VİSAL Flipbook PDF


39 downloads 105 Views 15MB Size

Recommend Stories


Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

EMPRESAS HEADHUNTERS CHILE PDF
Get Instant Access to eBook Empresas Headhunters Chile PDF at Our Huge Library EMPRESAS HEADHUNTERS CHILE PDF ==> Download: EMPRESAS HEADHUNTERS CHIL

Story Transcript

VİSAL Necip Fazıl Kısakürek Fen Lisesi Kütüphanecilik Kulübü Yayınıdır. Sayı:1 Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli? Kendini kaybetmek mi,visalin son bedeli? Necip Fazıl Kısakürek


İmtiyaz Sahibi Mehmet ÇELİK Okul Müdürü Yazı İşleri Sorumlusu Rukiye ÖZYAVUZ Müdür Yardımcısı Yazı İşleri Zehra ERSERT Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt. A.Semih DUMLUPINAR Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt. Görselleştirme Nurcan TANKUŞ Görsel Sanatlar Öğrt Nazlıcan CENGİZ R.Serra URMAT Aslı KAYA Grafik Tasarım Derya FIRAT Bilgisayar Öğrt. GENÇ KALEMLER YAZI EKİBİ M.Argeş ALAGÖZ Lorin PAYDAŞ Reyyan BÜYÜKHATİPOĞLU Aya BOZAN Nisanur SEKMAN F.Feraye ASLAN Elif Eda ÇOBAN Berfin POLAT Zeynep KAYA H.Kübra US Helin ELMASER Zeynep DURNA Tuana İLYAS Ahsen ALLİŞ M. Azra KOÇ İrem ALAK Sosyal Medya https://necipfazilurfa.meb.k12.tr/ https://twitter.com/necipfazilurfa 1


İÇİNDEKİLER Okul Müdürümüzden..................................3 Başlarken..................................................4 Bahçelerin Yankısı.....................................5 Bâbil'den Kalanlarla...................................6 Edebiyatın İnsan Yaşamındaki Yeri............7 Kuklacı ve Kuklaları...................................8 Gençliğim.................................................10 Roman Gibi...............................................11 Ünlü Yazarların Bilinmeyen Yönleri...........12 Unutulan..................................................14 Yalnız.......................................................15 Gerçekler.................................................16 Hayal Kırıklıkları Müzesi............................17 8 Nisan.....................................................19 Büyülü Gerçekçilik...................................20 Yoksun.....................................................21 Küçürek Öyküler......................................22 Dönüşüm.................................................23 Parasız Yatılı............................................25 Gençlik.....................................................27 Sahilde.....................................................28 Oğullar ve Rencide Ruhlar.........................29 Geçti Yine Zaman......................................30 2


Sevgili öğrencilerim, Okulumuz Kütüphanecilik Kulübü bünyesinde açılan “Genç Kalemler Yazı Atölyesi”nde okuduklarınızı, tecrübelerinizi, hayallerinizi bizlerle paylaşarak dış dünyaya büyük bir kapı aralamış oldunuz. Necip Fazıl Kısakürek Fen Lisesi’nde unutulmayacak ve bir kültür hâline gelecek kemik yazar kadrosunu oluşturarak tarihî bir adım attınız. Bizleri onure eden bu adımı attığınız için başta danışman öğretmenler olmak üzere yazar kadrosunu oluşturan tüm öğrencilerimize teşekkür ediyor, çalışmalarınızın ve başarınızın devamını diliyorum. Elinizde birinci sayıyı tutmanın heyecanıyla her zaman, her yerde, her koşulda bir şeyler okumanızıve bizlerle paylaşmanızı temenni ediyorum. Sevgi ve saygılarımla… Mehmet ÇELİK Okul Müdürü Okul Müdürümüzden 3


BAŞLARKEN... Yazmanın onlarca sebebi içinden bizler de kendimizce içimizden geleni aldık ve yola çıktık. Öğrendik ki distopyayı en etkili şekilde bizlere sunan George Orwell, yazmayı tıpkı acı dolu hastalıklarla yapılan yorucu bir mücadele olarak görür. Hz. Muhammed “Bilgiyi yazıyla pekiştirin.” diyerek bizlere öğüt verir. Kimilerine göre 20. Yüzyılın Dante’si kabul edilen Franz Kafka düşündüğünden farklı konuşur, konuştuğundan farklı yazar ve böylece derin bir karanlığa doğru sürüklenir. Nazım Hikmet her daim aşkını yazarak anlatmayı seçer: “Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair.” “Varoluşçuluk”un yazarı Albert Camus’a göre yazar, medeniyetlerin kendi kendini yıkmasını önler. Milan Kundera, yazarak kimsenin söylemediğini söylemek zorunda hisseder. Bilim kurgunun babası sayılan Isaac Asimov “Hangi nedenle nefes alıyorsam o sebeple yazıyorum.” diyerek yazmayı yaşamın merkezine oturtur. Elbette Sait Faik… Yazmasa ‘deli’ olacaktır. Sebep her ne olursa olsun yazmak belki de dünyanın en hafifletici en harika eylemi. Yazarken “biz” oluruz. Kendimiz oluruz. Sevinçlerimizle, hüzünlerimizle, yarım kalmışlıklarımızla, tamamlanışlarımızla, eksikliklerimizle, her şeyimizle “biz”… Yazdıkça kelimelerin büyülü dünyası bizi sarıp sarmalıyor. Uzaklara götürüyor. Bir deniz hayal ediyoruz masmavi, ufkunda güneş batan ya da kuş cıvıltıları içinde görüyoruz kendimizi elimizde kağıdımız kalemimizle. Sararmış yapraklar dökülüyor uzun ince yolda yürürken üzerimize. Velhasıl dostlar; “Paylaştıkça çoğalırız.” diyerek ilk sayımızla karşınızdayız. Muhabbetle… Zehra ERSERT Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 4


BAHÇELERİN YANKISI Zeytin, üzüm, mandalina Gördüm, duydum bir özlem Oynuyordu iki çocuk şen şakrak, bir bahçede Neydi aslında şu bağın özü olan Bir bahçe, biraz buruk rüzgar, iki çocuk Birkaç üzüm, biraz çığlık ve iki kahkaha Duysan, öyle yüzün gülümser Peşlerinden ise bir anne koşan biraz kaygılı Çocuklar göğe doğru uzattı duru ellerini Avuçları bembeyaz Birkaç damla çocukluk ağaçların yanı başında İç titreten bir anısı vardı bildimdi Çocuğun biri annesine doğru koşar biri kumdan tepeleri aşar Yorgun bir duvar gibiyken yaprakların gürültüsü sonbaharda Çocuklar mevsime yabancı biraz hoyrat Anne ise kolları ardına kadar açık alabildiğine merhametli Az ötede akan koca bir zamanın uğultusu yaprakları titreten Bahçede akan ise bambaşka bir anın tablosu Köşede gözlerini kırpan bir yaşlı adam biraz mahzun Bahçenin tam köşesindeki kuyu sessiz ve dalgın Birkaç ağaç, biraz daha kahkaha, güneş ise tam tepede Dünyanın verdiği baygın ve mayhoş tat Henüz düşmemiş damaklara Dallarda sallanan mandalina Kışa daha varken olgunlaşmaya epey dirayetli Tozan yaprak, rüzgara kapılan saçlar, iki çocuk ve yaşlı adam Anne ise tüm bahçeyi sarar kollarıyla içinde akmayan zaman Az ötede gördüm ve duydum bense Üzüm, mandalina, zeytin ve birkaç çocuk İçimde bir yerlerinden körelmiş bir kuyu Benzemeyen bahçedekine Beni bir bağ kenarında susuz bırakan. Adnan Semih DUMLUPINAR Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 5


BÂBİLDEN KALANLARLA Neyi anımsasam geçmişe dair, içinde mutlaka parlayan bir güneş… Kayısı yapraklarının arasından sızar ruhuma. Canlılık verir yarı karanlık hatıralara. Hatta bir sabah beyazlığı ile gözümüzü alan kar metreleri.. Mutlaka bir kahkaha, ağızdan çıkan buhar ve yanan bir nefes karışır tabloya. “Bunu insanlar yapmış olamaz” deriz çocuk aklımızla. Bir de büyüklerin hiç bitmeyen en büyüğünden tembihleri… Geriye doğru dolaşırken sanki ‘Bâbil’in Asma Bahçeleri’. Ve bir taş takılır ayağımıza o bahçede. Yere düşer donarız öyle. Akıl çalışır, fikir çoğalır, ruh uyur senelerce. Arada uğrarız yanına ama öyle güzel uyur ki.. Sonraki çabamız ruh katmaya çalışmak olur; nesnelere, eserlere, mekânlara, sohbetlere… Oysa orada tüm değeriyle bekler eski bir mahzende. Harabelerde, yarı yıkılmış toprak evlerde, yaşanmış beyitlerde, işlenmiş bir mendilde… Şimdi mi? Şimdi tam da şu anda Sancho Panza’nın yel değirmenleriyle savaşırken kılıcından çıkan uğultularda saklanan ordular gibiyiz. İdeayı kaybetmiş, fikri asmış, kılıcı gizlemişiz. Kör, sağır, dilsiz… Yarı aydın toplumun yarısında kalmış ‘Bihrûz’ gibiyiz. Avucumuzda da sürekli bir alkış sesi sebepsiz, hareketsiz… Bir de bakarız ki Bâbil bizi o güzel bahçede asmış çoktan. Sessiz… Ama biz yine bugün bu heyecanla yalnız kalbi atan kalemimizle ruhu yeniden diriltiriz… Rukiye ÖZYAVUZ Müdür Yardımcısı 6


EDEBİYATIN İNSAN YAŞAMINDAKİ YERİ İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri paylaşmaktır. Hepimiz acıyı, mutluluğu, hüznü, yası, ayrılığı, coşkuyu ve daha birçok duyguyu paylaşma ihtiyacı hissederiz. Duygu aktarımı ne kadar güçlüyse etkisi de o kadar büyüktür. ''Yaşamak güzel şey doğrusu Üstelik hava da güzelse Hele gücün kuvvetin yerindeyse Elin ekmek tutmuşsa bir de Hele tertemizse gönlün'' Melih Cevdet Anday’ın dizelerindeki heyecanını bize gösterdiği bu örnek gibi edebiyat başlı başına etkili söz söyleme sanatıdır. Bunu şiir, hikâye, deneme gibi türlerle estetik bir şekilde aktarır. Hepsinin ortak amacı vermek istediği duyguyu etkili bir şekilde aktarmaktır. Yas tutan bir annenin ağıdı edebiyattır. Sevgiliye yazılan şiir edebiyattır. İstiklal Marşı’nı okurken hissettiğimiz coşku edebiyattır. Çocuklara okunan masallardaki masumiyet edebiyattır. Masallar, sözlü anonim halk edebiyatı ürünüdür. Bizi çok uzak diyarlara, bambaşka boyutlara götürebilecek güçtedir. Sadece çocukları değil yetişkinleri dahi büyüleyebiliyor olması bile edebiyatın hayatımızdaki yeri, önemi ve gücünü kanıtlar niteliktedir kanımca. Hem sözlü hem de yazılı olarak edebî bir dil kullanırız. Edebiyata sadece duygu üzerinden bakmak da eksik kalır. Makale ve resmî yazılarda yapılan bilgi aktarımı da edebiyatın farklı bir yönüdür. Resmî kurumlardan bir şey talep etmek, dilekçe yazmak, deneysel araştırma sonuçları paylaşmak veya bir dergide deneme yayımlamak belki… Bunların hepsi için iyi bir dil gerekir. Eğer bu dili amacına ve yerine uygun kullanamazsak karşı tarafın anlamasında sıkıntı yaşanabilir. Yani önemli olan edebiyatı ne kadar bildiğimiz değil bildiklerimizi doğru yer ve zamanda doğru şekilde kullanabilmektir. Çünkü bilginin, duygunun veya anlatılmak istenen şeyin nasıl aktarıldığı en az içerik kadar önemlidir. Ancak etkili bir kullanım, edebiyatın yaşamımızdaki gücünü ifade edecektir. Başka türlüsü düşünülebilir mi? Reyyan BÜYÜKHATİPOĞLU 7


KUKLACI VE KUKLALARI Eşini karşılamak için kapıyı açan Mesude Hanım kocasının yüzündeki garip ifadeyi fark etmedi. Hayatı önemseyecek kadar mutlu bir insan değildi çünkü. Eşinin içeri girmesini bekledi ve ardından kapıyı kapattı. Murat Bey ise telaşlıydı. Gözlerindeki eski sıradanlığın yerini tutku almıştı. Yazma tutkusu… Bu tutku koyu kahverengi gözlerine bir canlılık, bir parıltı katmıştı. Odasına geçti ne karısına ne çocuklarına selam vermeden. Karısı bunu çok umursamadı. Belki de herhangi bir şeyi umursamayı unutmuştu. Murat Bey kağıt kalem aramaya başladı. Kendisini bir tutsak gibi hissediyordu. Kurtuluş yolu ise kağıt kalemdi. Kağıt kalemini aldığı anda bir rahatlama hissetti. Hareketleri yavaşladı. Bembeyaz kağıda küçük bir çocuğa bakar gibi bakıyordu, ne yapacağını bilmeden. Yavaş yavaş başladı hikâye yazmaya. Hayat onun için durmuştu sanki. Her gün hissettiği üzüntü, mutluluk, öfke, korku ve hayal kırıklığından farklı olarak tutkuyu hissetmişti ruhu olmayan bedeninde. Bu tutku hikâye yazmaktan geliyordu. Yazarken zaman hızla akıyor, akrep ve yelkovan birbirini hızlıca takip ediyordu. Birden kızının ona seslendiğini duydu: 8


-Baba! Yemek hazır, haydi sofraya gel! -Gelmeyeceğim, diyerek kestirip attı. O günden sonra bir daha eskisi gibi olmadı. Hikâye yazma tutkusu ona hem sonsuz mutluluk hem büyük bir ıstırap veriyordu. Birisi sadece kağıtlarına dokunmaya çalışsa bile büyük bir öfke duyuyordu. Çünkü hikâyeleri sadece ona aitti. Akşam yemeğine katılmıyor ailesiyle konuşmaya tenezzül etmiyordu. Çok zayıflamıştı. Dış görünüşüne eskisi kadar önem vermiyordu. Hafta sonları ruhuna renk katabileceği günlerdi. Çalışmadığı günlerde saatlerce, istediği gibi yazabilirdi. Lakin o gün farklı bir şey oldu. İlk hikâyesinin kahramanı Melek’i gördü. Dış görünüşü tam kafasında tasarladığı gibiydi. Hafif çiller, yorgun yeşil gözler ve simsiyah saçlar… Çok mutluydu. Artık kendi yarattığı dünyada hayal ettiği gibi yaşayabilirdi. Bu dünyanın tanrısı o olabilirdi. O günden sonra yazdığı tüm karakterleri görmeye başladı yavaş yavaş. Hatta bir gün en sevdiği karakter olan Mehmet ile aralarında şöyle bir konuşma geçti. İlginç ve korkutan bir konuşma: -Bugün de çok konuşkansın, dedi Mehmet. -Öyleyim ve çok mutluyum. -Sanki tiyatro oyunu sergiliyoruz, deyiverdi Mehmet. -Hangi oyun? Şaşırmıştı Murat Bey. Tiyatro oyunu yazdığını hatırlamıyordu. -Adını düşünmene gerek yok ben söyleyeyim: Kuklacı ve Kuklaları Murat Bey beklemediği bu cevap karşısında irkildi. Günler geçmiş Murat Bey bu konuşmayı unutmamıştı. Bir akşam eve gelen misafirlerden sıkılarak yine odasına geçmiş kendi dünyasında yaşamaya başlamıştı. Birden kapı açıldı ve tüm evi halkının kendisine deliymiş gibi baktıklarını gördü. Murat Bey için bu bakışlar bir dönüm noktası oldu. Kendine geldi. Şu an ne yapıyordu? Aklına tek cevap geldi: tüm hayatı boyunca hiç kimsenin hissettiremediği tutkuyu yarattığı kuklalarında bulmuştu. Fakat bedeli ağır olmuştu. Gerçeklik algısını kaybetmişti. Gözyaşları akmaya başladı. Akrep ve yelkovan bu sefer durdu. Durdu, durdu, durdu gözyaşları dondu. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Hiçbir şeyi umursamadan kuklalarıyla oynamaya devam etti. O an anlamıştı kendi yarattı oyunda kuklacı değil, ana kukla olduğunu. Zeynep KAYA 9


GENÇLİĞİM Omuzlarım taşıyamıyor Yüklediğiniz yükleri Geri verin bana Doyamadığım gençliğimi Kalbim atmıyor sanki Ölü bir beden gibi Sizden bir ricam var Geri verin gençliğimi Bir tek şiirler kaldı Dertlerimi anlatan Gençliğimi aldınız Bırakın şiirlerimi Fatma Feraye ASLAN Çizen: Rüveyda Serra URMAT 10


“Eline bir kitap al artık!” “Bırak o telefonu, bir kitap oku!” “Oku! Okusana diyorum sana!” “Hemen odana çık ve kitap oku”. Her ne kadar gençler bu ve buna benzer cümleleri sık sık duysa da ben sorunu sadece onlarda değil yetişkinlerde de aramak gerektiğini düşünüyorum. Biz yetişkinler ne kadar okuyoruz ki evlatlarımız da okusun? Sahi, neden okumuyoruz? Okuma isteği, hevesi, becerisi... Adına ne demek isterseniz... Bunu kazanmak bir süreç. Bu süreci iyi yönetemedikçe bataklığa saplanıyoruz. Çırpındıkça bizi daha çok içine çeken bir bataklık. Tam da bu noktada Daniel Pennac bize “Roman Gibi” kitabıyla yol gösteriyor. Çocuklara kitap okumayı sevdirmek için çabalarken yapılan hataları yüzümüze tokat gibi çarparken asıl yapılması gerekenleri en şefkatli cümleleriyle anlatıyor. Bunu yaparken de kitabının pedagojik işkence malzemesi olarak kullanılmamasını rica ediyor okuyucudan. Arka kapak yazısında kitap okurunun haklarını görünce anlıyoruz elimizde herhangi bir kitap olmadığını. Evet , Pennac’a göre kitap okurunun hakları var: 1.Okumama hakkı 2.Sayfa atlama hakkı 3.Bir kitabı bitirmeme hakkı 4.Tekrar okuma hakkı 5.Canının istediğini okuma hakkı 6.“Bovarizm” hakkı 7.Canının istediği yerde okuma hakkı 8.Çöplenme hakkı 9.Yüksek sesle okuma hakkı 10.Susma hakkı Sevgili gençler, Biliyorum bu konu en çok sizin kanayan yaranız. Doğru yerden başlamadıkça bu yara asla kapanmayacak. Geleceğin yetişkinleri olarak bu döngüyü sizin kıracağınıza inancım tam. “Roman Gibi” size doğru bir başlangıç sunabilir. Ne dersiniz? Keyifli okumalar dilerim. Şimdi ve bir ömür... Zehra ERSERT Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni ROMAN GİBİ Zehra Hoca'nın Kitap Önerisi 11


Vejetaryen Tolstoy Zengin bir ailenin çocuğu olarak doğan Tolstoy, et yemenin tutkuları denetim altına aldığına inandığından hayvansal gıdaları yemeyip, yulaf lapası, sebze çorbası ve ekmek tüketmiştir. Çirkinlik Sanrısına ve Yaşlılık Korkusuna Sahip Cahit Sıtkı Tarancı Türk şair ve yazarlardan olan Cahit Sıtkı Tarancı, kendisini hiç beğenmez ve çirkin bulurmuş, Şairin tek takıntısı bu da değilmiş, bunun dışında yaşlanmaktan da oldukça korktuğu bilinmektedir. Yaşlanma Takıntısı Olan Victor Hugo Fransız edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan yazarın hayattaki en büyük takıntısı yaşlanma fobisiydi. Bu yüzden vücudunun diri kalması için her sabah uyandığında buzlu su ile duş alır, sesinin güzel kalması için de çiğ yumurta içerdi. ÜNLÜ YAZARLARIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ 12


Beyaz Pantolon Ve Nazım Hikmet Nazım Hikmet Ran ya da Türkiye’den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nazım Hikmet Borzecki Türk şair ve yazardır. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve birçok ödül almış yazarın en karakteristik özelliklerinden biri ilham geldiğinde aklına gelen sözleri beyaz pantolonu üzerine not almasıydı. Kahvekolik Balzac Asıl adı Honore Balssa olan daha sonra ismini Balzac olarak değiştiren Fransız yazarın hayatta vazgeçemediği tek şey kahve tutkusuydu. Gün içerisinde yaklaşık elli fincan kahve içen yazar, kahve yaptıracak birini bulmadığı zamanlar kahve çekirdeği çiğnerdi. Temizlik Hastası Gürpınar Türk romancı ve gazetecilerinden olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın en büyük takıntısı temizlikti. Öyle ki bu takıntısı yüzünden hiç evlenmemiş, sürekli eldiven takmış ve mümkün olmadığı sürece evden dışarı çıkmamıştır. Hazırlayan: Nisanur SEKMAN 13


Oğuz Atay’ın bilinen hikâyelerinden olan “Unutulan”,yaşadığımız gerçeklikten uzak ama ara sıra uğradığımız -tıpkı bir tavan arası gibi- karanlık ve tozlu olan bilinçaltında geçer. Bu ayrıntı aslında hikâyeyi anlamamıza yardımcı olur. İlk okuduğumuzda bu kısmı anlamadığımız için hikâye anlamsız ve karışık gibi görünüyor olabilir ama eğer mekâna bir bilinçaltıymış gibi bakarsak her şey daha anlamlı hâle gelir. Hikâyedeki ana mekân olan tavan arası, tozlu ve karanlıktır. Fakat bizi şaşırtan ve olayın konusu olan bir cesettir. Evet, tavan arasında bir ceset vardır: “Kadının eski aşkı” İşte size başlığa uygun bir öge: “UNUTULAN” Tavan arasındaki onca şeyin arasında kadının görmeyene kadar aklının ucundan geçmemiş olan, diğer eşyaların yanında orada olması acayip görünen biri. İşte bu adam kadının beyni tarafından tamamen unutulmuş, silinmiş ama kalbinde bir yerde hâlâ hayatta. Atay, bu kısmı bize adamın beyninin tamamen yenmiş olması ile anlatmış ve yine bizi harika yazarlığına hayran bırakmıştır. Verilmek istenen bir diğer mesaj: “Beyin unutabilir fakat kalp her zaman hisseder’’ Kadın bu yüzden ona “Sen olmasan yaşayamam.” demiştir. Evet, beyin sözü unutarak sözün verildiği kişiyi öldürür ama kalbinin derinliklerinde her zaman hisseder. “Oralarda bir yerde yaşıyordu elbet” der kalp ve avutur kendini. Hikâyede şöyle bir kısım da var ki bizi gerçek dünyadan tam olarak ayrılmadığımıza ikna eder ve okuyucuyu gerçekle bilinçaltı arasında köprü kurmaya çağırır. Bu gerçek, kadının yeni sevgilisinin içeri giremiyor oluşudur. Ama dışarıdan duyup içeridekiyle konuşur veya ona bir şeyler verir. Bu ayrıntıyla, olaydaki somut ve soyut kavramların iç içe geçmesini ve hikâyenin gittikçe etkileyici olmasını sağlar Atay. “Unutulan” da bizim burada anlattıklarımızı ve daha nicelerini, ayrıntılı ve edebî zevk verecek şekilde anlatır. Bizler de “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyen Oğuz Atay’a, uzaklardan bir yerlerden tüm insanlığı gördüğünü düşünerek “Bizler de buradayız sevgili Oğuz Atay, rahat uyu.” der, selam yollarız. Edebiyatla kalın… Argeş ALAGÖZ UNUTULAN "Tavan arası" ile Oğuz Atay'ın anlatmak istedikleri... 14


YALNIZ Hafta sonuydu. Evde sıkıldığından dışarı çıkmaya karar verdi. Uzun zamandır burada yaşıyordu. Eskiden burayı daha çok severdi çünkü huzurluydu. Sakin bir mahalle olmuştu burası hep. Ama şimdi öyle miydi? Geceleri gürültü eksik olmaz, ona rahat bir uyku uyutmazdı. Ya araba kornaları ya da aşağıdaki dükkanlardan gelen sesler vardı. Bu yüzden şimdi buraya yabancı olmuş gibi hissediyordu. Uzun süre yürümeye devam etti, deniz kenarına geldiğinde yavaşladı. Etrafa bakındı boş bir bank bulmak için. O sırada gözü baloncuya takıldı. Etrafındaki çocuklar paralarını uzatıyorlardı, renk renk balonlardan alabilmek için. O an baloncunun elindeki bir balon diğerlerinden ayrılarak tek başına gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Kendine benzetti o balonu; tek başınaydı o da. Deniz kenarında herkes sevdikleriyle, arkadaşlarıyla, ailesiyle bir yerlerde oturuyor veya yürüyordu. O kendini işine adamıştı, bu da onu diğer insanlardan soyutlardı. Boş zamanlarında mutlaka kütüphaneye gider orada kitap okurdu. Gidemese bile evde kocaman bir kütüphanesi vardı. Onun en iyi arkadaşı kitaplardı ama bazen düşünürdü “Daha farklı olur muydu?” diye. Boş bir bank bulup oturdu. Denizi izlemek onu rahatlatan şeylerden biriydi. Güneş batmaya başlamıştı. Bir kitapta okuduğu yer geldi aklına. Gün bittiğinde güneş batar, ay ortaya çıkardı. Sürekli birbirlerinin peşindelerdi ama kavuşamazlardı, birlikte değillerdi. Kendine benzetti. Onun da aslında bir sürü arkadaşı, sevdiği olabilirdi ama o kaçmayı seçerdi. Ayağa kalktı ve yürümeye devam etti. İleride bir park vardı. Bir grup çocuk birlikte oyun oynuyorlardı. Gözüne kenarda oturan çocuk takıldı, tek başınaydı. Bir süre izledi. İzlerken yanına çocuğun annesi gelmişti. Düşündü, en azından onun yanında onu seven birileri vardı. Annesi, babası. Oysa o, onları da kaybetmişti. Burada daha fazla kalmak istemediği için ayağa kalktı ve yürüdü. Havanın karardığının farkına varana kadar yürüdü. Yolun karşı tarafında olan dükkanlardan birinde çalan şarkıyı duydu: Bir tekne var açıkta halatından kurtulmuş Tepede kuyuymuş yağmursuz kurumuş Gökyüzünde bir martı sürüsünden kovulmuş Öyle olmayacağım, değil mi?.. Ahsen ALLİŞ 15


G E R Ç E K L E R A nla m a yın c a h a y a tı Göremeyince gerçekle ri İçimdeki nefret A r t tı g ü n d e n g ü n e K a r a r dı b ü t ü n r e n kle r Y a ş a m a k a nla mını yitir di Ama bir gün geldi Tüm duygularım sona erdi Karanlıktan çıktı ortaya Gökkuşağının renkleri Daha sonra başladı Tıpkı bir fener gibi Yolumu aydınlatmaya Nefreti söndürdü Sevgiyi öğretti Yavaşça tanıştırdı Hayatın gerçekleriyle Gördükçe hayatı Anladım yaşamayı Sevmeye başladım Gördüğüm renkleri ve sevgiyi Melek Azra KOÇ 1 6


HAYAL KIRIKLIKLARI MÜZESİ Evet kaçıncı oldu bilmem. İnsan sayar mı hiç ya da biriktirir mi avuç avuç hayal kırıklarını bir koleksiyoncu gibi. Belki bir, iki, üç ya da bilmem kaç yüz elli. Sayılarla pek de aramız yoktur zaten. Oturup tek tek parmak hesabı yapmadın elbet, sayılmaz da hepsi hem sayıp ne yapacaksın ? Başın göğe mi erecek ? Yabancı değilsin bu konuya senden, benden hem içimizden biri cebindeki kırıntılar, elindeki çizgiler kadar küçük hem de sırtındaki ceket, dizinde çocukluktan kalma bir yara izi kadar senden seninle bir durumdur şüphesiz. Oldukça kalabalık olsak gerek değil mi ? Söyle bana nelerde, nerelerde yüzünü asıp dudağını büküp gözlerini doldurdun masum damlalarla ? Neyse boş ver sende kalsın cebindeki hakikatler. Tek bir bölgeye, yöreye, coğrafyaya, dile ait bir şey değil ki bu durum. Evrensel bir genellemedir hayal kırıklığı, metre kareye düşen mutluluklara ters orantıda. Bazen tek ayağı kısa bir masadan yuvarlanıp düşen bardak akıbetidir hayal kırıklığı tuz buz olur anında bazense yağmurlu geçen bir hafta sonu tatili kadar buruk. Ne cinsiyet ne yaş ne ırk fark etmez, elbet vardır herkesin koliler dolusu hayal kırıklığı. Değişir her şey, değişir zaman, mekân, insanlar, mesela boyun, kilon, yediğin yemek, giydiğin kıyafet, düşüncelerin, bindiğin araba, sevdiğin kitap oysa aynı modernliğini korur hayal kırıklığı sende. Hep aynı seste çalan arka fon müziği gibi değil mi ? 17


Hepimizin bir hayal kırıklığı vardır geleceğe dair geçmişten gelen. Kaç kez tozlu topraklı yollara savurdun yıkılan hayallerini ? Hiç sevmedin mi çocuklukta yukarı mahallenin kızını sade sevdalara dair, bilmem belki de kırılan en güzel oyuncağın üzdü seni, belki de özgürlüğün ne olduğunu bilmeden kafesinde tuttuğun kuşun avuçlarından uçup gitmesi olmuştur kıran seni belki arkadaşlarının sensiz gittikleri kaçak yaz gecesi sinema buluşmaları belki de okulun son günü karnenin can sıkan hali belki parasızlıktan yaz sıcağında alamadığın dondurma belki mahalle arasında oynatılmadığın oyunlar belki yol kenarındaki çalılara düşmekten süremediğin bisiklet belki tırmanamadığın ağaç belki yaz sıcağında atlayıp yüzemediğin serin sular belki, belki, belki... Eminim vardır senin de bir parçan bu müzede. Toz pembe bulutlardan sert bir zemine inişe maruz bırakan durumlar parça parça, kucak kucak. Olur onlar boş ver hem değil mi ki hayal kırıklığı insanoğlunun ucu bucağı olmayan sonsuz isteklerinin, sonsuz mutsuzluğunun dizgini, küçük mutluluklarınsa kamçılayıcısı. Bizi hakikate bir adım daha yaklaştırandır aynı zamanda. Elbette son sürat hızlı bir araba gibi duvara toslayıp çok kez oturup düşünmüşsündür kafan ellerinin arasında. Düştüysen kalkmasını bileceksin demişler. Hem her hayal kırıklığı yeni bir mutluluğun ilk adımıdır değil mi ? Sonuçta şu cümleyi yüzlerce kez kullandık. '' bundan sonra temiz bir sayfa açacağım.'' Evet tebrikler maçta eşitliği sağladın ve her şey senin için yeniden başlıyor! Öyleyse nice mutluluklara, dudağında güzel günlere dair bir ıslık çala çala. Adnan Semih DUMLUPINAR Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni18


8 NİSAN Her sabah olduğu gibi bu sabah da sahil kenarına gitti Yağmur. Nefes almak istiyordu ama bu çok da mümkün değildi. Çünkü o bu hayattan çok büyük bir darbe yemişti. Anne ve babasını kaybettikten sonra başlamıştı her şey. Altı yıl önce 7 Nisan’da yurt dışında güzel bir kariyere ve mükemmel bir yaşama sahipti. 8 Nisan’da bir telefonla hayatı yerle bir oldu. Çünkü ailesini kaybetmişti. Evin tek çocuğu olan Yağmur son görevini yapamamıştı. Gözünü her kapattığında susmayan bir vicdan azabı vardı artık. Belki de Tanrı onu cezalandırmak istedi. Her zamanki kayalıklara geldiğinde yerine oturmuş ve gözlerini derinliklere dikmişti. Ardından artık isyan edercesine akan gözyaşları firar ediyordu. Halbuki bahar gelmişti. İnsanların yüzlerindeki tebessümlerin çoğaldığı, umutların bitkiler gibi yeşerdiği, gönüllerin sevda kapısına açıldığı bir mevsimdi. Ama bizim kız için aynısı geçerli değildi. Hatta artık mevsimlerin bir önemi yoktu. Af dilemek için avuç içlerini göğe açtı. ‘’Lütfen beni affet! Ben onlarsız bu yaşamda bir hiçim beni de onların yanına alsan. Hem ben vaadini doldurmuş bir yıldız gibiyim artık. Yanlarına varmak için sadece Sen’den bir işaret bekliyorum’’ dedi. Ellerini yüzüne götürerek ‘’amin’’ dedi. Gözlerini kapatıp deniz kokusunu içine çekti, deniz dalgalarının kıyıya vuruşunu dinlemek için kulak kabarttı ama başla bir ses vardı. Kayalıkların arasına kafasını uzattığında bir cam şişenin kayalıkların arasına sıkıştığını gördü. İçinden –başkasınındır- diye düşünerek almamaya karar verdi. Lakin şişenin üstünde kendi adını görünce şaşırdı. Bu iş gittikçe daha korkutucu bir hal almaya başlıyordu. Ayağa kalktı ve ayağını sabitledi, bir eliyle de kayadan destek alarak öne eğildi. Birkaç denemenin sonunda şişeyi almayı başarmıştı. Doğrulduğunda şişenin tıkacını açtı ve içinden kağıdı aldı. Derin bir nefes alarak okumaya başladı.‘’Merhaba dostum ben Yıldız; Umudu kaybetmiş, yaşam sevinçlerini yitirmişlerin adına yazıyorum. Aramıza katılır mısın? Eğer ki cevabın ‘’Evet’’ ise yarın Manavkuyu Mah. 1271 sokakta Özbir Apartmanının önündeki servise binerek aramıza katılabilirsin. Biz seni burada görmekten çok hoşnut oluruz.’’ Cümleler biter bitmez kağıdı cebine koydu. Nefes alış verişleri hızlandı. Yüzünün rengi ruhtan farksızdı, kaskatı kesilmiş ayaklarından saç tellerine kadar titriyordu. İlk önce sağa Sonra sola En sonunda arkasına baktı. Kimsecikler yoktu, koşmaya başladı. Koşuyor, koşuyor ve koşuyordu. Evine geldiği zaman kapıyı kilitledi. Ayakkabılarını çıkarttı ve kendini kuş tüyü gibi olan yatağına tıverdi. Yazıyı tekrar tekrar okumaya başladı. Camın kenarına gitti, yoldan geçen insanlara baktı. Sanki onlar bir şeyler anlatmaya çalışıyordu Yağmur’a. Ya anıları bırakıp gidecek ya da kalkıp bitik bir yaşam sürmeye mahkum olacaktı. Elif Eda ÇOBAN 19


BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK Özellikle modern edebiyat eserlerinde karşımıza çıkan bir anlatı tipi olan büyülü gerçekçiliği, bu türle ilişkili kaynakları okumadan anlamak biraz zorlayıcı olabilir. Bu yazıda “gerçekçilik” ve “fantastik” kavramlarını karşılaştırarak açıklamaya çalışalım. “Büyülü gerçekçilik” –net bir tanım kurmak gerekirse- gerçek hayatta yaşanabilecek olayları gerçekçi bir üslupla anlatırken normal şartlarda yaşanması mümkün olmayan olağanüstü olayları anlatıya dahil eden bir yazı üslubu olarak tanımlanabilir. Bu yöntemi kullanan yazarlar çoğu zaman bu doğaüstü olayları da anlatının gerçekçi yapısı içinde ele alırlar. Bir başka deyişle; sokağa çıkmak, yürümek, hırsızlık, cinayet gibi günlük hayatta yaşanabilecek olaylar ile bir karakterin göğe yükselmesi gibi doğaüstü olaylar aynı ‘olağanlık’ seviyesi ile anlatılır. Durumu daha iyi anlamak için “gerçekçilik” kavramı ile edebiyatta büyülü unsurlarla ilişkilendirilen “fantastik” eserleri ele alıp büyülü gerçekçiliğin bu şemaya nasıl yerleştirilebileceğini görmek faydalı olabilir. Gerçekçi edebî eserler kavramın kendisini doğaüstü veya olağanüstü bir olayla anlatmadan yalnızca gerçek hayatta karşımıza çıkabilecek olayları işler. Büyülü gerçekçilik ise yoğun hayal gücü kullanımından alır gücünü. Büyülü gerçekçilik ve fantastik edebiyat ise çok benzer türler gibi görünse de aslında ikisini birbirinden ayıran önemli bir çizgi vardır. Büyülü gerçekçilikte de kurguya yer verilir fantastik edebiyattaki gibi. Fakat büyülü gerçekçilik akımında mekân olağandışı değildir. Fantastik ögelerin çoğunlukta olduğu ve dünyada en çok okunanlar arasına giren Harry Potter romanında olağandışı mekân tasvirlerine yer verilmiştir. İşte bu mekânlar büyülü gerçekçilikte yoktur. Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık’ta gerçeküstü imgelerle gerçek mekânları iç içe geçirerek büyülü bir anlatı dünyası sunar bizlere. Türk edebiyatında ise ilk göze çarpan eser Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” adlı eseridir. Yazar Aktaş ailesinin dışa kapalı bir köyden başlayıp büyük şehirde son bulan serüvenini masalsı unsurlarla birleştirmiştir. Postmodernizmle iç içe olan akım bu anlayışla eserler veren isimleri de etkilediğini görürüz. Zira İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası”, Elif Şafak’ın “Pinhan” eserlerinde büyülü gerçekçiliği görürüz. Büyülü gerçekçiliğin ülkemizde henüz konuşulmayan zamanlarında Hüseyin Nihal Atsız’ın “Ruh Adam” romanının barındırdığı büyülü atmosferi yadsıyamayız. Bu tarz kitapları okuyanların daha yaratıcı düşünceler sergileyecekleri, daha geniş hayal gücüne sahip olabileceklerini düşünürüm her zaman. büyülü gerçekçilik bence edebiyatın ta kendisidir. Çoğunluk bunu fark etmese de bu tarz edebiyat insan üzerinde öyle derin izler bırakır ki adeta büyülenirsiniz. O halde sizi büyüsü altına alabilecek derecede güzel ve değerli olan edebiyattan asla vazgeçmeyin. Ona hayatınızda daha çok yer verin. Daima edebiyatla... Aya BOZAN 20


YOKSUN Gözlerimden bir kızıl damla firar ediyor Kulaklarımda çığlıklar Acı bir duman soluyorum Parmaklarım sızlıyor ince ince Fakat sen yoksun Alıyorum ak bir mendil İzliyorum uzun uzun Kızıl, aka karışıyor Sakındığım yüreğime yangın oluyor Nergisleri müebbete mahkum ediyor Kulaklarımı kapatıyorum Genzim yanıyor Yumruk yapıyor, tırnaklarımı avucuma saplıyorum Fakat sen yoksun Gözlerim seni arıyor Zihnimde kahkahaların yankılanıyor Burnuma çiçek kokusu geliyor, lavanta… Parmaklarım saçlarını okşuyor Ve gözlerimi açıyorum Sen yine yoksun Lorin PAYDAŞ 21


SATRANÇ Adam satranç tahtasına düzensiz bir şekilde dağılan taşlara baktı. Taşları düzeltti ve yerine oturdu. “Hayır, beyaz taşlar benim.” dedi. Oysa onunla taşların rengi için kavga edecek kimse yoktu İrem ALAK 10 KASIM 1938 İşte o gün, yağmur yağmadan sel oldu. Helin ELMASER GÜLLER Yatağına güller bırakmıştı ilk hediyesi olarak yattığı yere güller bırakmıştı son hediyesi olarak Zeynep DURNA Çizen:Nazlıcan CENGİZ SÜMBÜL İçeri tekerlekli sandalyede yaşlı bir amca girdi. -Hoş geldiniz! -Hoş bulduk evladım. -Buyur, ne isterdin bey amca? Kafası karışmışçasına biraz etrafına bakındı, sonrasında yaşlılıktan titreyen elini yavaşça havaya kaldırdı. -Çiçek... Eee bizim hanımın doğum günü... Çiçek alacağım. -Tabi efendim. hangi tür istersiniz? Gül, papatya, kasımpatı, nergis... Kendinden emin bir şekilde: -Sümbül... Sümbül olsun! -Hemen veriyorum. kaç yaşına girdi eşiniz? -68 oldu. 45 yıldır evliyiz yavrum. Neyse... Şu adrese gönderiver çiçekleri. oğlum tek başıma gitmeme izin vermiyor. Kağıdı verdi ve dükkandan söylene söylene çıktı.Kağıtta büyük harflerle şunlar yazıyordu: "Sonsuz sevgime ithafen... *** MEZARLIĞI" Lorin PAYDAŞ Küçürek Öyküler 22


DÖNÜŞÜM Gregor Samsa, bir sabah kasvetli düşüncelerinden uyandığında kendisini yatağında tekir bir kediye dönüşmüş vaziyette buldu. Yorgan ve yastığını fark etmeden yırtıp parçalamış olmalı ki her yer bembeyaz pamuklar içindeydi. ‘’ Bu bir rüya olmalı’’ diye düşündü ama değildi. Eskiden darlığından ve küçüklüğünden dolayı her boşlukta anne babasına şikayet ettiği odası şimdi çok daha büyük gözüktü gözüne. Ama onu kediye dönüştüğüne sevindiren tek şey bu değildi. Sonunda hiçbir iyi şeyi hak etmeyen, başkalarının bataklıklarında kendi parçalarını toplamaya çalışan Samsa gitmişti. Ya da sadece öyle umut ediyordu. Onun yerine artık özgür olup kendince yeni bir hayat yaşayabilirdi. Ama yarı ünlü biri sayılırdı. Geçen sene satranç müsabakaları ikincisi olmuştu. Birçok gazete ve dergide yer almış, pek çok makaleye de konu edilmişti. Bu yıl yapılacak satranç turnuvalarının başlamasına ise sadece iki hafta kalmıştı. Kendisi katılmayı çok istemese bile yakın arkadaşlarının destekleyici konuşmalarını, ikna etme çabalarını dinlemek hoşuna gidiyordu. Bu yüzden telefon araları bir türlü bitmek bilmiyordu. Yine o anlardan birindeydi. Ama bu sefer -açmasa da olurdiyebileceği birisi değildi. Arayan kişi aynı zamanda geçen seneki başarısından sonra birkaç kere el sıkıştığı ve bunun dışında sadece numarasını alabildiği, turnuvaları organize eden yetkili kişilerden birisiydi. Açmak istiyordu, bu adamın hayranıydı. Ama telefonu dolabın üstündeydi. Gerçekten nasıl gitti oraya? Şimdi oraya ulaşmak için uzun bir parkur yapmak zorundaydı. Yataktan rahat bir şekilde çalışma masasına atladı. Sola arka ayağına çarpan raptiyelerden bahsetmek bile istemiyordu. Çizen: Nazlıcan CENGİZ 23


Saatleri yenilemeyi, onları tamir etmeyi çok severdi. Bu raptiyelerle de uzun notlar alıp ahşap panosuna notları sabitliyordu. Kimisine göre saat tamirciliği çok gereksiz ve kolay bir meslekti. Ama Gregor, kendini saatlerine adamıştı. İşini zevkle ve olabilecek en mükemmel şekilde yapıyordu. Birkaç tehlikeli sayılabilecek hareket sonucu dolabın üstüne ulaşmıştı. Kendisi ile gurur duyuyordu ama bu gururunu kendinden başka kimse bilmeyecekti. Sırıttı, telefonu açtı. Sesi normalden çok daha tiz ve garip çıkıyordu. Arada sırada bilerek öksürüyor, en azından beni kedi olarak değil de hasta olarak hayal etsin diye içinden geçiriyordu. Bulaşıcı bir hastalık bahanesiyle odasının kapısı iki haftadır açılmamış, onu kimse de açmak için çalmamıştı. Aslında açmak da istemiyordu. Yemek ve su ihtiyacını pencerenin kenarından sızan yağmur suları ile ve çöp kutusunda bulunan bayat küflü ekmekler ile gideriyordu. Ara sırada da olsa sokağa çıkıp yağmur birikintilerinden su içerdi. Ama sonsuza dek böyle devam edemezdi. Birilerinden yardım alması gerekiyordu. Dışarıda olduğu zamanlar tanımadığı insanlar tarafından okşanmak ona ailesinin verdiği sevgi ve şefkatten çok çok daha fazlaydı ama onlar da ailesiydi işte n’apsındı ? Yardıma ihtiyacı olunca yanına koşacak başka biri aklına gelmedi. Bu sefer eve kapıdan girdi ve kapıyı açan annesine her şeyi anlattı. Annesi başta ona çok kızdı, sonrasında ise nasıl bu hale gelebileceğini merak edip durdu. Babası o sıra arka odalardan birinde konuşulanları işitip koşarak oğlunun yanına geldi ve birkaç sahte gözyaşı döküp onunla dertleşti. Sanki üzülmekte bir yana sevinmiş gibiydiler. Ama neden olduğunu hiçbir zaman zaman sormadım, soramadım onlar da hiç anlatmadı. Reyyan BÜYÜKHATİPOĞLU Çizen: Nazlıcan CENGİZ 24


PARASIZ YATILI Çağdaş Türk edebiyatının önemli ismi Füruzan'a Sait Faik Hikâye Ödülü kazandıran öykü kitabından "Parasız Yatılı"ya ayrıntılı bir bakış... “Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı’ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet.” Öykünün ilk satırlarında bizi “yoksulluk” kavramı karşılıyor. Bir börekçide yemek yenecektir fakat annesi ‘”N’olacak kırk yılda bir ziyafet” diyerekbu ziyafete karşılık keyifli bir bedel ödeneceğini anlatır. Bu satırlarda yoksulluk kavramına anlatılmaz, hissettirilir. Füruzan öyküde yoksulluk ve mazlum kavramlarına doğrudan vurgu yapmaz. Ancak metin boyunca özellikle yemekle olan betimlemelerde ortaya çıkan yoksulluk ve mazlumluk kavramları incelikli bir biçimde ve gündelik bir dil edasıyla anlatılır. “Annesi durmadan konuşuyordu böyle konuşkanlığının geçmişteki tek günü hastaneye hasta bakıcı olarak aldığı gündü.” Bu cümlede anneyi konuşkanlaştıran durum ‘yoksulluktan kurtulma umudu’dur. “Çocuk o zamanlar 3. sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu”. Önlüğün renginin ağarık bir karaya dönüşmesi o önlüğün en az 3 yıldır giyildiğinin veya başka birinin eskisinin hâlâ kullanılmasıdır. ‘Ağarık bir kara’ olarak nitelendirilmesi Füruzan’ın gözlem gücünü ustalıkla gösterir. “ Arka sırada oturmayı, Kızılay kolundan yemek yemeyi, ulusal bayramlarda şiir okumamayı…” diye uzayan bir cümle vardır ki burada bize yoksulluğun ayrımcılığa, arka sıralara itilmişliğe, gözden uzak tutulmuşluğa yine kendine özgü üslubuyla yazarın doğrudan söylemeden ima ettiğini gösterir. Başhemşire iş görüşmesinde anneye “Güzel kadınsın ciddi ol burada oluru olmazı bulunur. Bir şey denirse senden bilirim. Malum kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikâyesi” der. Bu konuşmada yoksul ve işçi bir kadının toplum gözüyle nasıl algılandığını ima eder. Anne hasta bakıcı olarak işe başlayacağı için ancak izinli günlerde eve gidecektir. 25


“ İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan peynirle tükenmez yaptılar masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba evde babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış , ferahlığın korkusuzluğun anısıydı.” Füruzan bu paragrafta annesinin işe gitmesiyle oluşacak bu boşluğu ailenin eski hatıralarıyla kapatmak istemiştir Beden eğitimi dersine katılmamak belki de eşofmanı olmadığı için uğradığı haksızlığı gösterir. “Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları.” Çünkü yoksul çocuklar çabuk büyüyerek sorumluluğu erkenden almak zorundadırlar. “Yüksek bir kapının yanında durdular.” Bu kapı yalnızca bir okul kapısı değil bir annenin ve kızının ‘umut kapısıdır’ aynı zamanda. Annesi saygıyla bir soru sorar hademe kadın ise ilgisizce cevap verir. Füruzan hikâye biterken son darbeyi vurur hassas kalplere: “Parasız yatılı imtihanların çocukları her zaman erken gelirler hiç gecikmezler”. Hikâyenin değerinin ‘Anlatmayıp göstermek’ te gizli olduğunu söyler. İyi ki söyler, iyi ki vardır Füruzan. Her satırında yoksulluğun, çaresizliğin okunduğu bu öykü edebiyatımızın en kıymetlilerindendir kanımca. Sevgiyle… Tuana İLYAS 26


GENÇLİK Bir bahardı gençlik, yaşamasını bilene Bir tren misali geçti mi gelmez Hiçbir düşe sığmaz, sonsuz gelir insana Ama bilinmez ki bir bahar gibi geçer Çağlayan bir nehri durdurmak ne mümkün Gençlik timsali sanki ebedi sürecek Toz pembe hayaller, deli fikirler Bitmeyen bir coşku sanki ebedi sürecek Berfin POLAT Çizen: Rüveyda Serra URMAT 27


SAHİLDE Sahildesin. Güneş tepeden gülümsüyor sana. O da ne? Bir şişe, içinde bir not. Korktun mu? Tıpayı yavaşça açıyorsun “pıt”. İçindeki notu alıyorsun. İki cümle… Çok net! İki cümle… Dizlerin titriyor, başın dönüyor, gözlerin kararıyor ve çöküyorsun. Kağıtta yazanlara tekrar bakıyorsun. “Hayatının son üç günü. Tereddüt etme!” Bu not sana! Aklında bin soru… Kim yazdı bunu, kime yazdı, neden yazdı? Kimi kandırıyorsun? Sana yazılmış işte. Son üç gün… Sorularını boş ver. Hayatını yaşa. Gerçi yıllardır yaşıyorsun. Yoksa yaşamıyor musun, sadece canlı mısın? Ciddi olamazsın. Bunca zaman… Ah hayır! Sen ne yaptın! Evet sen! Kimsenin suçu değil. Sadece senin suçun. Sen hep gelecek için yaşamışsın. ‘An’ı yaşamamışsın. Geçmişe de takılıp kalmışsın. Sadece üç gün… Çok gülünç, pardon üzücü. Aslına bakarsan hâlâ bir sürü şey yaşayabilirsin. Ciddiyim. Hadi git, ne duruyorsun! Tabiî üzgünsün, kusura bakma. Belki biraz erken oldu ama şunu düşün: Hâlâ hayattasın. Yeni insanlarla tanış; sokaktaki biri, binadaki komşu ya da bir akraba. Bunca zamandır ihmal ettiğin, sevdiklerini hatırla. Onları mutlu et. Anneni ara ya da ona bir çiçek yolla. Kardeşini mutlu et, ona sarıl. Bir yaşlıya yardım et. Üç gün izin al. Çalışma. Kendine vakit ayır. Sadece üç gün. Üç yüz altmış iki gün çalış istersen. Ama en azından üç gün insan ol be! Senden çok şey istemiyorum. Kendim için de demiyorum. Senin için… Bugün ölürsen pişman olma istiyorum. “Vay be, ne üç gündü.” dersin. Özledikçe yenilersin o üç günü. Haydi kalk! Mutlu ol, mutlu et! Sev, sevil; gül, güldür, ağla, ağlayanı dinle; pişman ol, ders çıkar. İnsansın en azından üç gün. Argeş ALAGÖZ 28


Adnan Semih Hoca'nın Kitap Önerisi OĞULLAR VE RENCİDE RUHLAR ‘’Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar.’’ cümlesi karşılıyor bizi romana başlayınca. Roman, okuru çocukluğun o saf, cesur ama biraz da vurdumduymaz zamanlarına götürüyor. Roman 2004 yılında yayımlandığında bize 5 yaşında - büyümüş de küçülmüş- bir çocuğun dedektif rolüne soyunmasını anlatmaktadır. Kitabın yazarı Alper Canıgüz, ilk eserden sonra bu afacan çocuğun serüvenlerine Cehennem Çiçeği ve Kıyamet Park isimli kitaplar ile devam etmiştir. Kahramanımız Alper Kamu, 5 yaşın olgunluğu ile orta halli bir ailenin tüm sıkıntılarına göğüs germekte, anne ve babası arasındaki dengeyi sağlamaktadır. Çocuk mu büyümüş mü yoksa uzaydan mı gelmiş diye bizleri şaşırtan Kamu, okur için bazen hayrete düşüren bazen de sorgulatan bir illüzyondur. Ağızları açık bırakan bir gösteri misali. 5 yaşlarında mahallede arkadaşları ile bilye veya saklambaç oynaması gerekirken o evinde hayatı sorgulamakta, yaşıtları masallar okurken o Dostoyevski, Oğuz Atay okumakta, arkadaşları ninni dinlerken de Shastakovich dinlemektedir. Bu afacan bunların yanı sıra da bir cinayeti çözmenin yoluna baş koyar. Yazar, 5 yaşındaki çocuğun yaptığı şeyleri bizlere öyle kolay ve rahatça kabul ettirir ki biz romanın ilerleyen safhalarında artık Alper Kamu’yu sorgulamayıp onun yaptığı her şeyde kendimizi de onun yanında hissederiz. Biraz garip, biraz komik, biraz sevimli ve fazlaca da absürt. Romanda Alper Kamu kendisini, komşuları Hicabi Bey’in ölümünü ve ölümünün ardındaki sır perdesini araştırmaya adar. Yazar, roman boyunca imkansız bir aşk, bir ölümün muamması ve mahalleden düşmanı olan Gazanfer ile çekişmelerini bizlere sunarken, bunun yanı sıra bizleri yer yer kahkahaya yer yer de hayrete düşürmeyi başarır. Bu roman bir lunaparkın bizi uzaktan çağıran o albenili ışıkları gibi sanki hem baş döndürücü hem de mutluluk verici. 29


GEÇTİ YİNE ZAMAN Geçti,gitti yine zaman Ben hiçbir şey yapamadan Yok çocukluğum eskisi gibi Çayırlarda gezen mutlu çocuk gibi Geçti, gitti yine zaman Ben bir şey yapamadan Aldılar gençliğimi elimden Ben arkama bakarken Sonra yaşlılık geldi, Daha onlara doyamamışken Pişmanım şimdi Eski fotoğraflara bakarken Sıra geldi mezara, O soğuk toprağa... Giderken bedenim Tahtadan tabuta Bu kadar mı dünya? Nasıl olsa girdik yine toprağa Yaşayamadan hiçbirini Yazıldı ismim o mezar taşına Hatice Kübra US Çizen: Aslı KAYA 30


İki yıldız arası göğe asılı hamak.... Uyku, uyku...Zamansız ve mekânsız, uyumak. Necip Fazıl KISAKÜREK


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.