Mahm Kurt ut Ged k n a iz v @ r e m m a hmut @r
gediz
Unutmayıp iyiliğe koşanlar, kim ne derse desin aldırmadan yüreğindeki merhamet ve sevgiyle ihtiyacı olan yardıma muhtaç olan herkese el uzatıp ufacık bir tebessüme sebep olanlar var. Kendilerinden her türlü fedakarlığı yapıp o minicik tebessüm için uğraşanlar var. İncinen duyguları onarmak, bize örnek olmak için varlar. İyiliğin önüne geçmek isteyenlerle iyiliğe koşanların mücadelesi devam ediyor. Kimse evinde aç uyumasın, kimse evsiz kalmasın, kimse yardıma muhtaç olmasın diyoruz da sadece söylemekle kalıyoruz çoğu zaman. Bizim düşüncelerimizi lafta bırakmayıp hayata geçiren, küçük imkanlarla büyük işler başaran birileri de var her zaman. İşte bizim gözümüzden iyiliğe koşanlar;
RAMAZAN MERVAN KURT
1)‘Ramazan Mervan Kurt kimdir?’ bize biraz kendinizden bahseder misiniz? 1988 yılında Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde doğdum. 9 kardeşin en küçüğüyüm. İlk, orta ve liseyi Silvan’da okudum. 2009 yılında Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümüne yerleştim. 2013 yılında mezun olup kendi memleketime bağlı bir köy okulunda ücretli öğretmenlik yapmaya başladım. 2015 yılında başlattığım “Güneşin Çocuklarını Üşütmeyelim” projesiyle şehir şehir köy köy dolaşarak topladığım yardımları ihtiyaç sahibi çocuklara ulaştırdım. Şu anda aynı isimle kurulan derneğin yönetim kurulu başkanlığını yapıyorum. 2) Bu derneği (Güneşin Çocuklarını Üşütmeyelim) kurmaya karar vermenizi sağlayan en önemli faktör neydi ve neden bu ismi seçtiniz? Ben üç buçuk yıl boyunca insanlara ve çocuklara yardım etmeyi bağımsız ve gönüllü olarak yaptım. 2019 yılında hem kurumsallaşıp daha çok çocuğa ulaşabilmek hem de yaptığımız tüm işlerin şeffaf ilerlemesi için Güneşin Çocuklarını Üşütmeyelim Derneğini kurduk. 3)Yaptığınız işin hayatınıza etkileri neler oldu? El uzattığım, dokunduğum insanların ya da çocukların gözlerindeki mutluluk, yaşadığım son 5 yılıma huzur kattı. Manevi anlamda bana kazandırdığı çok şeyler oldu. 4)Tabi ki tüm çocuklarla aranızda farklı bir bağ var fakat Veysi ile olan bağınız daha farklı sebebi nedir? Veysi özel gereksinimi olan bir çocuk. Diğer çocuklara nazaran içine kapanık ve toplumdan soyutlanmış biriydi. Ben onu sevdikçe onun açıldığını, daha çok güzelleştiğini fark ettim. O güzelleştikçe de ben güzelleştim. Bu da benim ona daha çok tutunmamı sağladı. Ve o benim şu söze olan inancımın kanıtı oldu: “Dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” 5)Bugüne kadar kaç çocuğun hayatına dokundunuz? Çok şükür ki 45 binden fazla çocuğa dokunduk. 6)Bu işi yapmaya başladığınızdan beri sizi en çok etkileyen olay nedir? Beni en çok etkileyen olaylar; küçük bir kızın gözlerinin açılmasına vesile olmak. Bunun için saatlerce ağlamıştım. Bir annenin bacağının kesilmesine çok az kala ayağını ameliyat ettirmek. Bir de kas hastası 11 yaşındaki Deniz’e aldığımız elektronik yatağı kendisine götürdüğümüzde onun heyecan ve mutluluğu… Aslında çok var ve hepsi içimde bir hikâye…
HEMDEM-40
MAHMUT GEDİZ
1)Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz? Mahmut GEDİZ kimdir? Merhaba ben Mahmut Gediz. 1988 Manisa doğumluyum. Marmara Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık mezunuyum. 10 yıldan fazla süredir reklam sektöründe çalışıyorum. Fotoğraf ve video içerikler üretiyorum. Dijital pazarlama alanında projeler yönetiyorum. Dijital medya ve prodüksiyon alanında hizmet veren bir ajansımız var. Evliyim 2 çocuğum var. Yoğun bir iş hayatım var. Seyahatler de bu yoğun iş hayatımın bir parçası. Genellikle 3. Dünya ülkelerinde, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika’da faaliyet gösteren şirketler, STK’lar ve derneklerden davetler geliyor. Tanıtım-reklam faaliyetleri için kısa film, fotoğraf, tanıtım filmi gibi projeleri çekmek üzere o ülkelere gidiyorum. Seyahatlerim turistik amaçlı değil proje odaklı oluyor. Bu sebeple ücra köy ve kabileleri ilginç lokasyonları geziyorum. Şu ana kadar 3 kıtada 20 kadar ülke ve 100’den fazla şehir, kasaba ve köy gezdim. Seyahat süreleri değişken mesela Etiyopya’da bir aydan fazla kaldım. 5 büyük şehrini gezdim. Hongkong’da 5 gün kaldım. Moğolistan’da 1 aydan fazla vakit geçirdim. Bu süreler oradan çıkaracağım malzemeye veya proje süresine göre değişiyor. 2)Size uçan adam mahlasının takılmasının özel bir sebebi var mı? Seyahat ettiğim ülkelerde çocuklarla beraber havada zıplarken fotoğraflar çekildiğim için takipçilerim tarafından uçan adam lakabı takıldı. 3) ‘Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?’ diye klasikleşmiş bir sorumuz vardır. Sizde gezmeyi çok seven bir kişi olarak bize biraz bu konudaki fikrinizi açıklar mısınız? Seyahat ederken okuyan daha çok bilir. 4)Youtube, Instagram ve kendi internet siteniz üzerinden oldukça paylaşım yapıyorsunuz. Aldığınız geri dönüşler genellikle ne yönde oluyor? Şu ana kadar olumsuz herhangi bir dönüş almadım. Genelde insanların manevi ve ruhsal değişimlerine vesile olduğunu ifade eden güzel yorumlar aldım.
Teslime Gül KELCE Nursena DOĞAN
41 -HEMDEM
GÜLÜMSE (SEZEN AKSU) Yazarlarımızın birçoğunun şiirleri günümüzde hala kulaklarımızın pasını silmeye devam ediyor.Belki kitap sayfalarının arasında kaybolup gidecekken bu şiirler notalarla hala dilimizde. Attila İlhan’dan, Sabahattin Ali’ye,İsmet Özel’den,Ümit Yaşar Oğuzcan’a kadar birçok şairimizin aslında çok bilinen eserlerini sizler için belki şaşırıp “Aaa! Bu sözleri o mu yazmış?” diyeceğiniz derleme çalışmasını yaptık. İşte O Meşhur Şiirler 1-Kaldırımlar-Necip Fazıl Kısakürek – Funda Arar 2-Beni Kör Kuyularda-Ümit Yaşar OğuzcanMünir Nurettin Selçuk 3-Dedikodu –Orhan Veli Kanık- Levent Yüksel 4-Ya Evde Yoksan –Cemal Safi- Orhan Gencebay 5-Çizik – Özdemir Asaf –Kaan Tangöze 6-Git- Cemal Safi –Candan Erçetin 7-Lavinia-ÖzdemirAsaf- Feridun Düzağaç 8-Mavi Liman- Nazım Hikmet Ran- Cem Karaca 9-Beni Koyup Gitme –Attilaİlhan- Yaşar 10- Gülümse –Kemal Burkay –Sezen Aksu 11-Oğul- Ahmet Erhan –Teoman 12-Kalamış-Behçet Kemal Çağlar-Münir Nurettin Selçuk 13-Aldırma Gönül- Sabahattin Ali-Edip Akbayram 14-Mazot- İsmet Özel- Mazhar Alanson (MFÖ) 15-Mihriban-Abdürrahim Karakoç -Zara …
HEMDEM-42
Gülümse hadi gülümse Bulutlar gitsin Yoksa ben nasıl yenileyeceğim Hadi gülümse Belki şehre bir film gelir Bir güzel orman olur yazılarda İklim değişir, akdeniz olur Gülümse Belki şehre bir film gelir Bir güzel orman olur yazılarda İklim değişir, akdeniz olur Gülümse Tut ki karnım acıktı Anneme küstüm Tüm şehir bana küstü Bir kedim bile yok Anlıyor musun? Hadi gülümse Belki şehre bir film gelir Bir güzel orman olur yazılarda İklim değişir, akdeniz olur Gülümse Gülümse hadi gülümse Bulutlar gitsin Yoksa ben nasıl yenileyeceğim Hadi gülümse Sazlarım vardı Irmaklarım vardı Çakıl taşlarım vardı benim Ama sen başkasın Anlıyor musun? Başkasın Sazlarım vardı Irmaklarım vardı Çakıl taşlarım vardı benim Ama sen başkasın Anlıyor…
GİT (CANDAN ERÇETİN)
MAZOT( MFÖ)
Madem ki benli hayat sana kafes kadar dar Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar Hadi git benden sana dilediğince izin Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin Git iş işten geçmeden git Çok geç olmadan vakit Günahıma girmeden Katilim olmadan git Günahıma girmeden Katilim olmadan git Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın Oysaki hep yedekte hep elde var saymıştın Hadi git ne bir adres, ne bir hatıra bırak Zannetme ki pişmanlık mutluluk kadar ırak Git iş işten geçmeden git Çok geç olmadan vakit Günahıma girmeden Katilim olmadan git Günahıma girmeden Katilim olmadan git Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan Git iş işten geçmeden git Çok geç…
Ağlamadan dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum. Şehre neden esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum niyedir sarmalasın vites dişlilerini defneler, nakışlar yok alnımda neden. Ağlamadan etimin iğneli beşiklerde bıraktığı izlere aldırmadan o mavi korularda ve dibektaşlarında bırakıp sözlerimin kalıntılarını açıkça konuşmak istiyorum. Besbelli ki leşler koruyor şehrin bedenlerini göğsünün kafesinde yalnızca pasak biliyorsun korkutulmuş bir kızın yüreğinden fışkıran beyaz güvercinleri sabahın köründe kalkan tirenlerdeki nefret hergün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti bunları bütün bunları biliyorsun dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan çevik bacaklarını getiriyorsun, ne çiçek ne de ninni boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi şehre varınca artık meşinler giymelisin daha esmer daha kankusturucu sen o baygın sevgilerin adamı değilsin. sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde bin demir kapıyla hesaplaşmaktan omzun çürümelidir bin çeşit güneşle ovulmalıdır gaddar ellerin yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin ki ölüm her yerde uyanıktır alestadır korkunun yardakçıları tez kızaran güllerden kendini sakın sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrıAşktır diye geri geldin o çekiç seslerine bıraktın vazgeçilmez ırmakları gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları.
BENİ KOYUP GİTME(Yaşar) Beni koyup gitme ne olursun Durduğun yerde dur Kendini martılarla bir tutma Senin kanatların yok Düşersin yorulursun Beni koyup gitme ne olursun Düşersin yorulursun Beni koyup gitme ne olursun Bir deniz kıyısında otur Gemiler sensiz gitsin bırak Herkes gibi yaşasana sen İşine gücüne baksana Evlenirsin çocuğun olur Beni koyup gitme ne olursun Sonun kötüye varacak Beni koyup gitme ne olursun Elimi tutuyorlar ayağımı Yetişemiyorum ardından Hevesim olsa…
Tülay Aydın Tuncer Edebiyat Öğretmeni
43 -HEMDEM
KATİLİN KİM OLDUĞUNU BULABİLECEK MİSİNİZ?
• Bayan Smith şöminenin yanında kitap okuyordu. • Aşçı kahvaltı hazırlıyordu. • Uşak, oturma odasında işçilere talimat veriyordu. • Hizmetçi bulaşıkları yıkıyordu. • Bahçıvan kış bahçesinde çiçekleri suluyordu. Bütün bunlar anlatıldıktan sonra dedektif, katili tutukladı. Sizce katil kimdi? Ve dedektif suçluyu nasıl buldu? Sümeyya TAŞ Kaynakça: www.netrojen.com
HEMDEM-44
Katil aşçı. Cinayet akşam işlendi. Ama aşçı, o sırada kahvaltı hazırladığını söyledi.
George Smith pazar akşamı öldürüldü. Smith’in evinde 5 kişi daha vardı: eşi, özel aşçısı, uşağı, hizmetçisi ve bahçıvanı. Hepsi dedektife o akşam ne yaptıklarını anlattı.
Kitap Dünyam Okumuş olduğu ve okumayı düşündüğü kitaplar ve dergiler üzerine konuşmalar yapan bu kanalda kitap anlatılırken bir anda dizi veya film önermeleriyle hoş sohbetler size eğlenceli dakikalar geçirtecektir. ”1edebiyat1bilim1film” adlı çalışmasının altında izleyicileri ile aylık plan şeklinde yıllık okuma ve izleme planı oluşturan bu kanal insanların kendisini eğitmesini sağlayan kanallardan yalnızca birisidir. Aylık olarak okuduklarını bizle paylaşan bu kanal “Okuma Rehberi” adlı altında “Nerden başlamalıyım?” adlı sorularında cevaplarını bize sunuyor. “Okuyorum Geziyorum” adlı çalışmaları altında hem gezerek hem de okuyarak bize güzel dakikalar yaşatıyor. Karavandaki Adam Öncelikli olarak felsefe ve edebiyat hakkında içerik üreten bir kanaldır. Diksiyon, ses tonlamaları ve kullanılan temasıyla bizi kendine çeken bu kanal birçok kitap değerlendirmesiyle bize bilgi sunmaya devam ediyor. Çeşitli konular hakkında rehber niteliği taşıyan videoları sayesinde birçok sorunuza yanıt bulacağınızı umuyorum. Bunun yanı sıra şiir dinletisi ile size birkaç güzel dakika yaşatacağını ve pasaj seslendirmeleriyle size duygulu ve güzel dakikalar yaşatacağını düşünüyorum.
Alıntılarla Yaşıyorum Alıntıları ve kitapları hayatına nasıl kattığını izliyor olacağınız bu kanalda edebiyat, felsefe ve sanat temalı videolar vardır. Alıntılarla felsefe, edebiyat akımları, din, gündem gibi birçok konulu videoları size sunarak bilgilenmenizi sağlar. Yaptığı kitap okumaları, önerileri ve üstüne değindiği konular ile dikkatinizi çekeceğini umuyorum. Yazarlar ve yazdığı kitapları hangi sırayla okumamız gerektiği gibi konuları bize sunan bu kanalda bilgileneceğinizi düşünüyorum. Sizin de keyif alarak okuduğunuz kitaplardaki altını çizdiğiniz alıntılarla üzerine daha çok düşünebilirsiniz.
Klasik Okur Aylık olarak yaptığı kitap okumaları ve kitap önerileriyle yardımda bulunan bu kanal kitap okuma alışkanlığı ve sohbet adlı çalışmaları adı altında size eğlenceli dakikalar yaşatacağını düşünüyorum. Yazarların hayatı ve kitaplarını anlatan videolarında sizi hem eğlendiren hem de bilgi sahibi olabileceğiniz videolarında zamanın nasıl akıp gittiğini bile anlayamayabilirsiniz. Nurefşan CEBECİ
45 -HEMDEM
“Biz Ne Bilirdik De Böyle Güzel
Severdik” Bir zaman kırılmasında, bu ıssız sokağın en sonunu hayal ederken belirmişti yüzün. Ne zaman geleceğini kestiremediğim bir belada anılmıştı ismin ve hatırıma gelmeyen bir gece vakti yokluğunun sancısı yakmıştı yüreğimi. Her şey gibi, herkes gibi gücüme gidiyordu hiç var olmadığın bir fotoğraftaki varlığın. Ne desem; bilinmez ceza, sussam çaresiz ısdırap. Tavana bakıp yalnızca beni anladığını umarak susuyorum. Gönül kendini bir telaşeye kaptırmış ki yanmak için yanıyor. Sabah, ötüşüyle uyanmayı beklediğim bir cıvıltıya hasret sanki. Derdimi susmayı öğrendiğim duraklarda, geçen otobüslerin camlarında arıyorum gözlerini. Herkes beni anlamamanın derdine düşmüşken, anlaşılmayı beklemeyen gözlerini arıyorum. Anlatılacak ne hikâyelerim ne de masallarım var. Benim sana susmayı bekleyen büyük bir destanım var. Yediğim son dondurmanın tadını hatırlamaya çalışıyorum, uçuşunu hayran hayran izlediğim son balonu… Gidişin ve ardında bırakmadığın izlerini arıyorum. Büyük bir şelalenin suları yüzüme sıçrarken istemsiz irkilmelerim, yokluğunun yansıması gibi vuruyor vücuduma ve ahmak ıslatanlar iç çekişlerime ortak oluyor. Gidişin ve ardından bırakmadığın izlerini arıyorum. Babamın koynu kadar sıcak bir günde annem kokan rüzgârlar hatırlatıyor seni. Kardeşimin kahkahalarındaki mutluluğu çekiyorum ciğerlerime ve yine duraklarda ıslanmanın keyfini çıkarıyorum gelmesi ihtimal otobüslerle. Yorgunluğumu çoktan atamamışım yine, bu tavan ve bu yatak canımı yakarken böylesine, gözyaşlarımı saklayan yastığım almıyor bitkinliği, yorganım sarmıyor bezgin bedenimi. Arandığım kokular söyledi seni bana, rutinlerime açan güneşler çok uzaktan anlattı güzelliğini. Ancak ne sen doğuyordun ne de batan sendin. Adını sen koyduğum bir umut doğarken hiç var olmamışlığın batıyordu yüreğime. Benim için sensizliğinle yaşamak, umutları; yapraklardan, güneşlerden, sonbahardan ve yağmurdan ayırmamak demekti. Benim için varlığın çantamın sırtımdaki sıcaklığı kadar huzurlu, omzuma yaslanması kadar külfetliydi. Kabul etmem uzun zaman aldı yokluğunu, varlığını anlamamın geç olduğu gibi. Gözlerinden akan son yaşı hatırlıyorum ve bir daha ağlamamanı… Ciğerlerin ne kendinden geçiyor ne senden, hıçkırıklara mahal vermiyor artık. Boğazım düğümleri çözmeyi başarmış, bırakmış infaz sehpasını, İstanbul’da bir sessizlik çınlıyor, martılarsa çığlık çığlığa eşlik ediyor. Nafile! Hiçbiri senin ağlaman kadar güzel olamaz… Son buruk gülümsemen kadar güzel fotoğraflar arıyorum, çocuk, saçlarının aydınlattığı viran sokaklarda. Sipariş şiirler yazıyorum her gülümsemeye. Bir anlık ilham senden mektuplarla gelmişken, mektuplarından başkasının gelmeyeceğini bilmek kırıyor kalemimi. Hiçbir gülüş senin kadar güzel gelmiyor çocuk, hoyrat kahkahalar, gözlerindeki neşe bile etmiyor. Pişman değilim çocuk, martılar küsmüş bana, biraz durgunum. Suskun değilim, İstanbul düğümlenmiş boğazıma, ciğerim bin boğum. Yılgın değilim çocuk, elbet ben de İstanbul’un gözlerine, dizlerine dururum. Yorgun değilim, gidesi gelenler gittikçe daha da solgunum. Yokluğunda çocuk, gönlümde manidar bir şaşkınlık, battıkça anladım güneşim yanıkmış. Gözlerim iskeleden ayrıldıkça gördüm, gözlerin İstanbul’dan aydınlıkmış. Aklımın bulutları dağıldıkça kayboldum galiba İstanbul seni kafaya takmış. Bir radyoda duydum çocuk; bugün hava parçalı bulutlu, yarın karla karışık yalnızlıkmış… Sevdenur Celayir
HEMDEM-46
“Teşhisler İçerisinde Bir Şahsiyet” Sevgili sen… Uzun ve dokunaklı mektupları yazmak benim işim… Başkaları hayatın içinde gezinip tadını çıkarırken, ben hem ayağıma batan dikenleri çıkarmakta hem de nasıl acıdığını anlatmaktayım. Çok konuşuyorum, çok düşünüyorum, çok sevip çok gülüyor ve bu yüzden de çok çabuk yaşlanıyorum galiba. Küçük zamanlara sığdırılmış büyük duygular yaşamak da benim işim, Don Kişot gibi yel değirmenleriyle savaşmak da. Ve fakat benim yel değirmenlerimin kolları akrep ve yelkovan kılığındalar. Zaman dede hiç sevmedi beni, şöyle saçımı okşamadı hiç. Büyükanneyle geçinemeyen bir dedeydi bizimkisi, ona olan hıncını bastonunu sallayarak bizden çıkarırdı. Sırf bu yüzden pamuk saçlı, yumuşak başlı büyükanneden de şefkat göremedik. Ki adı Sevgi’ydi… Böyle büyüyen çocuklara ibret olsun diye gönderildiğim dünyada ne yapmaya çalıştığını bilemeyen, beyninin ve kalbinin içinde inşaat işçileri barındıran biriyim ben. Çalışmalarının hiç sonu gelmez, yaptıkları binalar hiç bitmez üstelik. Tam çatıya sıra geldiğinde ‘’hadi yıkalım’’ der içlerinden biri. Yıkarlar. Beynimi yıkarlar. Ve yeniden başlar derin temel kazıları… Sonra zaman dede çıkar gelir elinde bastonuyla: ‘’Bu mevsimde inşaat olmaz, çöker tepenize.’’ der. Sevgi nine gelir: ‘’Siz onu dinlemeyin. Layığıyla emek verilmiş her şey sağlamdır, her koşulda ayakta kalır.’’ der… İnşaat işçilerini iyi seçmediğimden olsa gerek her daim bir isyan çıkar aralarında, kazmalı-kürekli kanlı savaşlar yaşanır. İçim yangın yerine döner yine yeniden. En iyisi bir gecekonduya razı olmaktır aslında böyle zamanlarda. İki kalas bir heves yapılmış başımı yağmurdan, güneşten koruyacak; yeterince ısınmasa da çatısı aksa da en azından ‘başımı sokacak bir yer’dir. Oysa bilirim ki mimarlarım, mühendislerim şahane yapılar kurabilecek kapasitededir. Ama Atilla İlhan’ın dediği gibi: ‘’Param olsa hevesim, hevesim olsa param olmaz’’ güzel binalar inşa etmeye. Hâsıl-ı kelam küçük kulübelerde yaşayıp muhteşem binalar projelendiren biri olarak sürer yaşantım. Kim bilir belki çizimleri yaptığım kâğıtların değeri bilinir bir gün… Beyzanur YILDIRIM
47 -HEMDEM
YAZARLAR HAKKINDA BİLİNMEYENLER
Özdemir Asaf R harfini söyleyemiyordu.
Charles Dickens boş zamanlarını morgda geçirirdi.
Agatha Christie öğrenme bozukluğundan dolayı yazı yazamıyordu.
Cemal Süreya gürültü olmadan yazamıyordu.
Sabahattin Ali’nin diksiyon takıntısı vardı.
Bazlac günde yaklaşık 50 kahve içerdi.
Friedrich Schiller yazılarını yazarken yanına mutlaka elma alırdı.
Yaşar Kemal çocukken kekemeydi.
Hüseyin Rahmi Gürpınar boş zamanlarında örgü örerdi.
William Shakespeare intihar meraklısıydı.
Cengiz Aytmatov’un kağıda alerjisi vardı.
Halide Edip Adıvar feministti.
Virginia Wolf romanlarının çoğunu ayakta yazardı.
Franz Kafka ancak ölümünden sonra tanındı.
Nazım Hikmet hep beyaz pantolon giyerdi ve aklına gelenleri oraya not alırdı.
Üstat olarak nitelendirilen Necip Fazıl Kısakürek Nakşibendi tarikatına üyeydi.
John Steinbeck’in köpeği dünyaca ünlü “Fareler ve İnsanlar” romanının orijinal taslağını yemiştir.
Orhan Veli Kanık çukura düşmüş, beyin kanamasının farkına varmamıştır. İki gün sonra hastaneye kaldırılmış ve vefat etmiştir. Rümeysa Demir
HEMDEM-48
NE KADAR BİLİYORSUN?
Edebiyat bilginle bu bulmacayı çözebilecek misin acaba?
SORULAR 1.) Yaşar Kemal’in dör t ciltten oluşan romanı? 2.) Nobel ödüllü yazarımız kimdir? 3.) Şair ve yazarların kullandıkları takma ada verilen isim? 4.) Modern Rus edebiyatının kurucusu kimdir? 5.) Dünya edebiyatında hikâye türünün ilk örneklerini kim yazmıştır? 6.) Öyküden uzun romandan kısa metinlere ne denir? 7.) Türk tiyatrosu kaç bölüme ayrılır? 8.) Türk edebiyatına roman türünün girişi hangi dönemde olmuştur? 9.) Kahramanları çoğunlukla hayvanlardan oluşan, ders verme amacı güden yazı türü? 10.) Türk edebiyatının ilk edebi romanı? 10 1
8 2
5 6
7 4
(5)
2 (2)
Bu Fotoğraf
3
1
4
(4)
3
Yaşar Kemal
9
Hidayet Yüksel
49 -HEMDEM
NE DESEM DEYİM OLUR ‘’Ağzınla Kuş Tutsan Nafile’’ Deyiminin Hikâyesi Günlük hayatta sıkça kullandığımız bu deyimin kökeni Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Fransa'yla iyi ilişkilerin kurulduğu bir dönemde İstanbul'a gelen Fransa elçisi, Topkapı Sarayı'nda padişahın huzuruna kabul edilmeyi beklediği sırada işinin acele olduğunu, bir an önce padişahla görüştürülmesi gerektiğini söyleyince şu cevabı alır: “Şevketli padişahımız bugün çok hiddetli. Biraz önce külahından tavşanlar çıkaran, alev alev yanan çubukları ağzında söndüren, havaya uçurduğu kuşu birkaç sözüyle geri döndürüp ağzıyla ayaklarından yakalayan hünerli bir hokkabazı dahi huzurundan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile, ama yine de büyük bir hünerin varsa söyle, zat-ı şahaneye arz edeyim.” Çizmeden Yukarı Çıkmak (Çizmeyi Aşmak) Deyiminin Hikâyesi Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim. 19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şovalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş. -Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor. -Evet demiş adam. Şovalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var. -Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu? -Ben kunduracıyım, çizme dikerim. Deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şovalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam, -Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!
HEMDEM-50
‘’Dananın Kuyruğu Koptu’’ Deyiminin Hikâyesi Geçmişte düzenbaz ve yalancı bir adam varmış. Tüccar ve esnafa borç vermediği hâlde vermiş gibi gözükür, onların aleyhine dava açar, şahitler ve kadıya rüşvet vererek davayı kazanır, haksız kazanç elde edermiş. Bu sahtekâr adam bir gün kasabanın sözü geçen bir adamı hakkında dava açmış, kadıya da rüşvet olarak bir dana göndermiş. Davalı tüccar bunu öğrenince daha büyük bir danayı kadıya teslim etmiş. İşin tadının kaçtığını anlayan kadı, her iki danayı getirtip mahkemenin avlusuna bağlatmış. Kadı makamına kurulup herkesin önünde şunları söylemiş: - Bu davayı görmek için uzun zaman vicdanımla savaştım. Ben adalet için çalışırım. Gelin görün ki iki taraf da evime birer dana göndermiş. Şimdi kimin haklı, kimin haksız olduğunu danalara bakıp anlayalım. Avludaki danalar, kuyruklarından birbirine bağlanır ve kuyruk altlarına neft sürülerek hayvanlara birer diken batırılır. Hayvanlar böğürerek birbirini aksi yönde çekerler. Bu arada kadı bağırarak, “Kimin danasının kuyruğu koparsa, o taraf haksız çıkacak ve adalet yerini bulacaktır.” der. Kısa bir çekişmeden sonra sahtekârın getirdiği dananın kuyruğu kopar ve hayvan can acısıyla sokağa fırlar.
‘’Güme Gitmek’’ Deyiminin Hikâyesi Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “Hoooopp gümm!” şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaş zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu.” dermiş.
‘’Saman Altından Su Yürütmek’’ Deyiminin Hikâyesi Vaktiyle bir ova köyünde köylüler tarlalarını sulamak için ırmağın suyunu nöbetleşe kullanmak üzere anlaşmışlar. Irmak boyunca bulunan tarlalar, açılan kanallar vasıtasıyla sıra ile sulanıyor, herkes ziraatı ile meşgul oluyormuş. Köyün açıkgözlerinden birisi daha fazla su alabilmek için tarlasından derin ama ince bir kanal kazıp ırmaktan su çalmayı aklına koymuş. Kanalı gizlemek maksadıyla da üzerine çalı çırpı ve taşlarla örtüp araziye uydurmuş. En üstüne de saman yığınları koymuş ki kimse kanaldan şüphe etmesin. Bir müddet sonra ırmağın daha aşağısındaki tarlalara giden suyun azalması üzerine köylüler durumu araştırmaya karar vermişler. Ne çare ki arayıp taramaları sonuçsuz kalmış. Daha yukarıda akan suyun birden bire azalmasına anlam verememişler. Nihayet tarlaları dolaşıp bakmaya başlamışlar. Kaçak su alan köylünün tarlasına geldiklerinde, bostan havuzunun hep dolu oldukları dikkatleri çekmiş. Üstelik saman yığınları, su üzerinde yüzmekteymiş. Bu suya bu samanlar nereden geliyor diye araştırınca saman yığınlarına ulaşmışlar ve hileyi anlayıp samanları eşeleyince kanalı bulmuşlar. Bunun üzerine köyün ihtiyar heyeti toplanmış ve köylüyü falakaya yatırmışlar. Değneği vururken diyorlarmış ki: - Saman altından su yürütürsün ha! Al bakalım hak ettiğin cezayı! Kaynak: onedio.com
Zuhal AKTAŞ Yağmur Nuran GÜLLE
51 -HEMDEM
“Genç düsünce dergilerde kanat çırpar.” düsünce dergülerde kanat çır Cemil Meriç par.”