ae Flipbook PDF


98 downloads 104 Views 74MB Size

Recommend Stories


AE
MODELO 2013 - 2016 Accesorios FJR1300 A / AS / AE www.yamaha-motor.es/accesorios Yamaha Genuine Options - Equipaje Para viajar por el mundo, o simpl

AE 141
Encuentro sobre uso y resultados de la aplicación de tecnologías económicas para la purificación de aguas en América Latina Proyecto OEA/AE 141 8 y 9

12-AE
10/01/2013 09/01/2013 72634432H 71642544M Firmado por: DIAZ IZQUIERDO CARTON, LOYOLA, RUTH (FIRMA) VICTOR MANUEL (FIRMA) AC: CN=AC DNIE 001,OU=DNIE,O=

Story Transcript

Aralık 22 EUDAİMONİA Özel Bilkent Lisesi Felsefe Dergisi Platon, Hegel, Parmenides, Camus, Farabi... Absürdün karşısında ne yapabiliriz? Değişim mümkün müdür?


Başkan Ece Gökçe Editörler Muhsin Emir Karabağ Bora Tarcan Özgür Efe Eroğlu Sine Ersan Beray Selim Bayam Tan Sarıcan Tasarımcılar Nehir Attar Cansu Aşkın Deniz Özkan Ayşe Elif Eser Demir Ercan Gizem Afyonoğlu İdil Rengin Uz Maya Gül Sandfuchs Yaprak Mocan'a yardımları için özel teşekkürlerimizle.


İçindekiler Absürdün Karşısında Ne Yapabiliriz?. . . . . . . . . . . . . . . 3 Hukuki Positivizmin Temellendirmesi . . . . . . . . . . . . . . 5 Varoluşçu Filozofların Varoluşçuluğa Bakış Açıları. .9 Gülün Adı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Holism In Dirk Gently and Sherlock Holmes. . . . . . . 18 İlk İnsanlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22 Hegel'in Geist’ını anlaşılabilir kılabilir miyiz . . . . . . . . 27 Platon ile Söyleşi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 Koi Göleti. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34 Parmenides’in Varlık Anlayışı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 Değişim Var Mıdır?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 İlk İnsanlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .47 Farabi ve Din. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54 Nietzsche. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .59


Absürd; saçma, tutarsız demektir. Camus, absürd kelimesini dünyayı ve hayatı nitelemek için kullanır. Dünya ve aklımız arasındaki tutarsızlık, gerçek anlamın sadece kafamızda olması sebeplerinden dünya ve üstündeki yaşam absürd olarak tanımlanabilir. İnsan absürdün farkına vardığında buna verilebilecek üç farklı cevap vardır: intihar, inanç ve yaşam. Bu üç seçeneğin Camus’ün ağzından açıklamaları ve günümüzdeki uygulamalarını incelemeyi amaçlıyorum. İntihar en kısa ve öz olay gibi gözükebilir. Absürdü ve yaşamın anlamsızlığını kabullenip yaşamayı reddetmenin neresi karmaşık olabilir ki? Camus ise bu konuya farklı bir noktadan bakıyor. Camus’ye göre intihar absürdü kabullenmek ve absürdle bir olmak değil, tam tersine, absürdü reddetmektir. İntihar, bir anlamda absürdü görmezden gelir ve absürdün sonuçlarına ve getirilerine katlanmak yerine bilinmezliği tercih eder. Aynı zamanda, intiharın sebebine bağlı olarak absürde yenik düşüldüğü de söylenebilir. Kişi absürdün farkına vardıktan sonra hayatın ve varlığın anlamsızlığı fikri kişiye çok gelmiştir. Bu çok gelme karşısında kişinin vereceği tepki büyük olasılıkla absürdü reddetmek ve dolayısıyla yaşlamı reddetmek, aynı zamanda intihar olacaktır. Tüm bu düşüncelerin bir karşıtı olarak, intihar sebeplerinin varoluşsal sorgulamardan bağımsız olabileceğini vurgulamak istiyorum. İntihar çok kişisel ve dolayısıyla çok değişken bir husustur. Tabii ki Camus’nün üstünde durduğu üzere sebebi varoluşsal olabilir, kişinin anlamsız olduğunu fark etmesinin çoğu durumda zihinsel sağlığa iyi gelmeyeceğini hayal etmek zor değildir. Amma velakin, intihar sebepleri çok geniş bir spektrumda incelenebilir. Fiziksel ve zihinsel hastalıklar, ilişkiler, parasal problemler, siyasi zorluklar bunlardan sadece birkaç tanesidir. Tüm bu durumlarda intiharın kökünde hayatın anlamsızlığı değil, hayata verdiği anlamın istemediği yerlere sürüklenmesi ve kişinin durumunun istikrarının bozulması vardır. Bilgesu Bilgin 3


İnanç biraz daha komplike bir sonuç. İlk önce absürdün inançla nasıl bir bağlantısı olduğu açıklanmalı. Absürd, özünde hayatın anlamsızlığını ve saçamlığını barındırır. Herhangi bir dini inancın en temel hali bile bunun tam olarak zıttıdır. İnanç, çoğunlukla tabiat ve olağanın üstünde bir varlık veya varlıkların insanlara amaç ve hayat vermesini kapsar. Bu amaç ve gerçeklik hissi absürde tamamen karşıdır. Bu yüzden absürdü reddetmeye meyilli insanların inanca yönelmesi çok doğaldır. İnanç bilinmeyene inanmak ve kendini adamaktır. Herhangi bir tanrının varlığı inançsız birisi tarafından kanıtlanamaz, varlıklarına inanmak için minimal düzeyde de olsa inanç ve adanmışlık gerekir. İnancın temelinde yatan gözünü kapatıp şu ya da bu inancı benimsemeye ‘to take a leap of faith’ denir. Bu felsefede felsefi intihar olarak adlandırılır. Filozofların inanmaya inancı bir tür intihar olarak niteleyecek kadar karşı olmalarının sebebi inancın kişisel deneyimden çok soyutluğa ve felsefenin temeli olan aklın ötesinde bir bilinmeze dayalı olmasıdır. Ben şahsen inanca karşı olmasam da felsefi intihar olarak tanımlanmasına tamamen katılıyorum. Her ne kadar din felsefesi felsefenin önemli bir başlığı olsa da, incelediği dini sorgulamadığı sürece o din tarafından şekillendirilir ve neticede kısıtlanır. Günlük bir konuşmadan örnek vermek gerekirse, inançlı bir insana ‘neden varsın?’ sorusu sorulduğunda (varlığın olduğu baz alınarak), düşünmeden tanrısını sebep gösterir. İnançlı olmayan veya inancı güçlü olmayan insanlar bu soruya net veya hızlı cevap vermekte zorlanır. Doğamız gereği varlık ve varoluşun anlamını sorgularız. Bir şeye gözü kapalı inanmak bu sorgulama istek ve ihtiyacımızı köreltir, çünkü bize bu tür sorulara verecek standart bir cevap sağlar. Yaşama gelecek olursak, şimdiye kadara söylediğim en temel noktayı tekrar etmek istiyorum: Yaşam şu an tartıştığımız bakışa göre absürd ve anlamsızdır. Camus’a göre, yaşamın bir amacı veya amaç sağlayacak herhangi bir olağanüstü varlık yoktur. Bu kadarı söylendiğinde bu görüş kulağa varoluşçu gelebilir. Fakat, varoluşçuluğun aksine, Camus kişisel bir anlamın varlığına da inanmıyor. Yani kısacası, absürdün anlamsızlığı her şeyi ve herkesi kapsıyor. Bu anlamsızlığa inat, absürde rağmen yaşamak, Camus’ye göre doğru olandır. Fiziksel ve felsefi intiharı şiddetle reddetmesinin sebebi anlamsızlığı kabullenip absürde inat yaşamak ve aslen, yaşamaktan zevk almanın önemidir. İnsanın hayatının öneminin çıktığı noktaya dikkat çekmek istiyorum. Hayatın önemi anlamından değil, aitliğinden doğar. ‘Sisifos’un tüm sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir.’ der Camus, Sisifos Söyleni adlı eserinde. Burada anlamaya çalıştığı hayatın anlamsızlığının hayata ve varlığa yeni bir anlam, kişiye bir otorite verdiğidir. İnançlı insanlar bundan yoksunlardır çünkü varlıklarını ve yazgılarını tanrılarına borçlanırlar. Sonuç olarak, absürdün farkına vardığımzda yapabileceğ imiz üç farklı şey var. En kabul edilemez ve geri dönülemez olanı intihar. Camus buna tamamen, ne olursa olsun karşı. Bir anlamda zihinsel açıdan intihar edip dindar olmak da bir seçenek. Bu günümüzde en sık görülen sonuç. Camus her ne kadar buna da karşı olsa da her zaman bir geri dönüşü var, yani felsefi intihar ebedi değil. Son olarak ve bariz tercih edilen sonuç olarak yaşamak var. Fakat sıradan, 'geçinip gidiyoruz' tarzı yaşamak değil. Dolu dolu, hayatın tüm anlamsızlığı ve absürdlüğüne rağmen yaşamak. Bu da Camus’ye göre tek doğru ve her zaman amaçlanması gereken son. 4


Hukuki Pozitivizmin Temellendirilmesi Muhsin Emir Karabağ Konu: Toplum felsefesi Alıntı: “The existence of law is one thing; its merit and demerit another. Whether it be or be not is one enquiry; whether it be or be not conformable to an assumed standard, is a different enquiry.” – John Austin, The Province of Jurisprudence Determined, Cambridge University Press, 1995, s. 157 Çeviri: “Hukukun varlığı bir mevzudur; onun erdemli olup olmaması başka bir mevzudur. Hukukun kendisinin varlığı bir sorgu alanıdır; onun belirlenmiş bir standarda uyup uymaması başka bir sorgu alanıdır.” Hukukun yapısı ve etik ile ilişkisi Antik Yunan’dan beri tartışmanın odağında olmuştur. Hukukun etik kuralları yansıtması gerektiğini savunan doğal hukuk teorisi ile etik ve hukuk arasında bir bağlantının bulunmadığını ve onun çoğunlukla egemen iktidarın koyduğu kuralların bütünü olduğunu savunan hukuki pozitivizm tartışmanın özneleri olmuştur. Hukuki pozitivizmin etimolojik kökeni, yerleştirmek anlamına gelen Latince “positum” kelimesidir 5


ve Auguste Comte tarafından ortaya atılan “pozitivizm” ile bağlantısı kısıtlıdır. Antik Yunan felsefesinde Sofistler, hukukun insan icadı olduğunu savunmuş ve ona bireyin çıkarı ters düştüğü zaman uyulmamasını meşru saymıştı. Aristoteles, evrensel bir ahlaki yasanın varlığını savunmuştu ve Thomas Aquinas’ın ele aldığı haliyle Aristoteles’in eserlerinde doğal yasalar ile etik arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Doğal hukuk – pozitif hukuk çatışmasının edebiyatta en önemli karşılık bulduğu eserlerden biri Sophokles’in MÖ 5. yüzyılda yazdığı “Antigone”dur. Aristoteles ve Hegel gibi filozofların yüzyıllardır ilgisini çeken bu eserde ana karakter Antigone, ülkesine karşı savaşırken ölen kardeşi Polyneikes’in tanrıların buyurduğu şekilde gömülmesini istemektedir ancak dayısı ve şehrin hükümdarı Kreon, şehrin güvenliğini sağlamak ve kendi otoritesini güçlendirmek adına Polyneikes’i aşağılayıcı şekilde gömmek istemektedir. Sonuç olarak Antigone buna karşı çıkmıştır ancak onu dinlemeyen Kreon’un başına türlü felaketler gelmiştir. Antigone, kökeni tanrılar olan doğal hukuku; Kreon da insan yapımı pozitif hukuku temsil etmektedir. Tukididis’in Peloponez Savaşı’nın analizi “realist” bir siyasi geleneğin ilk adımlarından sayılır. Savaşı nedensonuç ilişkisine bağlayarak incelemişti ve metafizik konseptlerden, haklılıktan, erdemlerden olabildiğince uzak durmuştu. Yüzyıllar sonra onu takip eden Makyavelli ise siyasetin etik bir konu olmadığını, aksine etiğin siyasi bir konu olduğunu savunmuştu. Makyavelli için ahlaki olarak “kötü” eylemlerin gerçekleştirilmesi bir prens için iktidarını korumak adına mubahtır 6


çünkü Makyavelli’ye göre prens etik davranışlar sergilemesi halinde halkı ve diğer prensler tarafından zayıf görüleceğinden ve gücünü kaybetmesinden dolayı bir istikrarsızlık ortamı oluşacağından, en iyisi siyaset ile etiği birbirinden ayırmaktı. Böylelikle siyasi işler ile etik arasında kesin bir sınır çizilmişti. Bu felsefi gelişmeler, modern realist siyaset anlayışının yanı sıra pozitif hukuk anlayışının da temelini atmıştır çünkü siyaseti ve genel hatlarıyla kamu işlerinin düzenlenmesini ahlaktan bağımsız bir şekilde ele almıştır. Bir diğer önemli konsept de toplum sözleşmesidir. Toplum sözleşmesi teorilerine göre toplumun başta bir doğal düzeni vardı fakat insan zaman içerisinde birbiri ile bir sözleşme imzalayarak haklarını devlete temsil etmiştir. Yani, devlet yapay bir kurumdur bu teoriye göre. Toplum sözleşmesine dair önemli filozoflardan Thomas Hobbes’un hukuki pozitivizm geleneğinde kayda değer bir yeri vardır, hatta kimi modern perspektifler onu hukuki pozitivizmin kurucusu olarak dahi nitelendirmektedir. İnsanı mekanik olarak ele alan Hobbes’a göre doğa durumunda her insan öncelikle kendi çıkarını merkeze alacak ve onu yükseltecektir. Hobbes’a göre “insan insanın kurdudur”. Bundan ötürü; insanın doğal hakkı, diğerlerinin çıkarlarına karşı kendi yaşamının korunmasıdır. Oysa, insanın çıkarlarının çatışması dolayısıyla doğa durumunda sürekli bir “herkesin herkese karşı savaşı” söz konusu olduğundan dolayı doğal haklar çiğnenecektir. Hobbes, bu durumdan çıkış için toplumsal sözleşme yoluyla insanların haklarını mutlak egemenlik sahibi bir hükümdara bahşetmesini önermiştir. Bu, hukuki pozitivizmin ilk temellendirmelerinden biri sayılabilir. Doğa durumunun ve insanın doğal etik anlayışının olumsuz olmasından dolayı yapay bir organ yoluyla insan bir nevi kendisine karşı korunmuş olur. Hukuki pozitivizme göre hukuk, iktidarın koyduğu kurallar bütünüdür ve doğal bir etik değeri yoktur demiştik. Hobbes’a göre egemen hükümdarın buyrukları hukuk olmalıdır, ki bu da hukuki pozitivizm teorisi ile uyuşmaktadır. 7


Hukuki pozitivizmi temellendirmenin bir başka yolu da etik kavranamazlık (noncognitivism) savından geçmektedir. Ahlaki ifadelerin (örneğin, “hırsızlık yanlıştır” , “et yeme”) doğruluk veya yanlışlık değeri taşımadığı ve önerme olmadığı söylenir çünkü bunlar aslında duygu ifadeleridir. Bu durumda hukukun doğal olarak duygu ifadelerinden arınmış olması gerekir. Bilişselliğin hukuk felsefesinde bulunmadığı fikri ilk olarak David Hume’a atfedilmiştir. Hukuki pozitivizm, ahlaki görelilik yoluyla da temellendirilebilir. Her insanın farklı bir ahlak anlayışının olduğunu ve evrensel bir ahlak yasasının bulunmadığını temel alırsak, hukukun ahlak ile bağlantısının imkansız olduğu kanaatine varırız çünkü hukuk bu bağlamda sadece iktidarın etiğini veya çıkarlarını yansıtacaktır ve diğer ahlaki perspektifleri görmezden gelmiş olacaktır. Bununla birlikte, hukuk toplum genelinin etik anlayışını yansıtmaya çalışsaydı bile bu imkansız olurdu çünkü tek bir perspektif yoktur ve dolayısıyla hukukun tamamen etik olarak kapsayıcı olması imkansızdır. 8


Varoluşçu Filozofların Varoluşçuluğa Bakış Açıları Ayşe Elif Eser Öz: “Gerçekten ciddi olan yanlızca tek bir felsefi sorun vardır, o da intihardır. Hayatın yaşamaya değip değmediğine karar vermek,felsefenin temel sorununa yanıt vermekle aynı kapıya çıkar” , Albert Camus (1913-1960) ‘Sisifos Söyleni’ denemesinde felsefenin yolunda ilerleyenler için bu sözleri kullanmıştır. Yazısında yaşamın anlamsızlığını, insan ırkının varoluşunun saçmalığı ve yenilginin ve tekrarının kaçınılmaz bir yazgı olduğundan bahseder. Eserde Sisifos,tanrılar tarafından tekrar tekar aşağı yuvarlanacak olan taşı yukarı - tepeye taşımakla cezalandırılır. İçinde bulunduğu durumun bilincinde olan Sisifos,taşı bütün kuvvetiyle itmeye başlar. Albert Camus bu durumda saçma kavramını dile getirir. ‘Yaşamak için hayatın bir anlamı olmalı mıdır?’ sorusuna saçmalıkla bakıldığında ‘hayır’ sonucuna ulaşır; Hayat, hiçbir anlamı olmazsa çok daha iyi yaşanacaktır. Varoluşu eleştirdiği bu denemede okurları düşündüren Albert Camus, varoluşçuluk felsefesini ele almıştır. Varoluşçuluk felsefesi iki kavram ile temelini oluşturmuştur; öz ve varlık. “Varoluş, özden önce gelir” sözünde varoluşun doğumla başldığı ve kişinin özünü bulmasıyla devam ettiği dile getirilir. Özünü; kişiliğini, rolünü, karakteristik davranışlarını, kısacasıtoplum içindeki ‘maskesini’ bulan kişi, yaşadığıtoplulukta seçimlerini yapmak için irade kazanmıştır. Özgürlüğünü kazanan kimse bu bağımsızlığa mahkumken, zamanla sorumluluklarının olduğunu fark eder. İnsan özgürlüğünü ve mutluluğunu kazanmak, kaybetmemek için sorumlu olmalı iken yaşamı - hayatı- sorgular ve bir bulantı içine düşer. Bu yolda, her insanın amacına yönelik aldığı eylem ve eylemler vardır. Her iradesi olan varlığın maskesifarklı olduğu gibi aldıkları eylemlerde her bir kişi için tektir, ancak bütün bu harcanan çabaları yönlendiren tek bir amaç vardır, o da özgürlüktür. Yazılmış olan bu makalenin amacı, varoluşçuluk felsefesi üzerinde eserler yaratmış ve fikirlerini ortaya koymuş bilinmiş filozofların, bu düşünce üzerindeki bakış açıları hakkında fikir edinmek ve elde edilen bu fikirlerden çıkarımlarda bulunarak varoluşçuluk felsefesini eleştirmektir. 9


Martin Heidegger (1889-1976) Heidegger insanın özünü varoluşu olarak var saymıştır. Düşüncesinin temel Varlık(2) ve Dasein(3) kavramları üzerine kurulmuştu. Martin Heidegger’in düşüncesin anlayabilmek için G. Granel’in yazdığı XX. Yüzyıl Felsefeler kitabında şöyle bir şema bulunmaktadır: 1. Varlık Dünya’dır. 2. Varlık bir ‘orada’da (Dasein) yan bizim olduğumuz şeyde kökel bir açılımdır, bunula birlikte insan değildir, insanın varlığıdır. 3. Dasein sonluluktur –“insanda sonluluk”-, Varlık’ın kavranılması olarak sonluluk. (Timuçin 402) Sartre’nin “Gerçekten, yalnızca insanların bulunduğu bir ortamdayız” sözüne, “Gerçekten, her şeyden önce Varlık’ın bulunduğu bir ortamdayız” diyerek karşı çıkmıştır. Sein und Zeit (Varlık ve Zaman) kitabında, temel kavramlar arasındaki ilişkiyi ele aldığında Heidegger’in dünya görüşünün; insanın kişisel eğilimlerine göre, kendine üstün çıkan bir varlık olduğunu belirtir. Bu yüzden iradesi olan bu varlığı –insanı- olan’ın seçkin olarak belirler. Yunan düşüncesi zamanlarına dönmeyi hedeflerken; rasyonel, katı, tutarsız ve işlemeyen düşünceleri geride bırakıp, gerçek düşünceye yönelmek ister. Heidegger; mantık, ahlak ve fizik terimlerinin düşünceler in yıkılmaya başladığında oluştuğunu belirtir. Yunan düşüncesi zamanlarına dönme isteği, yunanlıların düşüncelerinde bu kavramları kullanmamış olmalarıydı. “Düşünce Varlık’ın düşüncesidir” sözünde, düşüncelerin amacının Varlık’ı açıklamak olduğunu belirler. Böylece Heidegger’in dili önemsediği dile gelir; “Dil, Varlık’ın evidir.” Bu söyleyişinde felsefede kuru ve sade bir dil yer ne şirin ya da düşüncede kullanılan etkili bir dilin kullanılması gerektiğin belirtir. Bunu yapmak için dili, dilbilgisi kuralları dışında kullanmak gerektiğin söyler. İnsan, varoluşuyla beraber ölüme tabi tutulmuştur. Anahtar Kel meler: Varoluşçuluk, Öz, Varlık, Albert Camus, Özgürlük, Saçmalık, Sorgulama, Toplum 2 . Varlık, olanlar(somut yapılar) arasında kendini öne çıkaran şeydir. Bizim için hem vardır hem yoktur. 3. Almancada “var oluş”. İradesi olan varlığın, insanın, kendi özünü bulması. Varolan insan. 10


Varoluş doğumla ölüm arasında yer almaktadır. Bu yüzden insan için ölümsüzlük söz konusu olamaz. Bununla beraber insan geleceği şekillendirmek için ileriye adım atar ve yaşamaya devam eder. İnsanın kendin aşma, ileriye adım atma, durumu “Ek-stase”dir. Bu durumda insan kendine üstün gelmeye çalışır. Heidegger’in etkilendiği kişiler: Platon, Aristoteles, Nietzsche, Hegel… Heidegger’den etkilenen kişiler: Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau-Ponty… Jean-Paul Sartre (1905-1980) Sartre’a göre insan kendini diğer insanların ve varlıkların varlığıyla ortaya çıkarır. Bu bakış açısıyla “Bir insan başkalarından daha çok insan olamaz, çünkü özgürlük her kişide benzer biçimde sonsuzdur” der. Sartre, Heidegger gibi varoluşu gerçek olan ve olmayan olarak ayırmaz. Böylece insanı ve eylemlerini önemli ve önemsiz olarak da sınıflandırmaz. Sartre’a göre varoluştan başka bir olay yoktur, varlık’ı varoluş olayı oluşturur. Varlıkbiliminde rastlanan ilk varlık görünür olan varlıktır” der. ‘Varlık, hiçbir şey tarafından oluşturulmamıştır (Tanrı dahil) çünkü kendisinden başka bir şey yoktur’ (F.-J. Thonnard). Sartre’ın görüşüne göre öz varoluştan önce gelmez, varoluş özden önce gelir, öz varoluşa göre şekillenir. Kısacası öz varlıkta bulunmaz, öz varlığın anlamıdır. Sonuç olarak Sartre, insanın önceden belirlenmemiş bir varlık olduğunu söyler. İnsan kendi yaşamını, yaşama nedenini ; özünü kendi belirlemelidir. İçinde bulunduğu olayların eşiğinde yaptığı seçim ve kararlar kişinin kimliğini belirler. İradeli varlığın verdiği kararlar, onun varoluşunun gerçekleşmesidir. Varoluşçuluğun parçası olan ‘İnsan kendi özgürlüğüne mahkumdur’ , Sartre tarafından ele alınmıştır. Bununla beraber diğer varoluşçu filozofların aksine bu felsefeyi iyimser bir bakış açısıyla değerlendirmiştir. Sartre’ın etkilendiği kişiler: Dostoyevski , Hegel, Nietzsche, Marx, Heidegger… 11


Maur ice Merleau-Ponty (1908-1961) Merleau-Ponty düşüncelerinde kesin bir bilgi aramak ve kesin bir sonuca varmaktansa apaçıklığa(4) ulaşmak ister. Bu apaçıklık, kişinin deneyimleriyle oluşur. 20. yüzyılda deneyim ve duyum kavramları düşünceler çerçevesinde eleştirilmiştir. Ancak Merleau-Ponty bu kavramları tekrardan ünlendirir. Bununla beraber Merleau-Ponty için insan, “dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık”tır, algılayan iradeli varlıklar olarak dünyadayızdır. Dünyanın düşünceden önce ‘orada’ olduğunu söyler ve dünya ile bizlerin varoluşu arasında ilişki olmadığını öne sürer. İnsanın dünyanın basit bir parçası, bilimin bir nesnesi olarak görülmemelidir. İnsan algılayan bir varlıktır ve deneyimlerde bulunur. Filozoflara göre insan kendini çevresinden değil, çevresiyle kurar. Varoluşçuların ele aldığı, Deskartes’in özne-nesne ikiliği konusuna değinilince Merleau-Ponty’nin temel kavramlarından biri olan Beden(5) devreye girer. Beden hem öznel hem de nesnel bir kavramdır çünkü Merleau-Ponty için başkasının bedeni herhangi bir nesne değil, kültürel bir nesnedir. Bununla beraber, “Başkası, başka bir bedene sahip olan bendir”der. Bu durumda Merleau-Ponty, Sartre’nin düşüncesine karşı çıkmaktadır. Merleau-Ponty’nin etkilendiği kişiler: Heidegger, Nietzsche, Marx… Merleau-Ponty’den etkilenen kişiler: Sartre, Levi -Strauss, Irigaray… 4 Bir şeyin, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın açık bir biçimde görünmesi. (TDK, apaçıklık) 5 Salt bir biyolojik anlam taşımaz,felsefi bir kavramdır 12


Karl Jaspers (1883-1969) Jaspers’a göre insan kendi kaderini kendi oluşturur. Kararlar sonucu oluşan bu kader kişinin özünü oluşturur. ‘Her şeyin temelinde Tanrı vardır, İnsan Tanrı’nın bilgisine inançla ulaşabilir’ diyen dinci yanına karşın Jaspers, “Önce bilimsel düşünce felsefi araştırmanın temel ögesidir diye düşündüm. Bilim olmadan çağımızda hiçbir doğruya ulaşılamaz. Kesinlikle olabilmek için bilginin felsefi doğruya gereksinimi yoktur, ama o felsefe için çok önemlidir ve hatta zorunludur. Bununla birlikte bilim kendi varoluş nedenini kavrayamaz. Yaşamın anlamını gösteremez, ona herhang bir yön veremez. Onun sınırları vardır, bilinçli yöntemli bir çaba ona bunları apaçık görebilme olanağı sağlar” demiştir. Ona göre felsefe ve bilim düşünceleri birbirleriyle karşılaştırılamaz. Ancak birbirleri ile hep bir bağlantı içindedirler. Ayrıca bu iki alan birbirinden üstün olamaz, ikisi de iki ayrı düşünce biçimidir. Düşüncesinde Jaspers bilime yer verdiği gibi tarihe de yer vermiştir, onun için tarih felsefeye ışık tutan bir kaynaktır. Böylece “Felsefe yapmak, evrensel düzeyde bir iletişim kurmaya çalışmaktır” sonucuna varmıştır. Jaspers için felsefe yaşam koşullarını ve yaşanılan koşulları değerlendirir. Felsefe, insanı parçalara ayrılıp dağılmaktan kurtarır ve ona bir yön gösterir. Bilim kendi üzerine düşünme yapamadığı için tekniği bir sorun çözücü haline getirmiştir. Bu eylemin sonuçları herkesi ilgilendirdiğinden çok felsefeyi ilgilendirir, bu yüzden felsefe zamanı ötesinde bilinç sahibi olmalıdır. Tarih ise, yaşanan her şey ne zaman yaşandıysa o günün sorunu olduğu için bir katkıda bulunabilir ancak felsefede geçmişte yapılmış öngörüler bugün ya da gelecek için bir katkıda bulunamaz. Jaspers’in etkilendiği kişiler: Hegel, Weber, Nietzsche… Jaspers’ten etkilenen kişiler: Heidegger, Sartre, Camus… 13


Gabriel Marcel (1889-1973) Marcel’de varoluşçuluğa dinci bir açıdan bakar, hatta onun düşüncesi Jaspers’ınkinden de dinseldir. Bu nedenle onun felsefesi “hıristiyan varoluşçuluğu” olarak da adlandırılmıştır. Düşüncesi aynı zamanda Sartre’ninkinden oldukça uzaktır. Marcel’in felsefesine göre insan özgürlük yolunda edindiği deneyimler içinde kaderini oluşturur. Ona göre insanoğlu varoluşunu Tanrı’nın varlığını kabullenmekle gerçekleştirir. Böylece her şeyin Tanrı’nın varlığıyla açıklandığını dile getirmiş olur. İnsan varoluşu yolunda ilk önce özüne, sonra Tanrı’ya, en son olarak dünyaya yönelir. Marcel’e göre var olmak cisimleşmedir, cisimleşme ise insanı bedenine bağlayan bağdır. Marcel’in etkilendiği kişiler: Heidegger… 14


Sonuç: Ontolojinin alt başlıkları ve onlarında alt başlıkları olduğu gibi varoluşçuluğu destekleyen filozoflarında bu altbaşlıklar gibi kendilerine özgü düşünceleri vardır, her birinin felsefesi birbirinden farklıdır. Bu araştırma sonucunda en çok katıldığım görüşün Albert Camus’unki olduğu sonucuna vardım. Gerçek bir filozof olmamasına rağmen çalışmalarında ele aldığıfelsefi konu ve görüşler benim hem en çok ilgimi çeken ve en net anlaşılabilir olandı. Kendi deneyimlerini de görüşlerine yansıtan Camus’un “başkaldırma” kavramı beni en çok etkileyen noktaydı. Bu noktada, insanoğlunun inatçı ve dirençli bir varlık olduğunu dile getirmesi okuduğum diğer kavramlardan daha dikkat çekici olmasına neden olmuştur. Bu kavramında, insanların sonlarının vazgeçilmez bir ölüm olduğunu bilmelerine rağmen dünyaya baş eğmediklerinden bahsetmesine karşın, bir diğer dikkat çekici kavramı olan “saçma”da intihardan konuşması, felsefesine gerçekleri yansıttığını belirtir. Saçma’da intiharı bu kavramın karşısına koyarak felsefeyi ölümle ilişkilendirmiştir. “Yaşamak için bulunan bir neden, aynı zamanda da ölmek için mükemmel bir nedendir” bu söz ile Camus’nun Saçma kavramıyla hayata olan bakış açısı kesişmektedir. Bu sözün de ve Camus’unun fikirlerinin de ilgimi çekmesi beni biraz çelişkiye düşürmüştür. Varoluşçu filozofların beğendiğim fikirlere sahip olanları olmasıyla beraber fikirlerine katılmadıklarımda vardır. Bunlardan biri Gabriel Marcel’dir. Kendisinin fikirlerine ne kadar saygı duysamda var oluşu öz ile ilişkilendiren bu felsefede Tanrı’dan bahsetmek bence pek mantıklı değil. Ancak Marcel’in özgürlük yolunda edindiği deneyimlerle insanın kendi kaderini oluşturma sözüne katılıyorum. Sonuç olarak bu felsefede insanın deneyimleriyle kendi kaderini ve özünü oluşturmasından bahsedilirken, Tanrı’nın varoluşta attığımız her adım üzerinde bir etkisi oluşu bana mantıklı gelmemektedir. Bu dururmda, Camus’da Marcel gibi “dinci varoluşçuluk” görüşünü benimsemişken onun felsefesinin temelinin daha sağlam olduğu görüşündeyim. Bu düşünce –varoluşçuluk-, bence insanın yarattığı maskesiyle özgürlüğünü kazanması yerine, özgürlük edinme yolunda kazandığı deneyimlerle maskesini şekillendirmesi sırasında olmalıdır. Çünkü insan, kim olduğunu bilmeden bile özgürlük arayışına çıkabilir ancak kişiliğini oluşturduktan sonra yaptığı özgürlük arayışı ona sadece bir zaman kaybı haline gelecektir. Bu arayışta edindiği deneyimler, hatalarından çıkardığı dersler, etrafından öğrendiği bilgiler ve zamanla etrafında fark etmediği şeyleri görür hale gelmesi onu hem özgürlüğe yöneltir hem de aynı zamanda maskesini şekillendirme olanağı verir. 15


Ertesi gün, Aristoteles'in Komedi kitabını çevirmeye çalışan bir Yunan aydını Venantius'un öldürüldüğü gösterilir. Filmin bu noktasında, Orta Çağ ve Rönesans'ta büyük bir rol oynayan çeviri faaliyetlerinin bilginin yayılmasındaki önemine vurgu yapılmaktadır. Çeviri yapmanın zorluğundan dolayı, belirli bir devletten gelen insanlar, sadece o devletin filozoflarının söylediklerini bilebilir. Filmden yola çıkarak, Aristoteles gibi eski filozofların yazılarının İtalya'ya ulaşmasının mümkünatı oldukça azdır. Bunun ilk temel sebebi çeviri faaliyetlerinin olmaması, ikincisi ise güç sahibi olanların (kilise) bu yazıları gizlemeleridir. Hıristiyanlığın gücünden dolayı, başka felsefi düşüncelere yer kalmamış, fakat İslam felsefesinde efektif bir şekilde çevirilerin yapılmasıyla, eski felsefi yazılar tekrardan Avrupa'ya ulaşabilmiştir, ki bu da Rönesans'a neden olmuştur. I DEFNE KIZILTAN 1986'da Umberto Eco'nun romanından filme çevirilen Gülün Adı, Orta Çağ döneminde bir manastırda gerçekleşen gizemli bir ölüm üzerine çağırılan Baskervilleli William ve çırağı Melkli Adso'nun maceralarını ele almaktadır. Hıristiyan felsefesinin gelişmesiyle filmde, karakterlerin dine olan yaklaşımları birbirinden oldukça farklıdır. Baskervilleli William Hıristiyan görüşlerini Aristoteles'in fikirleriyle temellendirirken, Burgoslu Jorge bunun zıttı olarak sadece İncil'de belirtilen düşünceleri savunmaktadır. Filmin başlarında manastır kütüphanesinde bu iki karakter arasında geçen tartışmanın sonucunda, William'ın teolojiyi ve Rönesans'ta önemli rol oynayan hümanizmi sembolize ettiğini, Jorge'nin de kiliseye sadık kalan bir birey olarak, muhafazakar Hıristiyan felsefesini temsil ettiğini görmek mümkündür. Bu bağlamda, manastırda bulunanların Adelmo'nun ölümünü şeytan gibi doğaüstü varlıklara dayandırırken, William İsa'ya karşı düşüncelere inanılmaması gerekildiğini ve gerçeğe akıl ile ulaşılabileceğini belirtir. William'ın bu sözlerinden de, karakter ve Aristoteles arasındaki ana bağlantı kurulur. William her şeyin bir nedeninin olduğuna inanarak, Adelmo'nun da önemli bir sebep sonucunda öldüğünü düşünür. L G Ü L Ü N A D 16


Günümüzde ise insanlığın gelişmesiyle bilginin mahiyetinin birçok yönde değiştiğini söylemek mümkündür. Bazıları ilk çağ filozoflarının fikirlerine dayanarak bilginin kaynağını akıl olarak tanımlarken, bazıları duygulara inanır, bazıları da dinleri çerçevesinde bilgiyi bulmaya çalışır. Bu konuya karşılık farklı düşüncelerin or taya konulmasıyla, felsefe kişiden kişiye aşırı değişken bir hal almıştır. Kötülük olmadan iyiye ihtiyaç yoktur, ama aynı zamanda iyinin yozlaşması sonucunda kötülük or taya çıkar. Manastırdakilerin, asıl gerçeğe ulaşamadıklarından, suçlu düşündüklerini 'cadı' veya 'şeytan tarafından yozlaştırılmış' olarak lakaplamalarıyla filmde Or ta Çağ'da Hıristiyanlıkla or taya çıkan batıl inançları da görmek mümkündür. Felsefe ve dinin ilişkisine bakmak gerekirse, ikisi her ne kadar farklı alanlar olarak kabul edilse de, birçok or tak noktalarının olduğunu söylemek mümkündür. Felsefe inançlardan uzak ve sorgulamaya yönelikken, dinde, o dinin belirlediği kurallar çerçevesinde bilgiye ulaşmaya çalışanlar olmuştur. Aquinali Thomas ve Augustinus gibi Hıristiyanlık problemlerini sorgulayanlar, aynı dini baz alsalar da farklı görüşler belir tmişlerdir. Dinin sınırları olsa da, o sınırlar içinde sorgulama yapılabildiği bu örneklerde görülebilmektedir. Filmdeki olaylar üzerinden gidilirse, William ve manastırdakiler Hıristiyan olsalar da, asıl gerçeğe ulaşmak için farklı yollar izlemişlerdir. Bunun aynısı, dine dayalı olmayan felsefede de yapılmıştır. Sonuç olarak, belirli farklılıkları olsa da, din ve felsefenin bazı yönlerden aynı hakikatı kavramaya çalışmaları, benzer disiplinler olduklarını göstermektedir. Bu olaydan sonra, Aristoteles ve or ta çağ Hıristiyan filozofları arasındaki gerçeklik çatışması tekrardan öne sürülür. Bundan sonra üç cinayet daha gerçekleşir. Bunların ikisi Venantius gibi Komedi ki tabına dokunduktan sonra meydana gelir, öbürü ise Komedi ki tabını William için korurken gerçekleşir. Bu olayların sonucunda ise, filmin ana çatışmasının sebebinin Jorge olduğu or taya çıkar. Kendisi, insanların dinin yolundan çıkabilmelerine neden olabilecek bütün felsefi ki tapları kütüphanede kili t li kalan kuleye saklar. Jorge'nin komediye duyduğu nefretin nedeni, şu sözüyle açığa çıkar: "Komedi, korkuyu öldürür. Korkusuz inanç olmaz. Şeytan korkusu olmadan Tanrı'ya ihtiyaç yoktur" Günümüze ve filmde ele alınan zamana bakınca, Orta Çağ'da yetersiz kaynak ve aydınlardan dolayı bilginin mahiyetinin Hıristiyanlıktan gelmekte olduğu görülür. Bilginin kaynağının İncil olmasına rağmen, kilisenin güç kazanabilmesi için İncil'in içerikleri değiştirilmiştir ve bunun sonucunda Hıristiyan felsefesinin, dinin özüne (orijinal İncil'dekilere) göre gerçeği yansıtmadığı söylenebilir. Bu durumda, bilginin kaynağının aslında kilise olduğu da düşünülmelidir. Halk, kilisenin dediklerine sorgulamadan inanmaktadır. 17


Svlad Cjelli, or, to call him by his alias, Dirk Gently, has a seemingly psychic ability of being in the right place at the right time. Sometimes it comes off as if he can predict the future, while other times he appears simply to be a lucky fellow. Dirk believes neither of those are true, and instead refers to himself as a holistic detective. Mariam Webster defines holism as “a theory that the universe and especially living nature is correctly seen in terms of interacting wholes (as of living organisms) that are more than the mere sum of elementary particles” . This reflects Dirk’s views on the world rather neatly with the idea that cause and effect create a universal picture that only he can follow. He could be said to believe the universe has a plan, and he can tell what it is before it happens, or as it is happening but no one knows it but him. In Douglas Adams’ book ‘Dirk Gently’s holistic Detective Agency’ , he defines the term as follows: Holism In Dirk Gently and Sherlock Holmes 18


The term `holistic' refers to my conviction that what we are concerned with here is the fundamental interconnectedness of all things. I do not concern myself with such petty things as fingerprint powder, tell-tale pieces of pocket fluff and inane footprints. I see the solution to each problem as being detectable in the pattern and web of the whole. The connections between causes and effects are often much more subtle and complex than we with our rough and ready understanding of the physical world might naturally suppose. He defends that he is a unique someone who views the universe as a whole. When he looks at an event considering the overall connections to the big picture, the answers he’s looking for become obvious to him. This may appear to be completely different from the grounded, rationalistic view of Sherlock Holmes. However, Sherlock’s idea of weaving details into a grander scheme of things is the idea of holism simply put in reverse: instead of using the whole to draw conclusions about the details he uses the details to deduct about the whole. Sherlock assumes the facts and arrives upon a conclusion about the whole. Dirk Gently, on the other hand, assumes the whole and deduces the facts. This is perhaps the greatest difference between them: Dirk uses deduction, while uses induction to draw conclusions. 19


Sherlock claims that he “deduces” things and he does so, but in only one definition of the term. According to a philosophical definition however, he is wrong. In philosophy deduction is defined as “the act of thinking away” , which is often thinking away from a general assumption or known fact. For example, we may deduce that apple juice will freeze in the appropriate temperature from the assumption that all liquids freeze at the appropriate temperature, given that apple juice is a liquid. The grand assumption here, however, will need to be the general facts of the case, like how person A killed person B. This assumption needs to be Sherlock’s conclusion, since it is bigger than the given facts of the case like the cat hair on the victim’s collar. Douglas Adams even hints at such a connection in his book when Dirk Gently says, “Sherlock Holmes observed that once you have eliminated the impossible then whatever remains, however improbable, must be the answer. I, however, do not like to eliminate the impossible. ” 20


The idea of holism isn’t as close to a religious view as it may seem. Rather it is the art of thinking with the assumption that there is a greater pattern in the way things happen. Sherlock Holmes uses this same principal of cause and effect as Dirk, as he says in Sir Connan Doyle’s book ‘The Sign of the Four’ ; “The only point in the case which deserved mention was the curious analytical reasoning from effects to causes by which I succeeded in unravelling it. ” The first philosophers and scientists were also labelled as magicians or prophets because of the uncanny connections they recognized that other people hadn’t learned to make yet. Before philosophy there was mythos, after it came scholasticism and later, with the misunderstanding of Sherlock Holmes, began rationalism. In the world of Dirk Gently, holism may well be the next way of looking at reality that people have yet to recognize as concrete. Deduction can be more reliable than induction. 21


İLK İNSANLAR ECE GÖKÇE 11:30 Yaz | Buğra Hocam Buğra Hocam, Hocam, beni geçmişe kaçırdılar! Anlatacaklarım size çok saçma gelecek ve muhtemelen bana inanmayacaksınız ancak tek şansım sizsiniz. Nasıl başlayacağımı bile bilmiyorum. Son 2 saatte başıma gelenleri size anlatmam gerek. Evde sakin sakin otururken bir anda kapı çaldı, üzerine çok düşünmeden kapı deliğinden baktım. Kargocu olduğunu sandım, kapıyı açtım ve gülümsedim. Tak! Bir anda bir karanlık… Bayılmış olmalıyım diye düşündüm ancak gözlerimi açtığımda bir de ne göreyim, beni bir sandalyeye bağlamışlar, hem beni kontrol ediyorlar, hem de garip bir kutuyla oynuyorlar. İçimden ‘Aha şimdi öldüm!’ dedim ancak daha da kötüsü! Nasıl inandırırım sizi bilmiyorum ama şu an bir taşta oturmuş, %20 şarjla size bunu yazıyorum çünkü tek yapabileceğim bu. Beni o kutuya soktular ve bir anda kendimi bir yeşillikte yatarken buldum. İlaçlardan falan çıldırdığımı sandım ama burası gerçek! Gerçekten ormanın ortasında bir yere gönderdiler beni sandım ama yürüdükçe daha da kötü olduğunu anladım. 22


Bu cümle doğru mu, bir sözelci olarak bunu bile düşünecek akıl bırakmadılar bende! Geçmişe kaçırıldım ve ne yapacağım hiçbir fikrim yok. Gezdim durdum ama hiçbir şey bulamadım, sadece cebimde telefonum var, sanırım onu unuttular. İnternet çekmiyor, hat yok, şarj edebileceğim hiçbir yer yok, o yüzden K12 notlarıma girdim, umarım bunu görebilirsiniz diye size bu mektubu yazıyorum. Umarım delirdiğimi düşünüp okumayı bırakmamışsınızdır! Daha anlatacağım çok şey var! Biraz gezdikten sonra, insanları buldum ancak hemen yaklaşmadım. Önce kafamı toplamam gerek diye düşündüm. Düşünsenize, direkt aralarına girsem, kim bilir ne yaparlar bana! İşte bu noktada felsefe derslerinin önemini bir kere daha anladım, yalakalık yapacak zamanım yok farkındasınız, o yüzden bu konuştuklarımın gerçek olduğunun farkındasınızdır umarım. Eğer insanların arasına karışmaya çalışacaksam, öncesinde felsefe ile bunu nasıl yapmam gerektiğini hatırlamak zorundayım. Anlattığınız yapay ve doğal devlet anlayışlarını hatırlıyorum. Ama önemli olan yapay olan, sanki vahiy inmiş gibi onu hatırlamam gerektiğini düşünüyorum! Üç tane adam hatırlıyorum, onlar çok savunuyorlardı bu anlayışı… Hopes muydu, ahh… Hah, Hobbes! Diğeri de… Rousseau vardı galiba… En sonuncusu da neydi Locke miydi? Öyle bir şey olmalı. Buraya ışınlanınca kafamı çarptım herhalde. Her neyse, hatırladığım kadarıyla insanlar savaşa ve karşıtlıklara karşılık olarak bir anlaşma yapmışlardı. Buradaki insanlar da öyle gibi, sanki kendi istekleriyle özgür iradelerinin bir kısmını daha güçlü birine vermişler. Hmm, sanırım kollarında beyaz örtü bağlı olanlar daha üst düzey yöneticiler… Beni görmemeleri lazım ama en çok bu kadar görebiliyorum. Ancak eminim hocam, bunlar isteyerek yapmışlar! Devlet gerçekten de yapaymış. 11:32 Yaz | Buğra Hocam 23


Platon’un haksız olacağı kimin aklına gelirdi! Ah Ece, zaman felsefe şakası yapma zamanı değil… Sanki bu üç düşünürü anlarsam, nasıl aralarına karışabileceğimi anlayabilirim. Ancak gördüğüm kadarıyla, işim kolay olmayacak. Bu insanlar üç farklı grupta yaşıyorlar sanırım… Nedenini anlamış değilim ancak düşündüğüm tek şey, sanırsam insanlık için kendimi feda etmem gerekecek. Aslında kulağa hiç kötü duyulmuyor, ama bu insanları bir şekilde bir araya getirirsem, neler olabileceğini tahmin edebilir misiniz Buğra Hocam! Bir saniye… Eğer ben şimdi yüz yıllarca öncesine gittiysem, sizden büyük mü oluyorum? Size, Buğra mı demeliyim yani? Ahh yine dağıldı kafam, ben Buğra Hocam ile devam edeceğim, yoksa garip hissediyorum! Hocam düşünsenize, tarihe adımı yazdırabilirim; büyük yüce Ece, ileri görüşlü ve kararlı bir lider, tarihte insanları kendi devlet anlayışıyla bir araya getirerek insanların yaşamını kurtardı! Baya havalı duyuluyor gibi. Zaten Hobbesne demişti, ortada bir sözleşme vardı! Bu sözleşmeyi ben yaratabilir miyim? Herkesin Hobbes’un dediği gibi özgür iradelerini bana, ah, yani devlete vermeleri doğal olandır! Ayrıca, devletin sınırsız yetki sahibi olması gerektiğini söylemişti Hobbes,bu işimi kolaylaştırır. Bu sayede tüm kargaşaya son verebilirim! Hobbes haklıymış gibi görünüyor… 11:38 Yaz | Buğra Hocam 24


Belki gelip beni kurtarırlar? Ya en son, tek başına kalıp üzülmesin, Locke ne demişti? Hobbes ile benziyordu galiba hocam, o da sözleşmeden bahsediyordu. Ama Locke’u takip edersem, öyle sonsuz güç falan elde edemeyeceğim, o öyle bir şey olmaz demişti. Kuvvetler ayrılığı getirdin bir de karşıma Locke… Aslında bu daha iyi gibi, sanki öyle sınırsız güç kötü duyuluyor. Yıllarca, okulda bundan bahsedip, Türkiye’nin yönetim sisteminden ağlanıp, şimdi sınırsız güç alırsam kendimle çelişki içine girerim! Ah hocam, böyle büyük sorumlulukların stresi yok mu? Ne demişti Locke; ‘Devlet, onu kuran toplumun amaçlarının gerçekleşmesinde bir araçtır sadece!’. Katılıyorum Locke abicim, haklısın. Siyasi iktidar sınırlandırılmalı demişti bir de, bu yüzden kuvvetler ayrılığından bahsediyordu. Buğra Hocam, ne deseniz haklısınız ancak şu taşın üstünde oturmuş kara kara düşünüyorum hala. Sanırım hiç karışmayacağım, çünkü bu üç düşünür haklıysa ben dokunmasam da devletin devam etmesi gerekir. Ya ben burada bir şeyi değiştirirsem ve ileride lokma tatlısını bulacak adamın doğumunu engellersem? Bir daha asla lokma tatlısı yiyemeyecek miyiz? Yani öyle olmaz, katılırsınız bana diye düşünüyorum. Bence ben hiç dokunmayayım ve bekleyeyim. Peki, Rousseau ne demişti ya? İnsan doğuştan kötü değildir, iyidir! Hmm, pek katılmıyor gibiyim. Sonra şey demişti… İnsan aslında barış yanlısıdır, devlet bunu gözettiği zaman özgür oluruz.Bu fikri de beğendim gibi. Hem bu sayede özel istemin önemi olmayacak ve bencil insanlarla uğraşmama gerek kalmayacak, çünkü önemli olan genel istem yani ortak çıkarlar olacak! Harikasın Rousseau, işimi baya kolaylaştırdın. Bir saniye, sanırım kendisine direkt seslenemiyorum, daha doğmadı değil mi? 11:41 Yaz | Buğra Hocam 25


Eğer bunu hala okuyorsanız ve delirdiğimi düşünmüyorsanız, canım Buğra Hocacığım, lütfen yardım gönderin! Telefondan baktım, yılı tam bilmiyorum ancak koordinatlarım 39.9- Siz hem optimistsiniz, ben de bu seferlik öyle yapayım, beni kesin kurtarırlar. Hem şarjım da 3 kaldı zaten. Daha çok bir şey yazabilir miyim bilmiyorum. Bu insanlar zaten eninde sonunda devlet kurmak isteyecekler, tıpkı Locke, Rousseau ve Hobbes’un dediği gibi. Kargaşaları çözmek için kendileri bir devlet yaratacaklar zaten. Yeni bir zaman makinesi icadına yetişebilir miyim bilmiyorum ama belki beni kurtarmaya gelen birine yetişebilirim. *şarj biter* 11:45 Buğra Hocam 26


Hegel'in Geist’ını anlaşılabilir kılabilir miyiz? Alman idealizminin kurucusu olan Kant, aklın kendisinin “ a priori” kategorileri ve bilginin formlarını, kalıplarını sağladığı için bilginin mümkün olduğunu söylemişti. O bilginin, bu a priori kalıplarının insandan, içeriğinin ise dış dünyadan, yani insanın dışındaki gerçeklikten geldiğini savunmuştur. (A priori, genelde deneyle kanıtlanamayacak olgular için kullanılan bir ifadedir. Buna göre, insan zihni, bilgiye a priori, deneyden bağımsız olan formları, kategorileri sağlar, bu formların malzemesi, içeriği ise insandan bağımsızdır, dışarıdan gelir.) Hegel, işte bu noktada bilginin formları kadar içeriğinin de zihnin eseri ve ürünü olması gerektiğini savunur. Hegel' e göre, insan, bilgide kendisinin dışında olan, kendisinin yaratmadığı ve insandan bağımsız olan bir dünyayı tecrübe etmektedir. Bu doğal dünya bütünüyle zihnin eseridir, fakat biz insanların zihinlerinin eseri değildir; bilgimizin nesneleri bizim zihinlerimiz tarafından yaratılmamıştır. Bundan Hegel' e göre şu sonuç çıkar: Bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan nesneler, sonlu bireyin, insanın zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır. 27


MASAL Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzak diyarlarda bir kaşif, aynı zamanda da bir savaşçı olan biri yaşarmış. Şimdiye kadar keşfetmediği bir yer, uygarlık, kişiler veya devlet yokmuş. Kendi küçük hayatında istediği yeri gezmiş görmüş ve deneyimlemiş. Fakat bir gün çok rahatsızlanmış ve yataktan çıkmaz olmuş. İçinde bir yerleri keşfetme arzusu veya hırsı olan bu adam “Madem bir yere gidemiyorum bu hasta halimle kendi dünyamı keşfederim ” demiş. Hemen uykuya dalan kaşif, rüyasında kendi kurguladığı dünyada bir gezintiye başlamış. Sabahleyin her zamanki gibi kalkmış, evinin ahırındaki ineğini sağmış, çıkan sütü ısıttığı sırada evin ortasındaki küçük tahta masasına yiyeceklerinin koymuş ve sandalyeye oturduktan sonra gözlerinin kapatıp eşini, çocuklarını ve en güvendiği dostlarını hayal etmiş ve gözlerini açınca onların yansımalarının görüp yemeğe başlamış. Yemek bitince tekrar gözlerini kapatıp açtığında yansımalar kaybolmuş. Daha sonra uzun süredir kullandığı eskimiş çantasını alıp kendi kurguladığı dünyasında gezmeye başlamış. Zaten kendi dünyası olduğu için istediği şeyi yapmakta özgürmüş. Yeni dünyalar yaratmış ve oraları keşfetmiş. 28


Yeryüzünde hem normal hem de hayal dünyasında keşfedecek bir yer kalmayan kaşif, kara kara düşünürken aklına gökyüzü gelmiş. Hemen bir uzay aracı düşünüp gökyüzüne yolculuğuna başlamış. Hayal ettiği her sistemi, her galaksiyi dolaşmış fakat bir karadeliğe yaklaşınca, çok garip olan bu noktadan sonra ilerleyememiş, yani hayal edememiş. Tam o sırada bir ışık huzmesi, kara delikten çıkıp kendisine doğru gelmiş ve demiş ki “Sonunda bir şey benimle tanıştı. Burada çok yalnızdım ve çok sıkılıyordum. Hatta o kadar yoruldum ve sıkıldım ki kendi “ anti” mi (tersimi) yaratım ve onunla beraber de varlığı yaratım.”. Bunu duyan kaşifin kafasının üzerinde bir ampul yanmıştı. Meğer evren, hatta hayat ve varlık böyle var olmuştu. Huzme, kendisini “Geist” olarak tanıtmıştı.Bundan sonra kaşif geri dönmek istedi fakat aklı dönmeye yetmiyormuş, anladı ki burada Geist’ ın kuralları geçerliydi. Geist’ a yalvarmasına rağmen bırakılmayınca kaşif, onu bir satranç düellosuna davet etmiş. Geist kabul etmiş ve oynamaya başlamışlar. Oynamışar, oynamışlar, o kadar çok oynamışlar ki kaşif yorgun düşmüş. En sonunda yaratıcı şeyin yorulduğunu anlayan Geist onu rahat bırakmayı kabul etmiş. Geri giderken kaşif biraz da olsa mutlu olmuş, çünkü her şeyin yaratıcısı ile tanışmıştı. Evine geldiğinde bu yaşadıklarını kimseye anlatmamaya karar vermiş ve bu sır o ölene kadar içinde kalmış. 29


Eudaimonia Dergisinden insanlığa büyük hizmet! Ankaralı bilim insanları tarafından icat edilen zaman makinesi sayesinde başta Platon olmak üzere antik Yunan filozofları 2022 yılına getirildi ve onlarla bir söyleşi yapıldı. Söyleşide bulunan şaşırtıcı bir konuk da ringe binecekken yolu şaşırıp buraya gelen bir öğrencidir, arada sağduyusunun elverdiğince fikir belirtir. Bu teoriyi, “Devlet” isimli eserimde bahsini ettiğim “Mağara Alegorisi” sayesinde akılda kalıcı hale getirebilirim. Bir mağara olduğunu varsayın. Bu mağarada karanlığa dönük ve zincire vurulmuş, başını çeviremeyen insanlar olsun. Bu insanların arkasında ise mağaranın girişi ve ateş kaynağı var. Ateş kaynağı; mağaranın girişinde yaşananların, oradaki hayvanların, bitkilerin ve daha nicesinin gölgesini zincirli insanların dönük olduğu noktaya yansıtıyor. Bu nedenle, o insanlar hakikate benzeyen gölgeleri gerçeklik zannediyor, çünkü gördükleri başka bir şey yok! Elbette durum böyle iken onlardan biri zincirlerinden kurtulup güneşi gördüğü zaman gözleri kamaşır, bulanır, görmez olur. İşte o göz kamaştıran gerçeklik; hakikat, idealar evrenidir. Gölgeler ise idealar evreninden yansıyan sanılardır, yani, algıladığımız evren. Soru: Felsefende kimlerden etkilendin? Platon: Sokrates, Pisagor, Parmenides ve Herakleitos düşüncemi şekillendirirken esinlendiğim kilit isimlerden bazıları oldu. Sokrates benim hocam ve diyaloglarımda kendi görüşlerimi onun ağzından dile getiriyorum. Ruhun ölümsüzlüğü gibi kavramlarda Pisagor’dan etkilendim. Parmenides’in etkisi ise beni hakikatin değişmez olduğuna inanmaya götürdü. Herakleitos sayesinde öğrendim ki algıladığımız dünyada her şey değişim ve bozunma halindedir. İşte tüm bunları sentezleyince ortaya felsefem ve İdealar Teorisi çıktı. Soru: Platon Bey, kabaca İdealar Teorisi’nin ne olduğunu açıklayabilir misiniz? Platon: Düşünce sistemime göre İdealar Evreni denen bir alem vardır ve orada algıladığımız evrendeki her kavramın mükemmel bir karşılığı vardır. Yaşadığımız evren, onun kusurlu bir gölgesidir; bir sanı olmaktan öteye geçemez. Varsayalım ki algılanan dünyada bir kedi gördünüz. İşte bu kedi, idealar evrenindeki “kedilik” kavramından pay almıştır ancak ideanın kendisi kadar kusursuz değildir. İdealar, mükemmel olduklarından değişmezler de, zira değişselerdi önceden mükemmel olmamış olduklarını kabul etmek zorunda kalırdık. Dolayısıyla değişmezler, yok olmazlar ve bozunmazlar. Burada yola çıkarak diyebiliriz ki, dünyadaki tüm kediler yok olsa dahi, kedilik var olmaya devam edecektir, çünkü kedilik ideası ölümsüzdür. Muhsin Emir Karabağ Soru: Platon Bey, kendinizi tanıtınız. Platon: MÖ 4. Yüzyılda yaşadım. Etkisi günümüze kadar gelen ve pek çok filozofu derinden etkilemiş bir sistem kurdum. Fikirlerim özellikle Hristiyanlık ve semavi dinler üzerinde çok etkili oldu. Binlerce sayfa, diyalog formatında kitaplarım var. 30


Soru: Platon Bey, idealardan ve dünyayı nasıl şekillendirdiklerinden bahsettiniz. Kuramınıza göre hangi kavramların ideaları vardır? Platon: Düşünülebilen, akılda uyanan, var olan her kavramın bir ideası vardır. Bu sözlerimin altını çiziniz: Hiçbir istisna olmadan her kavramın bir ideası olduğunu söylüyorum size. Üstelik, bir varlık maddi olarak yok olsa dahi ideası yaşamına devam eder. Platon söyleyeceklerini bitirir bitirmez Pa rmenides bir hışımla söze girer Parmenides: Ancak Platon, bu noktada hataya düşüyorsun. Her kavramın bir ideası var ve algıladığımız evrendeki her şey, bir ideadan pay almıştır dedin. Öyleyse, kediler varsa kedi ideası da olmalıdır. Bu ikisi varsa aralarında bir ortaklık da olmalıdır. Bu ortaklığı düşünebiliyorsak demek ki ideası da olmalıdır, değil mi? Bu yeni kavrama, maddi kedi ile ideasının benzerliğine, Kedi 2 diyelim. Kedi 2 varsa Kedi 2’nin ideası da olmalı. Bir şeyin ideası varsa algıladığımız hali ile gene ortak olmalıdır. Bu ortaklığın da ideası olmalı. Yani başa sardık durumu ve bu sefer Kedi 3 ortaya çıktı. Bu şekilde döngü devam etmeli ve “Kedi sonsuz”a kadar gitmeli. Buna üçüncü adam argümanı diyoruz. Bu şekilde geriye doğru sonsuza gidiliyorsa düşüncen hatalı olmalı, Platon. Aristoteles: Bu adam çok haklı. Ben de bu argümanı kullandım eserlerimde. Parmenides: Her varlığın bir idea sahibi olması gibi, bireylerin bu idealardan pay alması konusu da sıkıntı teşkil ediyor. Öyle ki, şu, cevaplanması gereken bir sorudur ancak eğer Platon’un varsayımı doğruysa çelişkisiz bir cevap bulamayız. Birey bütün bir ideadan mı yoksa parçasından mı pay alır? Eğer bütün bir ideadan pay alınıyorsa bir şey aynı anda birçok yerde olur. Eğer parçasından pay alınıyorsa, idea bölünebilir olur ve küçüklüğün bir parçasına sahip olan şey, mutlak küçüklükten daha küçük olmalıdır, bu da saçmadır. Parmenides’ten sonra mekana yanlışlıkla gelen öğrenci söz alır. Anaksimandros, yanında oturan Anaksimenes’in kolunu “Bu kim?” dercesine dürter. Öğrenci: Parmenides’in bu önermesini şöyle çözümlemek mümkün: Kedilerin ve benzerliklerinin sayıları sonsuz olsa dahi temelde sahip oldukları iki özellik var: kedilik ve benzerlik. Yani bu durumda kaynak olarak iki idea olmalıdır: kedi ideası ve benzerlik ideası. Diğer hepsi, işin özünde, bu ikisinin türevleri olmalıdır ancak bu durum bana kalırsa başka bir soruna yol açıyor. Tüm o “kedi” ve “ benzerlik” idealarının birleşmiş türevlerini, eğer böyle çözümlersek, farklı idealara atamış oluruz. Bu da açıklanamayan bir hiyerarşiye sebep verir. Bunun sebebi, atandıkları şeylerin (kedi ve benzerlik) üstün olmaları gereken o asıl sonsuz sayıda idealardan (mesela kedi 2’nin kedi 2 ideasına benzemesi) herhangi bir şekilde tanımsal olarak üstün olmamasıdır. Buna rağmen, çözümleme için gene de onlardan üstün olmaları veya onların idea hallerinin de ideası haline yakın bir işlev görmeleri lazım gelir. Ayrıca, eğer her kavramın ideası var ise, idea kavramının da ideası olmalıdır. Ancak bu mümkün olamaz çünkü idea dediğimiz, zaten belli bir kavramın en mükemmel ve saf hali değil midir? Eğer idealar teorisi doğruysa ve her kavramın bir ideası varsa, bizzat idea kavramı hatalıdır çünkü en mükemmel şeyler olan ideaların ideası olması çelişkili geliyor: En mükemmelden daha mükemmel olanın varlığı çelişkili değil mi? Bu, çözümlenemeyen bir durum gibi geliyor bana. Platon, “siz ne anlarsınız” dercesine başını yukarı savurur ve sorulara devam edilmesini ister. 31


Soru: Platon Bey, Parmenides’ten ve onunla zıt bir görüşü savunan Herakleitos’tan etkilendiğinizi söylemiştiniz. Bu iki filozofun kuramınıza etkileri nelerdir ve bu iki zıt görüşü nasıl sentezlediniz? Platon: İdealar evrenini Parmenides’in felsefesinden aldım. Parmenides’e göre varlık vardır, yokluk yoktur; dolayısıyla varlıkta değişim ve bozunma olmaz. Değişim ancak farklı bir hale geçişle mümkündür fakat varlık, varlık olarak kaldığı müddetçe ve yok olmadığı müddetçe değişmez. Varlık ve yokluk arası geçişler imkansız olduğu için değişim de imkansızdır. Bununla beraber Parmenides’e göre, varlık ile düşünmek aynı şeydir. Öyle ki, var olmayan düşünülemez çünkü yokluk yoktur ve dolayısıyla düşünülen her şey de varlığın bir parçası olmalıdır. Bu düşüncelerin bütünü, benim İdealar Teorimde idealar evreni fikrini oluşturmamda etkili oldu. Şöyle, düşünülebilen her kavramın – ki bunlar aynı zamanda Parmenides’e göre var olanlardır– idealar evreninde bir karşılığı vardır. Aynı zamanda oradaki kavramlar asla değişmez ve bozunmaz. Bu nedenle idealar evreni, Parmenides’in evren modellemesi ile fazlasıyla benzerdir. Tek fark, Parmenides’e göre arkhenin “bir” olması ve tüm varlığın bir birlik içerisinde olması. Benim teorimde öyle bir şey yok. İdealar evreni bir değil, çok şeyden oluşuyor. Herakleitos’tan sanılar evrenini, yani içinde bulunduğumuz evreni kurgularken etkilendim. Bu evren sürekli oluş ve değişim halinde. Bunun yanında, sanılar evreni için Herakleitos’un diyalektiğini de aldım. Algılanan evrende her kavram, zıttı ile birlikte vardır. Şöyle düşünün: Güzel bir şeyde çirkinlik de olmalıdır. Eğer onda çirkinlik olmasaydı salt güzel olurdu, o halde güzellik ideası olurdu. Ancak algılanan evren idealar evreninden farklı olduğu için böyle bir şey mümkün değildir. Hatırlayalım ki, mağara alegorisinde gölgeler asla gerçek varlıklarla aynı olamaz. Dolayısıyla algılanan güzellikte çirkinlik de olmak zorundadır, aksi takdirde algılanan güzellik, güzellik ideasının ta kendisi olurdu. Soru: Platon Bey, İdealar Kuramı’nın metafizik boyutunun yanında mantıksal bir boyutu da var mıdır? Platon: Tabii. Mesela bir kedi gördüğümüz zaman ona “kedi” deriz. “Kedi” kelimesi, bir anlam ifade eder: Tüylü, dört ayaklı, kuyruklu, sevilesi ufak bir hayvan. Bu tanıma uyan varlıkları görebiliyoruz ve onlara bu adı takıyoruz. Tüm kediler, işte o sözünü ettiğim “kedi” kavramından pay aldığı ve ona benzediği için kedi adını alıyor. Çok sayıda bireyin ortak bir adı varsa, ortak oldukları ve pay aldıkları tek bir ideaları vardır. Aristoteles: Platon, öyle diyorsun ancak yanlışsın. Varlıklara özelliklerini verenler, mükemmel ve pay alınan idealar olamazlar. Şeyler, mahiyetleriyle teker teker tek bir kavramı ortaya çıkarır. Nasıl ki bir renk körü yeşili görmüyorsa ve görmediği için yeşili tanımlayamıyorsa, varlıkların “cevherleri” de tikel idealar değildir. Öyle ki, kedilik kavramının var olması için teker teker kedilerin var olması gerek. Aksi takdirde, kedilik olmazdı çünkü kediler olmadan kediliği de düşünemeyiz. Yani, kedilik kavramına anlamını yükleyen şey tikel kedi ideası değil, çok sayıda kediler ve onların ortak özellikleridir. Soru: İdealar evreninin mahiyetlerinden bahsettik. Sanılar evreninin mahiyetleri nelerdir? Platon: Herakleitos öğretisine göre, aynı nehirde iki kere yıkanılmaz çünkü hem nehir akar ve değişir, hem de nehre giren kişi değişir. Hiçbir zaman varlıklar tamamlanmış halde değildir ve sürekli olarak oluş sürecinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, her an algılar da değişir. Sokrates sağlıklıyken şarabı tatlı, hastayken ekşi bulduğunu söyler. Algılarımız da her an değiştiği için hiçbir zaman kesin olarak doğruluklarına güvenemeyiz. Bu sebeptendir ki varlığı ancak akılla kavrayabiliriz. Bir şey gördüğümüzü söylerken doğru olamayız çünkü görme, durmadan görmemeye dönüşüyor. Her şey her şekilde değişiyorsa görmeye görmemek değil de görme demeye, algılamaya algılamamak değil de algılama demeye hakkımız yoktur. ‘Algı bilgidir’ dediğimiz zaman ‘algı bilgi değildir’ de diyebiliriz. 32


Diyalog burada bitti. Öğrenci: Algılar yanıltıcı ise, idealar da yanıltıcı olmaz mı? Her şey her an oluş halinde ise ve yine her şeyin ideası var ise, gördüğümüz kusurlu sanıların da ideası olmalı ancak o algılar kusurlu ise ideaları da, asıl idealarına kıyasla kusurlu olmalı. İdeanın kendisi ve onun her biri farklı ve kusurlu olan sonsuz türevi olmalı çünkü sanılar evreninde her an her şey oluş halinde ise bir gördüğümüzü bir daha göremeyiz. Yani ideanın kendisinin yanında bir de temelde onunla çoğunlukla aynı olan ancak farklı zamanlarda geçen, dolayısıyla aslında farklı olan sonsuz idea daha olmalıdır. Örneklendirmek gerekirse, şarap ideasının yanında Sokrates’in hastayken içtiği ekşi şarap ideası ve sağlıklıyken içtiği tatlı şarap ideası da var olmalı. Soru: Platon Bey, idealar arasında parlayan, ışıldayan, üstün olan bir idea var mıdır? Platon: Bu soruyu cevaplamak için mağara alegorisini hatırlamak lazım. Mağara alegorisindeki ateşin gölgeleri, sanılar evrenini görülür hale getirdiği gibi; Güneş de asıl dünyayı, yani idealar evrenini görülür hale getirir. Güneş, “iyi” kavramının ideasını sembolize ediyor. Açıkça görülmez ve anlaşılamaz olmasına rağmen -güneşe birkaç saniyeden fazla bakarsanız gözünüzün yanmasını düşünün- diğer tüm idealara kaynaklık eden idea odur. Tıpkı mağaradaki mahkumlara gölgeleri gösteren ateş gibi, dışarıda gezen özgür insanlara ağaçları, kuşları ve tavşanları gösteren de güneştir. Aristoteles: Platon, bu dediğin yanlış olmalı çünkü yüklemler farklı çeşitlere ayrılır: miktar, cevher, zaman gibi. “İyi” kelimesi ise, diğer ideaların aksine, bu kategorilerden birine değil, hemen hepsine dahil edilebilir. Örneğin “iyi” kelimesini nicelik bağlamında ele alırsak doğru miktar anlamına gelir. Cevher bağlamında ele alırsak akıl veya tanrı anlamına gelir. Nitelik bağlamında ele alırsak ahlak anlamına gelir. Onca farklı anlam var iken, iyi ideası tek bir şey olamaz çünkü aynı kelimenin pek çok farklı anlamı var ve bu farklılıkların sebebi de sesteşlik değil. Bundan ötürü tek bir iyi ideasının olması çelişkili görünüyor. Soru: Platon Bey, işin teorik yanına çok daldık, acaba kuramınızın pratik hayata yansıyan bir yanı da var mıdır? Platon: Olmaz olur mu! Kuramımı siyaset ile bağdaştırıp doğru bir yönetim tarzı hakkında çıkarımlar yapabilirsiniz. Sokrates’i ölüme mahkum eden demokrasi, yozlaşmış bir sistemdir. Ancak hakikati gören, bilgeliği seven bir filozof kral yönetime geçerse ütopik bir devlete ulaşılabilir. Bu da, hakikati görmekle mümkündür ve onun için ideaları kavramak gereklidir. “Devlet” adını verdiğim kitabıma da yazdığım gibi: “Filozoflar bu devletlerde kral ya da şimdi kral, önder dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu yapmadıkça tasarladığımız (ütopik) devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz gün ışığına.” 33


K O I G Ö L E T I O akşam beyaz bir ay vardı gökyüzünde, göz alıcı ve parlaktı, sanki güneşin ta kendisi gibi aydınlatıyordu geceyi. Beyaz ışık huzmeleri bir koi göletine yansıyordu, içerisinde iki balık vardı. Biri beyaz, biri siyah, birbirleriyle mükemmel bir uyum içerisinde sonsuz daireler çizmekteydiler. Bir an bile yönlerini değiştirmeyen bu balıkların gece ilerledikçe daha parlak parlayan pulları Laozi'nin gözünü almaya başlamıştı. Elini sokmayı ne kadar istese de tutuyordu kendisini, o mükemmel uyum, bozmak için fazla güzel ve dengeliydi. Bu ince ip üzerinde duran denge bir taşın gölete düşmesiyle bile kolaylıkla bozulabilirdi. Bu yüzden etrafında sessizce oturdu bütün gece, ta ki uyuya kalana kadar. Bir rüya gördü o akşam, rüyasında bu iki renkli balık kafasının üzerinde dönüyordu, neredeyse iki katı kadar büyük ve irilerdi. Sanki suyun içerisindeymişçesine aşağıdan bakan Laozi gözlerine inanamamıştı. Yaşlı düşünür bulunduğu durum ne kadar garip olsa da sakin kalabilmişti, o an balıklara başka bir perspektiften bakmanın nasıl bir şey olacağını düşündü. Gözlerini kapattı ve kendini zihninde akan nehre teslim etti, bir rüyada olduğunun farkındaydı ve onu kontrol edebileceğini biliyordu. Bu düşüncesinin ardından yavaş yavaş aşağıya inmeye başladı balıklar. O sırada dikkatini çekti desenleri balıkların. Beyaz olanın kafasında siyah ve siyah olanda ise benzer şekilde beyaz bir nokta vardı. 34


Balıklar yüzmeye devam ettikçe Laozi bir fısıltı duydu. - 'Niçin balıklara dokunmadın?' - 'Çünkü dokunmaya gerek yok, kendimi bunu yapmaya itmemeliyim. Kendimi bir şeyler yapmaya daha az zorladıkça, hiçbir şey yapmamaya daha çok yakınlaşırım. O zaman ise ne bir şey yapılmış ne de yapılmamış olur. ' diye cevap verdi. - 'Peki, niye balıkları durdurmuyorsun? Sende o güç var. ' diye yankılandı ses tekrardan. Aniden gölet belirdi ve yeniden balıklar eski hallerine döndüler. Ancak Laozi kılını bile kıpırdatmadan sadece baktı, verilen güç onun için anlamsızdı, müdahale etmesi gerekmiyordu. Durmaları veya durmamaları onun için aynıydı. - 'İlginç... acı çekseler bile bir şey yapmaz mıydın?' Laozi'nin elinde bir bardak su belirdi ve birden göletteki bütün su buharlaştı. Acı içinde kıvranmaya başlayan iki balık, hayatlarının son dakikalarını yaşamaktaydı. - 'Şimdi bir şey yapmayacak mısın? Acı mı çektireceksin onlara?' diye bağıran o ses bilge düşünüre karşı bir etkiye sahip değildi. Ancak Laozi adaletli, alçak gönüllü ve prensiplere sahip bir insandı. Bu nedenle suyu yavaşça gölete boşalttı ve balıkların tekrar yüzmesini izlemek için birkaç dakika bekledi. Yaptığı eylem az ve özdü. Ses bu sefer değişmişti, daha sakin ve ona rağmen duygu bütünlüğü anlaşılmaz bir sesti. Hem mutlu hem mutsuz, hem de ne mutlu ne de mutsuz duyuluyordu. Ses ve duygular Laozi'nin aklının alamayacağı kadar yoğundu ancak aynı zamanda da tamamen duygusuz ve boştu. - 'Merak etmiyor musun ne olduğumuzu veya olmadığımızı?' diye sordu. Bu ses balıklardan gelmekteydi. 35


-Laozi basitçe cevap vererek 'Renkler gözü kör eder, sesler kulağı sağır eder, tatlar dili köreltir, düşünceler aklı güçsüzleştirir, istekler kalbi soldurur. Bu nedenle hayır. ' diye yanıt verdi. Balıklar daha önce hiç böyle bir adamla karşılaşmamıştı. Etrafı Laozi basitçe cevap vererek 'Renkler gözü kör eder, sesler kulağı sağır eder, tatlar dili köreltir, düşünceler aklı güçsüzleştirir, istekler kalbi soldurur. Bu nedenle hayır. ' diye yanıt verdi.maviye yakın bir ton sarmalarken balıklar Laozi’nin etrafında daireler çizmeye devam ediyordu. Bu sefer sözler yoktu ortalıkta, sadece düşünceler. Balıklar hiç durmadan döndüler ve de döndüler. Dakikalarca ve saatlerce, Laozi aniden bir fısıltı duydu ve rüzgâr esmeye başladı. ‘dao… Dao… Dao… DAO DAO DAO’ Ansızın bir cam kırılma sesiyle irkilerek uyandı. Ne olduğunu anlamayan Laozi kedisini göletin kıyısında buldu, ancak bu sefer gölette ne su vardı ne de balıklar. Sesin geldiği tarafa kafasını çevirir çevirmez bir hırsızla göz göze geldi. Genç adam elinde bir televizyon ile Laozi ‘ye karşıdaki evin kırık camlı balkonundan bakmaktaydı. Birkaç saniye süren bu bakışmadan sonra yaşlı adam hiçbir şey olmamış gibi yavaş adımlarla yatağına yattı ve uykuya daldı. Ertesi sabah çayını içerken etrafı seyreden Laozi aynı adamı tekrar gördü, ancak ne adını bağırdı ne de müdahale etti çünkü yaşlı adam çoktan ne yapacağını biliyordu ve Tao'yu bulmuştu. 36


Tao onun için müdahale etmemekti ve bunu bütün prensipleriyle uygulamakta kararlıydı, genç adamın tekrardan hırsızlık yapacağını bilse bile. Laozi sadece oturdu, ancak şu anda durum farklıydı, hırsız olarak bilinen adam bu sefer bir yaşlı kadına çantalarını taşımakta yardım etmekteydi. Yaşlı kadın adeta şekeri çalınmaya hazır bir bebek kadar güçsüz olsa da genç adam bundan faydalanmadı. Peki, o zaman bu adam iyi miydi kötü mü? Davranışları birbirlerini nötrlemiş miydi? Yaşlı adam düşündü ve en sonunda genç adamın hem iyi hem de kötü olduğuna karar verdi. İşte Laozi o zaman hatırladı balıkların desenlerini, beyaz iyilik olarak ve siyah kötülük olarak alınacak olursa ikisi de aslında bir birini içinde barındırır ve bir bütündür. Ne kadar bir insan kötü olsa da içinde iyiliği bulundurur veya tam tersi de geçerlidir, bu evrenin mükemmel uyumudur. Bu duruma 'Dao' denir çünkü ne şudur ne de budur, hep sonsuz bir akış içerisindedir, aynı hayatın ta kendisi gibi başı ve sonu olmayan değişim ve dönüşümü anlatır. Kötü iyiye, iyi kötüye dönüşebilir, daima bir birlerini içinde bulundururlar ve bu sonsuz düzeni oluştururlar. Bozulamaz bir dengedir bu, düzensizlik bile içinde düzeni barındırır ve bu uyum, o kadar dengelidir ki ne olursa olsun bozulamaz... 37


“Tao'yu bulun, Tao her zaman rahattadır, Yarışmadan üstesinden gelir, Bir tek söz söylemeden cevap verir, Çağrılmadan gelir, Planı olmadan bile başarır. Bütün evreni bir ağ ile sarar, Ne kadar ağlardaki boşluklar geniş olsa da, Hiçbir şeyin kaçmasına izin vermez. ” 38


Parmenides’ in Varlık Anlayışı İdil Rengin UZ Parmenides (Varlık Felsefes ) -Varlık ve yokluk var mıdır yok mudur? Bu araştırmama başlamadan önce Parmenides’in düşünceleri bana garip geliyordu ve ilk başta ona katılmıyordum. Araştırma yaptıktan sonra ise bazı yerlerine hak vermeye başladım. Parmenides’in düşüncelerini destekleyen Zeno’nun Paradoksları ve araştırmam olayı biraz daha anlamamı sağladı. Aslında bu düşünceler bana Matrix filmini hatırlattı. İlginizi çektim mi şimdi bu tarafa? Evet, aslında bu fikirler sanki Matrix filmine ilham kaynağı olmuş gibi; olmamış da olabilir ama araştırmamı yaparken aklıma ilk gelen şey bu fikirlerin nasıl bana bu filmi hatırlattığıydı. 39


Ama yanlış anlamayın, tamamen katılıyorum demiyorum. Çelişkiye düştüğüm yerler de olmadı değil, başka filozoflar gibi. Herakleitos başta olmak üzere “Post-Parmenides Presokratikleri” olan olan Empedokles, Anaxagoras ve Demokritus da Parmenides’e bazı yerlerde görüşüne katılmamışlardır. Uzatmadan yazıma başlayayım en iyisi. Parmenides her “şeyin” “bir” olduğuna inanır. Ona göre gerçeklik “bir”dir. Hiç değişmeyen bir “bir” . Şöyle düşünelim; Bir şehir var, şehrin içinde ilçeler var, ilçelerin içinde okullar var, okulların içinde de öğrenciler ve öğretmenler var… Bu şekilde elektronlarınıza kadar gidebiliriz ama bir dur demenin zamanı gelmişti. Ben bu sonsuzluğa sadece şehir diyerek bu bahsettiğim her bir “parçayı” kastetmiş oluyorum. O kadar öğretmen, öğrenci ve elektrondan bahsetmek yerine direk şehrin adını vermek ne kadar da pratik değil mi? Herhangi bir şehir bu anlamda sonsuzluğu temsil eder. Tabii ki de ülkeler var, kıtalar var, gezegenler var… vs. ama biz bu anlamda uç çizgimizi şehir olarak alalım. Ama bahsettiğim şeyi anlamışsınızdır umarım. Okul demek içindeki öğretmen ve öğrencileri kapsar, bir ilçe içindeki okulları kapsar. İşte her şeyin içinde olduğu tek bir tane grup var, bu sonsuzluğu ise Parmenides “bir” olarak tanımlamıştır. “1” rakamı her ne kadar az görünse de inanın, “1”in anlamı az da olabilir, “1” sonsuzluk da 40


Zenon, bir gün öğretmeni ve sevgilisi olan Parmenides ile Güney İtalya’daki Crotona’dan Atina’ya, şehir surlarının dışında Pythadorus'u ziyaret etmek ve büyük festivale katılmak için gelmişlerdi. Bu festivalde, bu filozoflar fikirlerini anlatırken sanıyorum ki sıra Zenon’a gelmişti ve o da fikirlerini ve bu fikrini temellendirecek örnekler vermişti. Sokrates dahil tüm dinleyenler bu anlatılanlardan kafaları karışmıştı. Zenon’a seslendi. “Zenon, ne demek istiyorsun? ‘Eğer “şeyler” (yani “bir”) çoksa hem benzer hem de farklı olmalılar. Ama bu imkansız; ne benzeyen şeyler benzemezler, ne de benzemeyen şeyler benzerler. ’ Bunu mu demek istiyorsun?” “Evet” diye cevapladı Zenon. Sokrates de dahil tüm dinleyiciler bir kez daha şaşırmıştı. Sokrates o zaman şunları söyledi: “ ... Açıklaman … Biz dışarıdakilerin kafasını aşmış gibi gözüküyor. ” (MAZUR 37- 38) Şimdi ise, sizin de kafanızın yanmaması için bir açıklama koyacağım: 41


Zenon’un dedikleri aslında mantıklıydı. Eğer iki şey varsa, onları ayırmak için bir üçüncü bir şey olması gerekir, yoksa iki şey olmaz, tek bir şey olur. Üç şey varsa, üç şeyi ayırmak için dördüncü ve beşinci bir şey olmalıdır. A ve B'yi ayırt etmek için bir C ayırıcısı olmalıdır ve A ile C'yi ayırt etmek için başka bir D ayırıcısı olmalıdır ve bu böyle devam eder, böylece bu da dünyada ya tek bir şeyin olması ya da sonsuz bir şeyler topluluğu olması gerektiğini kanıtlar. “Yani, ” diye devam etti Sokrates, “iki şeyin var olmadığına dair bir kanıt daha mı veriyorsun? Demek istediğin bu mu, yoksa seni yanlış mı anlıyorum?” “Hayır, ” diye yanıtladı Zenon, “bütün incelemenin amacını oldukça haklı olarak anladınız. ” Zenon, hiçbir şeyi değişmediğini çünkü değişimin bir oluşu ve varlığın sonunu gerektirdiğini iddia etmeye devam etti. “Dolayısıyla, ” dedi Parmenides, “olmayan, herhangi bir anlamda varlığa sahip olmayan, ne sona erer ne de var olur. ” O ve Zenon, bir değişim eylemindeki bir şeyin bu eylemi zamanında gerçekleştirmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Yani değişim harekete eşdeğerdir; Yaydan hiç çıkmayan ok gibi değişim imkansızdır. (MAZUR 39-40) 42


Böylece bu da her şeyin “bir” olduğunu göstermiş olur. Tek bir şey veya tek bir topluluk. İkisinin sonu da tek bir şeye dayanıyor. Değişim konusuna ise hemen şimdi değineceğim. Parmenides gerçekliğin bir illüzyon olduğunu düşünür. “Doğarız, büyürüz ve bir gün ölürüz, ” veya “Canlıların ortak özelliklerinden biri de hareket etmektir. ” diye çok duymuşuzdur. Unutun bunları, bunların hepsi bu illüzyonun bir parçası olabilir! “İyi o zaman, ben aslında yok muyum? Ailem ve kedim Ponpon gerçek değil mi şimdi?” Var değiller, yok da değiller. “Nasıl yani” mi? Hemen açıklayayım size. Parmenides’in düşünce yapısına göre açıklayacak olursam şöyle başlayayım; siz nereden geldiniz? Annenizin karnından geldiniz veya leylekler sizi getirmiş olmalı öyle değil mi? Tales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Herakleitos doğum sürecine doğal bir süreç demiş olsa da Parmenides bu sürece tutarsız bir süreç demiştir: Olan var olamaz. Olmuşsa, ya olandan ya da olmayandan gelmiştir. Ama var olandan gelmemiştir, çünkü eğer varsa, var olmamıştır, zaten vardır; Var olmayandan da gelmemiştir. Çünkü var olmayan hiçbir şey üretemez, (Gorgias) (Introduction to Parmenides). 43


Matrix’ten bahsettiğimi hatırlıyorsunuz değil mi? Belki de biz zaten vardık da kapsüllerde uzun bir uykudayızdır. Bu yaşadığımız gerçeklik bir illüzyon olabilir. Belki de Morpheus şimdi gelip bizi “gerçeklikten” uyandıracak hapları verecek, kim bilir? Böyle olduğumuzu düşünsenize, yemek yemiyoruz aslında, su içmiyoruz, oyun oynamıyoruz, ben bu yazıyı yazmıyorum, siz okumuyorsunuz… Hepsi aslında bir illüzyon. Belki de hepimizde gerçekten kaşığı zihnimizle bükebilecek bir potansiyelimiz vardır. Tamam, sonuca geldim şimdi. Soruma cevap alabildim. Varlık ve yokluk bu illüzyonumuzu anlatmak için yetersiz kalır ama yokluk diye bir şey yoktur, ama aslında vardır. Yine beyniniz sünger oldu değil mi? Yalnız değilsiniz, ben de büyük ihtimalle üç saat uyuyacağım için yarın beynim süngere dönüşecek. Ama size tabii ki de açıklamasını yapacağım. Masada duran kırmızı, tatları enfes iki elma düşünelim. Varlıklarını “hissedebiliyoruz” , değil mi? Şimdi ise bu enfes elmaları yediğimizi ve karnımızı doyurduğumuzu hayal edelim. Masada hiç elma yok. Ama yokluklarını da “hissedebiliyoruz” , değil mi? Hem yokluk olmasaydı şu anda masada elmaların olması gerekmez miydi? Demek ki yokluk var. Demek ki masada “yok” olan bir şey var. Demek ki masada bir şey var, o da “yokluk” . Sonuçta yokluk da bir şey ifade eder. Kısacası, varlık tabii ki de vardır ama yokluk için durum biraz karışık; yokluk vardır, bu yüzden yokluk yoktur. 44


Değişim Var Mıdır? Sine Ersan Parmenides’in görüşlerini ilk defa topluma açıklamasından yaklaşık bir gün sonra Herakleitos, arkadaşça bir tartışmada arayışı içinde, onu çimenlerde oturmuş düşünürken yakalamıştı. Evrendeki ana maddenin, Arkhe’nin, ateş olduğu üzerine uzun bir monologdan sonra Parmenides, Herakleitos’un sözünü kesti. “Ateşin değişim olduğunu kabul etsem bile ki etmiyorum, değişimi varlığın merkezine yerleştiremem, ” dedi, “Değişim varlık olamaz, çünkü değişimin kendisi yoktur.” Herakleitos bu görüşe anlam verememekten gelen bir inatla kaşlarını çattı. Sanki karşısındaki adam başından beri onu dinlemiyordu. Hâlbuki Parmenides, her ne kadar onun fikrine katılmasa da ve böyle bir bakışa anlam veremese de, dinliyordu. Başka filozofların görüşlerini dinleyip, anlayabilmesi, yapacağı büyük işler için gerekliydi. Herakleitos ila ortak olarak, Yunan olmalarındandır ki, varlığın yokluktan gelemeyeceği konusunda hemfikirlerdi, ancak diğer tüm konularda bir şekilde zıt düşüyor gibilerdi. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Öyleyse nasıl değişim olmayabilir ki?” diye şaşkınlığını dile getirdi Herakleitos. “Değişmesi varlığın hareketli olduğu anlamına gelmez mi?” “Tabii ki gelir. Diyelim ki bir nehirde yıkandın, o nehirde bir daha yıkanamazsın. Sen dönene kadar o nehir de aynı senin gibi değişmiş olur. Sen şu an sensen, bu anın sonunda sen değilsindir. Değişmişsindir, ” karşısındakinin onu dinlediğine emin olmak için bir an durdu, sonra devam etti. “Varlığın olması için, aynı iyinin iyi olması için kötülüğün gerekmesi gibi, yokluk gerekir. Bu şekilde her şeyin bir zıttı vardır ve bu zıtlıklar da birbirlerine doğru hareket ederler, değişirler. Zaten ateş de bu hareketi, bu değişimi içinde barındırır: hep hareketli, değişendir. Yoğunlaşır, su olur. Su buharlaşır, hava olur veya donar,toprak olur. Toprak da yanarak tekrar ateş olur eninde sonunda.” “Varlığın olduğunu ve ayrılamaz bir bütün olduğunu söyleyen sen değil miydin?” diye araya girdi Parmenides. “evet.” “Eh, işte, varlık varsa ve bir bütünse, içinde yokluğa yer yoktur. Ve az önce dediğine göre var olan bir şey yokluğa doğru hareket eder ve eninde sonunda ulaşır. Ama buna göre var olan bir şey değişiminden sonra yok olabilir. Bu da burada bir boşluk oluşturur. Varlığın içinde de yokluğun bu boşluğu olamayacağına göre varlık değişemez.” Herakleitos bıkkın ve küçümseyen bir gülücükle ona yanıt verdi. “Bak, ” diye yeniden başladı, Parmenides’e görüşlerini anlatma konusunda pes etmeyerek, “Ateş yoğunlaşır, su olur. Su donar,toprak olur, buharlaşır ve hava olur. Ama ilk madde ateştir. Ateş ezelidir. Değişimi ateş getirir. Hassas, ölçülü bir değişim. Bu değişim zıtlara doğru olur, sonra da geri döner. Bu vesile ile ateş miktarı hiçbir zaman değişmez ve o bahsettiğin boşluk hiçbir zaman oluşmaz.” “Sen bak asıl, ” diye itiraz etti Parmenides, “İki yer olduğunu düşün, hatta bu yerler şu anda bulunduğumuz yer ve senin evin olsun. Senin evinden buraya gelirken arada bir yer daha 45


Değişim Var Mıdır? Sine Ersan Herakleitos ‘evet’ anlamında başını salladı. “Evet, ” diye seslendirdi Parmenides, “O zaman ortada zorunlu olarak var olan yer ile yine var olan senin evin arasında da bir yer olmalı. Aradaki yer ile evin arasında yine bir yer daha var olmak zorundadır. Bu da böyle sonsuza kadar gider. Yani ya bu iki yer arasında sonsuz mesafe vardır, ya da bu yerlerin hepsi aslında tek bir yer,tek bir varlıktır. Ve eğer sonsuz mesafe olsaydı hiçbir yere gidemezdik, ama gidiyoruz, yanitüm varlıklar aynıdır ve her şey birdir, Arkhe ateş değil evrenin kendisidir ve değişim imkânsızdır.” Bu veya aynı konuda yaptıkları sayısız diğer tartışma, hiçbir zaman net bir kazanan ile sonuçlanmadı. Bir sonraki seferinde,tabii ki, Parmenides daha avantajlı konumdaydı, çünkü o zamana kadar Elea Okulu’nu kurmayı başarmıştı ve bu okuldaki öğrencilerden biri olan Zenon ona paradoksları ile yardım sağlamıştı. Yine de bir kazanan olmadı. Filozofların tartışmalarında genellikle olmazdı zaten. Her fikir bir diğeri kadar geçerli, her temellendirme bir diğeri kadar doğruydu. 46


Gözlerimi ilk açtığımda, önce durumumdan alışılmadık bir korku sezdiğimi inkâr edemeyeceğim. Şüphesiz yerimde kim olursa olsun, bir anda ona tamamen yabancı bir zaman ve mekâna, özellikle kötü niyetle gönderildiğinde kendini bir anda çevreleyen korkulara karşı gelemeyecektir. Bu korku oldukça doğaldır, şüphesiz bilinmezliğin korkusu kadar insanlığı derinden etkileyen, bedenin kimliğine kendini daha derinden işlemiş başka bir korku türü bulmak zordur. Fakat buna rağmen, küçüklüğümden beri her daim korkuların üstesinden gelmemi sağlamış bir sözü kalbime yakın tuttuğumdan, ayağı kalkıp ilerleme gücünü kendimde bulmayı başarmıştım; “Bir şeyi yapman gerekiyorsa ve korkuyorsan, o zaman korkarak yap. ” Duygular bizim en büyük önderlerimizdir, fakat gözleri ya da kulakları yoktur. Bu yüzden onlara yol göstermek bizim görevimizdir. Duyguları hissetmek fakat onları saf irade ile dizginleyebilmek ancak büyük insanların başarabileceği bir kazanımdır. Kendimi büyük bir insan olarak tasvir etmiyorum, fakat bu durumda korkuma yenik düşmek hayat ile ölüm arasındaki çizgiyi ifade ediyordu, bu yüzden bir seçim yapmak zorunda kalmıştım, ben de yaşamayı seçtim. Kimsenin hatırlamadığı bir insan olarak, tarihin toza dönmüş sayfaları arasında kaybolmayı istemiyordum. İLK INSANLAR 47


İnsan iradesi ve yaşama arzusu bazen o denli güçlü oluyor ki, en büyük korkuların karanlığını bile aydınlatmayı başarıyor. Bunun yanında, beni bu duruma mahkûm kılan insanların oyununda kaybetmenin düşüncesine dayanamıyordum. Issız, insan eli değmemiş ormanlarda gezerken gözlerimin erişemediği karanlık köşelerden beni izleyen hayvanları duyabiliyordum. En narin kuşun şakıyışı bile beni öyle geriyordu ki, ağaçların arasında gizlenmekte olan diğer hayvanların varlıklarını düşünmek dahi istemiyordum. O an insanın kendi başına ne kadar kırılgan ve güçsüz bir varlık olduğu bana acımasız bir biçimde hatırlatılmıştı. Tüm hayatım ya şansa, ya da etrafımda bulunan yırtıcı hayvanların karınlarının tokluğuna bağlıydı. Umutsuzca beni güvenliğe götürebilecek bir ışık arıyordum, ta ki burnuma tanıdık bir yanık kokusu gelene kadar. Görüşümü engelleyen iki büyük yaprağı araladım ve gördüğüm manzara karşısında istemsizce yüzümde aptalca bir gülümseme belirdi, aynı anda hem büyük bir korku, hem umut hissetmiş, ihtimallerin arasında kaybolmuşluğun özgürlüğüne kendimi bırakmıştım. Karşımda duranlar ilk insanlardı. Bir süre boyunca olabildiğince sessiz bir biçimde kendimi gizleyip uzaktan onları izledim. Ateşin etrafında olmalarına rağmen, yakınlarda herhangi bir yerleşim yeri görünmüyordu. İki erkeğin ellerinde ucu sivrileştirilmiş sopalar bulunuyordu, bunlarla ateşin içinde pişmekte olan, ne olduğunu bulunduğum mesafeden sezemediğim bir şeyi dürtüyorlardı. Ateşin az ötesinde yere çömelmiş bir anneyi gördüm, kollarında henüz yeni doğmuş bir bebeği tutuyordu 48


Bu eski insanların davranışlarının alıştığım zamandaki insanların davranışlarına ne kadar benzedikleri beni şaşırtıyordu. Elbet görünüş olarak farklılardı, ancak onları izlerken kendimi uygarlığa bulanık bir camdan bakıyor gibi hissediyordum. İnsan oldukları tartışılmazdı, fakat farklılıklarından dolayı içime onlara karşı tuhaf bir rahatsızlık doğmuştu. Kendinden farklı olandan rahatsız olmak insanların doğasından gelen bir duyumdu, vücudun kendini koruma isteğinden doğmuş bir duyum. Bu masum niyetli arzu tarih boyunca sayısız katliam ve vahşetin gerekçesi olarak kullanılmıştı, kökeni cehalete bağlıydı, yine de, bulunduğum durumda bana faydalı olabileceği gerçeği aklımdan çıkmıyordu. O anda, bir bebeğin ağlama sesini duydum. Bu o kadar aşina olduğum, o denli bildiğim bir sesti ki sadece bir saniyeliğine bile olsa kendimi ait olduğum zamana geri dönmüş gibi hissettim. Bu ses beni, derin tuhaf bir uykudan uyandıran bir alarm görevi görmüştü. Fakat çok geçmeden farkına vardım ki hala ıssız bir ormanda,derin bir korkuyla, kendimi gizlemiş, atalarımı izliyordum. Bir bebeğin ağlamasının bunca yıl boyunca değişmeyişi, gördüğüm bu insanlar ile aramda olan farklılıkların örtülmesinde önemli bir rol oynamıştı. 49


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.