Kültür Çıkmazı Dergisi 1. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

91 downloads 110 Views 17MB Size

Recommend Stories


introduction Part 1 The Firebird Folk Tale Say: EYE-vun Say: Zarr VIS-lav Say: Dim-EAT-tree Say: Va-SILLY
The Firebird Folk Tale Part 1 introduction Say: “EYE-vun” Say: “Zarr VIS-lav” Say: “Dim-EAT-tree” Say: “Va-SILLY” :10* Había una vez, hace mucho ti

Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmenleri İlker Ardıç Şeyma Sakallı Editörler Burcu Kılıç Seda Kamburgil Yazarlar Bora Aşık Esra Aktürk Esra Atabay Gece Can Erdem Hacer Yıldırım İrfan Karabulut Melis Genç Meltem Gökce Muhammed Eyüp Yavuz Nagehan Kazancıgil Nazlı Deveci Nazlı Yıldırım Okan Altun Özge Özgüner Türker Ardıç Yasin Gel twitter.com/kultur_cikmazi facebook.com/kulturcikmazi Öncelikle bizi okuyan edebiyat sevdalılarına bütün ekip adına merhaba demek istiyorum. Bugün karşınıza Kültür Çıkmazı ailesi olarak çıktığımız ilk gün ve ekip olarak en heyecanlı olduğumuz gün diyebilirim. Çok kısa bir süre içinde aldığımız kararlarla sadece birkaç gün içinde kurduğumuz bu aile, içinde yazma isteği olan bir ekipten oluşmakta. Belki öyle çok büyük iddialar peşinde değiliz ya da biz en iyisiyiz diye ortalıkta dolaşmayacağız. Ama yayın hayatımız boyunca siz değerli okuyucularımıza siyasetten ve fanatizmden uzak içinde sadece edebiyat olan kaliteli sayfalar sunmaya çalışacağımıza söz verebiliriz. Bu zorlu yolculukta umarım beğeninizi ve takdirinizi kazanıp daha fazla insana edebiyat aşkını aşılayabiliriz. Daha nice yeni sayılarda buluşmak dileğiyle keyifli okumalar. "Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor." Oğuz Atay'ın çok sevdiğim bu sözü, hem kelimelerin gücünü hem de acizliğini gözler önüne seriyor. Yaşamımızın en başından beri kelimelere mahkum olduğumuzu da kanıtlıyor adeta. Peki nedir kelime? Binlerce kurduğumuz cümleler içinde en afilli olanı mı? Yoksa suskunluğumuzun köşesinde bekleyen, birbirine kavuşamamış heceler mi? Bizler bunu anlatmak için buradayız, sözcüklerimizle... 11 Haziran 2014'te girdik Kültür Çıkmazı'na. Onlarca derginin olduğu bu kulvara hiç düşünmeden katıldık. Kelimelerimizi savunabilmek, edebiyatımızı sevdirebilmek için. Yazmanın katı bir nesne haline dönüştüğü bu zamanlar tüm öznelliğimizle birleştik. Amacımız kurallarla ilerlemek değil, sadece yazmak. "Yazar olmak istiyorsanız, yazın." demiş Heinrich Böll. Biz de yazmayı seven, bu işe yürekten inanan arkadaşlarla birlikteyiz ve kapımız yazmayı kendinden bir parça gören her insana açık. İlkler hep başka olur derler. İlk kitap, ilk kelime, ilk aşk... Bizler de sizin için ilkimizi sunuyoruz önünüze. Bu daha sadece başlangıç dediğimiz sayımızdan hiç kopmamak; girdiğimiz bu Kültür Çıkmazı'ndan hiç ayrılmamak dileğiyle... Bizim Sesimizden


Merhaba; ilk sayımızla yeni bir başlangıç yaparak yayın hayatına başladık. Bu sayımızda size dergimizden kısaca bahsetmek istiyorum. Bir fikir olarak ilk adımı atılan dergimizin kısa sürede adı, sitesi ve kocaman bir yazar ekibi oldu. Bu çalışmaların sonucu olarak da ilk sayımızı büyük bir heyecan ve mutlulukla sizlerle paylaşıyoruz. İstekli, gönüllü, okumaya ve yazmaya içten bağlı olan arkadaşlarımızla birlikte 'Kültür Çıkmazı' ailesi olarak her ay sizlerle buluşacağız. Kalemimizdeki umutları, sevgileri, hüzünleri, bekleyişleri, arayışları sizlerin yorumlarınıza bırakacağız. Öncelikle kültür, sanat ve edebiyat içerikli dergimiz sayfalarının aralanmasını bekliyor. Okuma oranı gün geçtikçe artan ülkemizde, yeni okuyucularımıza keyifli okumalar diliyorum. İkinci sayımızda görüşmek temennisiyle... Değerli Kültür Çıkmazı Okuyucuları; Hepinizin bildiği üzere dergimiz Haziran ayında kurulmuş olup, Temmuz ayı itibariyle de internet üzerinden yayın hayatına başlamış bulunmakta. Bu başlangıçla birlikte hem çok mutlu, hem de çok heyecanlıyız. Yaşadığımız heyecana her ay sizleri de ortak edeceğiz. Biz derginin kurucu üyeleri ve editörleri olarak zorlu ama bir o kadar da zevkli bu uğraşta sizlere her ay keyifle okuyacağınız ürünler sunmayı hedefledik. Farklı yaşlarda ve farklı yerlerde olan yazarlarımızın geniş konuları ele aldığı, gerek alıp bizi uzaklara götürecek, düşündürecek; gerekse bilgilendirip merakımızı giderecek bol çeşitli yazılarıyla, hikayeleriyle, şiirleriyle, film ve kitap tanıtımlarıyla sizlerle olacağız. Her sayıda bilgilenmek, meraklanmak, kültürlenmek dileğiyle. Sevgiyle kalın. İçindekiler Sızı Zarra’ya Mektuplar Bir Yudum Kahve İki Damla Gözyaşı dRupO Soma Hayat Aslında Oldukça Basit İçimi Dinlerken Yok Olanlar Birikmiş Duyguların Diyalektiği Kağıt Ezgi – Bölüm 1 Özgürlük; Bir Kuş Kanadı Gerçek, Onu Fark Ettiğimiz Zaman Gerçektir ''Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin...'' Eksik Kahverengi Defterden Notlar Teklinin Tekliği Edebiyat ve Mekan – Sait Faik Müzesi Eternity And A Day Red Special - AC/DC Aşkın Diğer Adı - Kürk Mantolu Madonna Ters Köşe


Sızı Yürüdüğün sokaklarda geziniyorum. Bastığın taşlara basıp; adımlarımı adımlarımla denkleştireyim, oradaki huzur kırıntısına sahip olayım istiyorum. Buna razı olmayı seviyorum. Taşlar bana ayak sesimle bir olup şarkılar fısıldıyor. Gözlerimi kırpışımda bile bir ezgi duyuyorum sanki. Halbuki pek de tenha sayılmaz sokaklar, bense sadece fikrimde inceden kalan sesinle dans eden kendi müziğimi işitebiliyorum. Sesin anımsayamadığım bir şarkının mırıldanıp hatırlamaya can çekiştiğim sözleri sanki, sesin dilimin ucunda gibi, sesin dilimin ucunu kanatıyor sanki… Kulaklarımda çınlayan seslerin silik tınılara dönüşeceğini nerden bilirdim? Yaşarken her şeyin geçebileceğini, bitebileceğini nasıl düşünebilirdim ki? Yılın yıllar olacağını gönlümde, heybemdeki gülüşlerin düşümü üzeceğini, anların anılar olup hasrete gebe olduğunu… Nasıl anlardım? Bu bir mektup değil, olmasın. Sağ üst köşeye bir tarih iliştirmedim. Yalan da olsa zamanlardan, mekanlardan soyutlanmışcasına ulaşmak istiyorum sana. Sanki bu kelimeler hiç yazılmamış bir kağıda, öyle hisset. İkimizin de görebildiği bir rüya düşün. Düşün ama sakın inanma. Bizi kırıp geçiren, vurup dağıtan; geçip giden zaman değil mi zaten? Şu köşeye yazıp da ona anlam katmak istemiyorum. Hem bakıp da nasıl hızlı olduğunu görüp gönlün sızlamasın. İnanmak bir hayale, kendine düşman olmanın ilk tohumunu atıyor değil mi? Kurduğun hayale inandıkça mutluluk işler damarlarına, olmaza öfkeni biriktirirsin bilmeden. Halbuki kabul etmenin zor olmadığını, umutsuz değil ama beklentisiz olmanın gerektiğini kendi gönlünü paraladıktan sonra anlarsın. İyisi mi sen inanma bu hikayeye. Ama düşün, düşünle mutlu olmaktan korkma. Gülmek sana en yakışandı çünkü, gülmen gülmeleri sevdirirdi. Sevinçle beslenip hızlanan adımlarından güneşin ışıkları saçılırdı, gözlerimi kısmam bundandı sana bakarken. Ama sen öyle hızlı adımların ardından derin ve hırıltılı nefesler alırdın. Korkardım, nefesim durur gülmeni beklerdi o vakitler. Derin ve huzurlu soluğun gönlümü rengarenk boyardı. Hiç kirlenmemiş ciğerlere nüfuz eden tertemiz ilk nefesim gibi olurdu verdiğim nefes. Güneş gamzelerinde doğardı sabahları. Gülüşün bir kaygısız bir çekingendi. Bazen kahkahaların arasında kaçıp giderdi. O vakitler neden gülmediğini anlamazdım. Ama hüznün de gülüşün kadar hikayeli, o kadar seyredilesiydi. Seni harflere serpiştirmek hiç zor olmamıştı ama seni tanımlamak için kalemim benden hevesli bu kağıt parçasında. Zaman biriktikçe mürekkep tükenir ya benim de hatırım üzülür bahsi açıldıkça geçmişin. Aklımda, kalbimde birikenleri taşıyamaz olurum vakitler ellerimden taşınca. Biraz daha anlat deme, aklıma işlediğim her anını nice süslerle bezeyip sunarım sana, dakikaları


saatlerce betimlerim. Ama ne kadar dilimizle dolaşırsa hikayemiz o kadar gerçek zannederiz. Sen gerçeklere dayanamazsın bilirim. Sen kırık hayallerle dost olup hakikati olmaz bilirsin. Sen sızlayan hikayeler yazar, onlara inanırsın. Sen bir sızının eşiğinde yaşarsın sevgini. Olsun sen ol da… Sen yine hayal ol, hayal kadar güzel ol… Üflediğin nefes, telimi savursa Canımı koysam gözlerine. Yaz, yaz ki okuyayım, Seslerin çınlasın yüreğimde. Bir köşe ayırsan sokağından, Bir soluklansam ilişip, Sakın ezberlemeyesin sesin, Kesik kesik sızlayan nefesimin. Kapat kapını, Bilme öyküsünü içimin. Temiz kalsın, Bana kalsın, Ben bileyim, Ben olabileyim, Taşlar sırrımı kıskansın… Nazlı Deveci [email protected]


Enstürman çalan insanlara hep özendim. Nota çıkarmayı hiç beceremedim. Çünkü bu hayatta çözümlere ulaşmak bana göre değildi. Sol anahtarının kıvrımında parmağının güzelliği gelseydi aklıma, daha başarılı olabilirdim. Şimdilik -mış'lı zamanlarımı düzeltmeye çalışarak mutlu oluyorum Zarra. Belki ölen birisini uyandırmaya çalışmak bu, belki zamanı geriye doğru saymak, belki de sana ulaşmaktır Zarra. Bilemeyiz. Hayat seni bilmeyince güzel... Taşların arasından gün yüzüne çıkan yağmur suları gibi bekliyorsun zihnimde geceleri. Sonra beklemek geliyor aklıma. Her insanın kaderinde olan. Bazen bekleyen, bazen beklenilen... Ama bir şekilde yüzleşilen. İnsanlar seni özlediler mi bilmiyorum, okuyucularımdan kıskanmam merak etme. Bir tutam eleştiri, bir yudum umursamazlıkla öğrendim senin tarifini. Yokluğunda şiirle kandırdım kendimi, dizelerle aldattım seni. Bu dünyada yaşayan herkesi Turgut Uyar sandım, Cemal Süreya sandım. Bir evde annenin yavrularına bölüştürdüğü ekmek; sarhoşun cebinden çıkardığı eksik tütünlü sigara oldum. Varoluşumun içinde hep bir yarım kalmışlık oldu. Seninle tüm felsefik ve sosyolojik kuralların yıkıldığı bir evren yaratıyorum kendime. Edebiyatıma seni katıyorum ardından koca bir besmele çekiyorum. Bazı insanlar alkışlıyor beni ama çoğu ayıplıyor. Ve ben yine içinden en kötüsünü seçiyorum. Geceleri yanımdaki camda tek bir su damlası görsem inanıyorum sana. "İşte geldi" diyorum. "Islak kirpikleriyle camın arkasında" diyorum. Güneşten kaçıyorum. Gökkuşağından nefret eder hale geliyorum. Hatta kuşaklardan nefret ediyorum! Karmaşalar Zarra. Benim hayatım bu. Ne zaman ki başka hayatların perdesine sığınırız, işte o zaman ölürüz. Şimdi birer kayıp cesetiz Zarra, aynı kara parçasında. Fatihadan yoksun...


Bir Yudum Kahve İki Damla Gözyaşı Yağmur… Ne kadar özlemişim seni bir bilsen. Gecenin bir vakti yarı açık pencereme tıkır tıkır vururken, uykumun en hafif anında uyandırdın beni. Sanki bunu kaçırmamalısın der gibi yağıyordun. Gözlerimi yarım yamalak açmayı başardığımda çoktan ıslatmıştın yastığımı. Aslında tam emin değilim, kendimi karanlığa emanet etmeden önce döktüğüm gözyaşları da kurumamış olabilir. En son o giderken yağmıştın hatırlıyor musun? Hatta öyle yağmıştın ki, elimdeki şişenin içine bile sızmayı başarmıştın birkaç damla. Yine içmek isterdim seni izlerken, sana şişemle eşlik etmeyi isterdim. Hazırlıksız yakaladın beni darıldım biraz. Sen gittiğinden beri çok şey oldu be yağmur. Her gün farklı bir neden sıktı boğazımı, her gün senin yerine ben ıslattım gözyaşlarımla sakallarımı. Dur bu böyle olmayacak, bir koşu kahvemi hazırlayayım da öyle anlatayım her şeyi… Çok uzun zamandır yoktun malum, ne oldu ne bitti haberin yok. Senin yokluğunda yıldızlarla aldattım seni, uzun uzun dertleştim onlarla. Kimi zaman sahildeki bir bankta, kimi zaman çimlere basmayın tabelasının dibinde yatarken izledim onları. Haber yolladım sana bazen, ama cevabın gelmedi. Bazı sabahlar yüzüme düştü bir damlan, bazen kaskımın camında gördüm seni. Ama hemen eve koşanlardan olmadım ben, şemsiyemi yanıma hiç almadım. Sen yağmadıkça kayalıklara attım kendimi her gece, yüzüme vuran her dalga da hasret giderdim. Martılara döktüm içimi, Üsküdar beni dinledi… Dört duvar çevrildiğim günlerde oldu bazen. Öyle kurudum ki o sıcak gecelerde, kabuklarımdan arınmak için hep Eylül’ü bekledim. Masamın üstü geride kalmış günlerin yığınlarıyla doldu. Takvim bana küstü yapraklarını yırttıkça, ben sana daha çok yaklaştım. Tekrar yeşermek için daha fazla soyundum bu gece. Çünkü her damlan lazım tenime… Bir keresinde gözyaşımı saklayamamıştım yanaklarımda. Gören herkes “Neden?” diye sordu. Kimse senin gibi eşlik etmedi bana. En zayıf olduğum anımı gizleyenim olmadı. Sensiz rahatça gözyaşı bile dökemedim anlayacağın. Şimdi rahatım sayende. Bir elimde kahvem, usul usul ıslanan kiremitler ve yanaklarımda gözyaşım seni dinliyorum… İlker Ardıç [email protected]


dRupO Merhaba dRupO, Merhaba kadınım. Bugün farkettim de, Özlemin mum olup yansa mesela, İsi mürekkebe düşüp şiir oluyor. Ben birkaç insan yuttum galiba. Birkaçının sessizliği, Birkaçının gitmişliği, Bazılarının sevmişliği, Kimisinin uykudan bozma kesme şekerliği var. Sonra bir rakının yetmişliği, Tabii ya... İçindeki kalabalıktan sıyrılan bir adamın sensizliğidir. "Sen erkeğimsin..." Gözlerin uykuma doğuyor sanki. "Belli ki sen erkeğimsin..." deyişin geldi aklıma. Nasıl da yaşatıyorum seni dRupO, İçimden birkaçı "öldü" diyor ısrarla. Oysa seni yaşadığımdan onların bile haberi yok. Bazen yağmurda yürürdü, Ve öyle güzeldi ki dRupO, "Ben yağmura biraz uzak kalırdım." diye anlattım onlara. Bazı geceler inandılar. Çoğu zaman ayıpladılar. Ben birkaç insan yuttum galiba, Birkaçının umutsuzluğu, Bazılarınınsa uykusuzluğu var içimde. Ve dRupO, Nasıl da kaçıyorlar sen gelince. İyi geceler dRupO... İyi geceler kadınım... Okan Altun [email protected]


GERİ VER SOMA Soma ey zalim Soma duyuyorsun değil mi? İçimde yanan harı sen gibi Yandı ocağım, yandım ben, yakıldım diri diri Yaktın erimi, dölümü, hayattaki direğimi Geri ver bana sevdiklerimi Soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma Zalim Soma sen içeride ben dışarıda Yanarız aynı korda bağrın boşaldığında Anaların gözleri, ağaların cepleri dolduğunda Sen can almaya, bey babalar çalmaya doymasa da Ben doydum doyuruldum acıya Geri ver bana acılarımı Soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma Sana vurulan her kazmanın kıvılcımı sesin mi? Bağrından koparılan cevhere inat kinin mi? Aldığım kara parçalarına cansız bedenler eş mi? Yoksa yoluna kurbanlık seçmenin vakti mi? Geri ver bana canlarımı Soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma Kıyma insanlığa tarih hesap sormasın Kâr mı sayarsın yoksa kin mi güdersin? Emek hırsızı kâr güderken sen kin sürersin Acılara naçar ansızın bedenimde bitersin Geri ver bana yakınlarımı soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma Ocaklar yandı kaldım mahsur Acep kimdedir bu ihmal/kâr kusur Uyurum nefessiz derinlerde hayallerim tutuşur Bir avuç kömürle bir ömür son bulur Geri ver bana babaları, abileri Soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma İlk olmayacak ne de bitecek bu ölümler Can almalara devam nasılsa çıkıyor ya kömürler Dikkatsizlik kaderiydi madende öldü derler Can bedenlere basa basa kanlı ekmeği yerler Kağıtta yaşatır, yeraltında gaddarca öldürürler Geri ver bana canlarımı Soma Bebelerimi yetim, göğsümü boş bırakma Elimdeki al kınayı zam/ansız soldurma İrfan Karabulut [email protected] Not: SOMA'da kaybettiğimiz 301 canın anısınadır.


Hayat Aslında Oldukça Basit Hayat aslında oldukça basit, Biz zorlaştırıyoruz onu. Mesela severek, Ne diye seversin ki? Ne kattı sana? Üzülüşlerin, ağlayışların Kendinden bile, Nefret ettiğin anların. Kurtulmaya çalışıp da, Daha çok dibe batışların... Arayışların, kavrayamayışların, Kalbinin derinliklerinden, Silinmeyen karakışların... Paramparça hudutların, Kaybolmuş umutların, Nerde onlu yarınların? -yok Onu hâlâ unutmadın. Oldukça basit aslında hayat Onu biz zorlaştırıyoruz. Mesela hatırlayarak, Unutmamak için direnerek, Onsuz, onu yaşamakta direterek... Bilerek, isteyerek O aptal hissi hissederek, Sonrasından, korktuğundan Vazgeçmeyerek, Bir ihtimal deyip bekleyerek, Düşünerek, düşleyerek, Onunla bulutların üstünde hayaller kurup, O hayallerden düşerek... Hayat, Hayat aslında oldukça basit, Biz zorlaştırıyoruz onu. Yasin Gel [email protected]


İçimi Dinlerken Yok Olanlar Canım sıkılıyor, insanlara mı kızıyorum kendime mi farkında değilim. Yalnız hissediyorum. Oysa çevremi kaplayan insanlar varken bu hissi anlamıyorum. Konuşmak diyorum, konuşmak için konuşmamak gerek. İnsanlar çok şey söylüyorlar. Aslında susuyorlar. Gerilerek söyledikleri cümlelere bakıyorum; içleri boşaltılmış, duygudan yoksun cümleler. Sesler işitiyorum samimiyetsiz ve müspette ağızlardan. Rahatsız oluyorum, üzülüyorum. Bütün bunlara rağmen gülümseyişimi kaybetmemek için çabalarken yorgun düşüp, kafamı yasladığım yastığa bırakıyorum günün yorgunluğunu. Aşkı tanımlayanlar, yaşamı tanımlayanlar, başkalarının acılarına göz yumanlarla kaynaşıp gitmişlerken, nasıl güveneyim yaşadığım zamana? Nasıl anlatabilirim içime gömdüğüm, gece boyunca çırpındığım sıkıntıları? Nasıl anlatabilirim ki neyin var diyenlere içimdekileri? Ölen insanlar görüyorum. Küstah insanların, çıkarları için ölen çocuklar. Ölen çocukların avuçlarında sıktıkları umutlar görüyorum. Şimdi gel sev bunları görmeyen bir kadını. Gözlerine baktığında bütün duyguların ortak paydasından çok şehvet duygusuyla körelmiş, kendi yaşadığı dünyayla sınırlanmış bir kadını gel de sev. İşte bundandır aşka karşı savaşım. Oysa düşünmek çok zor geliyor insanlara. Sırf kendi keyfi kaçıyor diye gerçeklikten kaçanlarla beraber aynı ortamı paylaşmaktan utanmaktayım. Bunun sıkkınlığı içerisinde duyarlı, bütün duygularla mayalanmış, gözleri samimiyetle bakan bir kişi bile görememekte ayrı bir hayal kırıklığı. Belki de ben hep o şehvet dolu gözlerle karşılaştım ve kaçırıyorum bakışlarımı. Belki de gözlerimin önündedir göremiyorum. Zor şey bu şehirde ifade etmen kendini, ben neler gördüm. Sustum, kırıldım, sarhoş oldum, ama başkasının acısına ortak olmadığım sürece ağlamadım. Gülümsedim çünkü tek değerli varlığım buydu. Gülmekte yakışmıyor artık, yorgunum. Ne anlatacak fikrim, ne tutunacak dalım var. Bildiğim birkaç şey kaldı. “Yalnızlığımın” okuttuğu kitaplar kadarım. Ve “hiçbir” şeyin gerçeklerden kıymetli olmadığı kadar bahtiyarım. “Sıkıntısı yok” gibi yaşayanların hikâyesi bu, zerre zerre büyüyen umutların sesiydi bu. (Yalnızlığımın hiçbir sıkıntısı yok) Gece Can ERDEM [email protected]


Birikmiş Duyguların Diyalektiği Anlamsızlığın büyüttüğü biriyim ben. Anlamsızlıklarla doldurulmuş anılarımın eşlik ettiği, Tam tamına 16 yıl... Sonra çocuksu bir erdemle, Zihnimle konuşan bir yalnızlık, Oku diyor azizim, Bilginin dostluğunu anlatıyor, Böylelikle ilk kitabıma ulaşıyorum. Adı “yalnızlık” Korkuyoruz, hepimiz ya da bir kısmımız, Neyden korktuğumuzu bilmiyoruz. Korku bir tür hastalıktır, Bunu yenmek için ilk savaşı kendinle yaşamalısın. Başkasına ihtiyaç duymadan, Kendine yetmenin ne olduğunu anlamalısın. Sokaklar özgürlüktür azizim, Bilesin istedim kapalı ortamlardan uzak, Bambaşka hayatların tanığıdır. Bir sokaktayım ki şehrin en eski sokaklarından, Bu sokak ölülerin ve yaşayanların izlerini taşıyor. Ancak bu izler arasında ilk kez biri anlamsız dolaşıyor, Beni hiçbir sona ulaştırmayacak yolculuklar yaparken, Sakallarımda, parmak uçlarım yer buluyor. İçimde büyüyen umutsuzluk mırıldanıyor: Bu kaçıncı yok oluş ey Tanrı'm! Bu kaçıncı umut arayışım kimse bilmiyor. Kıvrımları dolaşır bir sokak lambasının altında, Saçları kıvırcık bir kadın bütün narinliği adımlarında, Kim bilir ne düşünüyor? Işıktan yansıyan bedeninin gölgesi, Aynı narinliğe eşlik ediyor. Tüm evrenin bu eşlik için doğduğuna inanırcasına, İzleyişim anlamlanıyor. Kimisi buna aşk, kimisi hayranlık diyor. Benim başka bir fikrim var azizim, Ben buna bitmeyen yalnızlık diyorum. Soğuk ama narin bir yalnızlık. Gece Can ERDEM [email protected]


Kağıt Mayısın kendini hissettirdiği zamanlar. Öğle vakti. Ara verildi. On iki kişilik ekip. Sıcağa dayanamayan gölgeye kaçtı. Gölge yoktu. Ağaç yoktu. Gölgeler altın değerine bindi şu zamanda. Gölgesiz sıcaklığa maruz kaldı. On iki kişilik ekip. Sonra ne mi oldu? Bir marketin köşesinden dönen adam. Yaklaşıyor. Ağır aksak. Yaklaşıyor. Kirli taranmış saçlar. Yaklaşıyor. Dudağını savunacak sertlikten yoksun. Yaklaşıyor. Pasaklı takım elbise. Yaklaşıyor. Çamurun toza dönüştüğü iskarpinler. Yaklaşıyor. Parmakları arasında bir lira. Yaklaşıyor. Bir gezgin gibi gömleğin kanatlarına oturmuş kravat. Yaklaşıyor. Yaklaşıyor. ve... kelimeleri dışarıya salmayan dudakların kıpırtısı. Tepemde dikili. Parmaklarında oynak bir lira. Bana uzattı. Dedi. Söyledi. Dedi. Söyledi. Tekrar. Tekrar. Yüzüme çarpan öğle güneşinden sol gözüm kırpık. Salyanın geçidine yetecek kadar açık ağzım. Baktım. Kokuyordu. Kurumuş toprağın çatlama haliydi yüzü. Kafamı salladım. Yanımdaki arkadaşlara döndü. İçlerinden biri tersledi. Adam baktı kaldı. Baktı kaldı. Anlaşılmazlık. Kelimeler yurdunu kaybetmiş gibi ağzında yabancı. Durdum. Adama döndüm. Baktım kaldım. baktım kaldım. İkimiz tersleyene baktık kaldık. Durmadı. Gitti. Gidemedi. Dönmedi. Dönemedi. Kalmadı. Kalamadı. Gitti. Tersleyenin yanına vardım. Sordum ne diyordu. Söyledi. Tiksinerek. Kız tiksindikçe sinirlendim. Sinirlendikçe adamı kaybettim. Kaybettikçe adamda kayboldum. Küfrettim. Anlasaydım dediklerini. Koşardım kırtasiyeye. Sırf kirlenmesini istemediği için bizden kâğıt isteyen adama. tanesinden daha fazla alırdım. Bir liraya tek kâğıt isteyen adamın eline fazlasını tutuştururdum. Anlamadım. Koşamadım. Yapamadım. Tutuşturamadım. Nazlı Yıldırım [email protected]


Ezgi Bölüm 1: Kar/Kadın Yorucu ve sıkıcı bir iş gününün ardından kafasındaki tüm o nefret duygularıyla birlikte girdi o ara sokağa. Olacaklardan habersiz… Her gece yarısı yapardı bunu, rutine dönüşmüş bir yürüme seansıydı sadece. Elleri paltosunun cebinde, yüzüne vuran kar taneleri açık tutmakta zorlandığı gözlerini ıslatıyordu. Başı öne eğik, yağan karın oluşturduğu küçük su gölcüklerine basmadan yürümeye çalışıyordu. İmkânsızdı tabii bu. Yürüdü, yürüdü… Aniden önüne fırlayan kedi, başını anlık kaldırmasına sebep olmuştu -ki daha sonra hiç indirmedi gece boyunca başını. Kedi, çöplerin arasından çıkan bir evsiz yüzünden kaçmıştı oradan. Kedi bile kaçmıştı; adam dişsiz, paspal, yaşlı biri gibi gözüküyordu. Şapkasının olmayışı nedeniyle karda ıslanmış o sıçan kafası, komik bir görüntü veriyordu evsiz adama. Bir derece korkunçtu. Yanına yanaştı. "Bayım, benim için bir sigaranız var mı?" dedi dişsiz ağzıyla, tıs tıs sesler çıkartarak. "Üzgünüm. Hayır, kullanmıyorum." dedi adam. Cevap vermeden uzaklaştı evsiz adam çöplüğüne doğru. Elleri ceplerinde yürümeye devam etti. Kar hızlanmıştı. Sokak boyunca yankılanan rüzgâr sesi kulaklarına kazınıyordu. Bir kadın, gölgesiz, yalnız bir melek. Karşıdan, ona doğru yaklaşıyordu gitgide. Dizlerine kadar inmiş pardösüsünün gizleyemediği o muhteşem bacaklar… Ah... Adam bir anlık gözlerini alamadı kadından, ama başını çevirmesi gerektiğini biliyordu, terbiyesizlik yapmak istemezdi. İkisi de bir anlık bakıştı ve ikisi de terbiyesizlik yapmak istemedi muhtemelen. Adam arkasını dönmedi ama o kırmızı topuklu ayakkabıların çıkardığı cennet melodisini de hiçbir zaman unutamayacaktı. Sokağın sonuna gelince sağa döndü, her akşam yaptığı gibi. 50-60 adım atınca bir başka sokak sağında kalacaktı, bu yolu her ayrıntısına kadar ezberlemişti. Hiç ışık olmayan bu cadde, sol tarafındaki denizden gelen donuk tuzlu kokuyla bütünleşince çocukluğundaki o lunapark yolunu anımsatıyordu ona. Annesinin elinden tutup yaramazlık yaptığı o yokuşu. Artık olmayan annesi, artık olmayan o lunaparktan daha fazla acı veremezdi sanırım. Sanırım. Altmışıncı adımının sonunda, ışıksız bu cadde kırmızı-mavi renklerle dans ediyordu. Duvarlar, kaldırımlar, pencereler sanki orkestranın bir parçasıymışçasına ritim tutuyordu. Sevmedi bu iki rengin ani gelip gidişlerini. Ölüm var demekti bu iki renk, gelişi ya da öncesindeki gidişiyle… Kafasını rüzgâr yönünde çevirip -yani sokağa, sağ tarafına doğru- ne olup bittiğine baktı küçük bir merakla. Sarı bir şerit çekilmişti, "Olay yeri girilmez".


Oraya doğru birkaç adım attı. Önemsizdi. Birileri ölebiliyordu. Hayatın boyunca verdiğin onca emek, sevgi, çalışma öyle saniyelik bir hatayla yok olup gidebiliyordu. Üzücüydü. Ama evine gitmesi de gerekiyordu, daha fazla bu karın altında kalırsa hastalanıp yarın işine gidemeyebilirdi. İşine gidememesinin kendi sağlığından önemli olduğu gerçeği, bu gerçek moralini bozuyordu. Yoluna devam edecekken mavi-kırmızı ışıkların gelip gidişleri arasında saliselik bir şey fark etti. Kırmızı bir topuklu ayakkabı. Kırmızı-kırmızı bir topuklu ayakkabı. Mavi-kırmızı bir topuklu ayakkabı. Tesadüfler mümkündü, evet. Şapkasını hafif kaldırıp görüş açısını artırdı. Daha dikkatlice baktı ve bir adım daha yanaştı. Hayır, tanrım, hayır, hayır, unutması mümkün değildi o yüzü. O ses, o topuk sesleri kulağında büyük bir çınlamaya yol açtığı o anda, bu seslerin polis telsizinden geldiğini fark etti. "Beyefendi buraya yaklaşmanıza izin veremeyiz, cinayet mahalli burası." Cevap vermedi adam, iki adım geri çekilip elini cebine attı, bir sigara aldı ve tipi eşliğinde yağan karın müsaade ettiğince yaktı sigarasını. Boşluk. Siyah, mavi, kırmızı, ses, boşluk. Saniyeler sonra fark ettiğinde anahtarları yoktu cebinde. Evde tek yaşıyordu ve anahtarlarının olmaması bu havada dışarıda kaldığı anlamına geliyordu. Çilingir bulabilir miydi? Ya da yatacak başka bir yer? Polislerden yardım isteyebilir miydi -ederler miydi? Son ihtimal diğer ikisinden daha hayalci gözüktü gözüne. Belki de yolda düşürmüştü. Ya da o dişsiz adam almıştı-çalmıştı. Geriye dönüp yürüdüğü yol boyunca aramaya karar verdi anahtarını. Ölen kadının yarattığı kafa karışıklığı ve hüzünle daldı önceki ara sokağa. Aniden önüne fırlayan kedi, başını anlık kaldırmasına sebep olmuştu. Kedi, çöplerin arasından çıkan evsiz adam yüzünden kaçmıştı oradan. Yanına yanaştı. "Bayım, benim için bir sigaranız var mı?" dedi dişsiz ağzıyla, geçen seferkiyle aynı tonda. “Hayır, kullanmıyorum." dedi adam. Cevap vermeden uzaklaştı evsiz adam çöplüğüne doğru. Elleri ceplerinde yürümeye devam ederken kulağına çalındı yine aynı topuk sesleri, rüzgârın izin verdiği kadar. Şaşkınlıkla bir süre kadının gidişini izledi. Gece yarısını çoktan geçmişti saat ve o hâlâ sıcak yatağına yatamamıştı, yorgundu. Yorgunluğuna bağladı tüm bu gördüklerini. Anahtarı olmasa bile doğruca eve gidip kapıyı kırıp eve girmeyi düşündü. Kararsızdı. Geri dönüp hızlı adımlarla yoluna devam ederken yerde bulduğu izmaritle uğraşan evsiz adama göz ucuyla baktı. Merakına yenildi. Emindi. Kadın gözden kaybolmadan yetişmeye çalıştı. Kadın bir kapının yanında durup küçük el çantasından anahtarlarını çıkardı. Bu sırada adam adımlarını durdurmuş onu izliyordu. İlk seferinde deliğine oturtamadı o küçük titrek elleriyle ve anahtarlar yere düştü. Sonra kadın anahtarları almak için eğildiğinde bir anda kar taneleri gibi toz olup rüzgâra karıştı. Adam gördüklerine inanmakta zorluk çekiyordu. Gözlerine çarpan karı aldırış etmeden bir süre hiç kıpırdamadı. Beyni durmuş gibiydi ve tekrar çalıştırmakta da oldukça zorlanıyordu. Bu yaşadığı en farklı geceydi. Normal olmayan bir şeyler olduğunun farkındaydı. Bu gece eve ne kadar geç giderse o kadar farklı olacaktı onun için. Sokaktan çıkıp ışıksız caddede koşarak ilerledi 50-60 adım. Aynı siren lambalarının ışıklarıyla karşılaştı yine. Oraya doğru birkaç adım attı. Mavi-kırmızı ışıkların gelip gidişleri arasında görebiliyordu yine topuklu ayakkabıyı ve kadını. "Beyefendi buraya yaklaşmanıza izin veremeyiz, cinayet mahalli burası." Cevap vermedi adam, yalnızca gülümsedi. Bir adım geri çekildikten sonra yerde yatan kadının görüş alanına girmeye çalıştı. Gözleri açıktı hâlâ. Adamı fark ettiğinde yerinde hareket etmeye çalıştı ama hali yoktu. Ölmek üzereydi. Adama bakıp, “Tatlım, benimle gelmeliydin.” dedi ve başı kenara devrildi kadının. Duyduklarına anlam veremedi ama bu garip döngüyü kurcalamakta kararlıydı. İki adım geri çekilip elini cebine attı, bir sigara aldı ve tipi eşliğinde yağan karın müsaade ettiğince sigarasını yaktı. Anahtarları yoktu cebinde -hâlâ. Işıksız caddeyi geçti ve tekrar malum ara sokağa girdi. Önüne fırlayan kedinin ardından evsiz adam geldi, "Bayım, benim için bir sigaranız var mı?" dedi tıslayarak. “Tabii,” dedi adam. Paketini çıkarıp bir dal sigara verdi evsiz adama ve yakmasına yardım etti. Evsiz adam arkasını dönecek gibi olup adama tekrar yöneldi, “Bayım, az önce anahtarlarınızı düşürdünüz” dedi ve yerini gösterdi. Adam teşekkür edip bir sigara daha verdi evsiz adama. Anahtarları cebine koyup ilerlemeye devam etti. Kadını izledi. Kadın aynı kapıya yönelip aynı şekilde anahtarları yere düşürdü ve aynı şekilde toz olup rüzgâra karıştı. Adam neyi yanlış yaptığını


düşündü. Sokağın başına döndü ve tekrar denedi bir oyunmuşçasına. Bütün senaryo aynı şekilde ilerliyordu. Önce kedi sonra evsiz adam çıktı karşısına ve onu ilk defa görmüş gibi, “Bayım, benim için bir sigaranız var mı?” dedi ve adamdan bir dal sigara aldı. Anahtarları bu sefer cebindeydi. İlerledi yine kadının ardından. Bu sefer daha yakından izledi. Kadın küçük el çantasından anahtarlarını çıkardı, ilk seferde deliğine oturtamadı ve anahtarlar yere düştü. Kadın anahtarları almak için eğildiğinde kar taneleri gibi toz olup rüzgâra karıştı. Bir yerlerde kaçırdığı bir şeyler olmalıydı. Düşündü, düşündü… O sırada evsiz adam seslendi, “Bayım,” dedi sadece. Devamında karların arasından küçük bir taş alıp adamın ayaklarına doğru attı. Sonunda çark etti, cebinden anahtarları çıkarıp baktı. Koşarak sokağın başına geri döndü. Evsiz adama sigarasını verdi, kadın kapıyı açmak için anahtarına uzandığında iyice yaklaştı. Anahtarını sıkıca tutup zamanını bekledi. Kadın anahtarlarını yere düşürürken aniden hamlesini yaptı ve BAM! Adam tam yerine atmıştı kendi anahtarlarını. Böylece kadın yerden adamın attığı anahtarları alıp deliğine soktu ve kapıyı açıp içeri girdi. Adam ise ağır ağır merdivenleri adımlayan kırmızı topukları takip etti. Türker Ardıç [email protected]


Özgürlük; Bir Kuş Kanadı Sonsuz mavilikte gökyüzünün tüm ağırlığını kanatlarında taşıyabilmek, her kanat çırpışında yeryüzüne mavilik ve özgürlük saçabilmek... Yerçekimine, insanlara, tüm engellere bir çift kanatla karşı durmak. Uçmak, uçtukça yükselmek; zaman, mekan kavramının dışında her an her yerde olabilmek. Gecenin karanlığından korkmamak, sabahın ilk ışıklarını öterek karşılamak. Özgürlük; yaz güneşine kanatlarınla selam vermek. Bir deniz mavisine , toprak kahvesine, ağaç yeşiline, bulutlara koşmak. Bazen de bir pencere kenarında yaşamı daha yakından izleyebilmek ve yüzlerce insanın koşuşturması içinde bizim yerimizde olmak istememek. Avuç içinden içilen bir damla su, yenilen bir lokma ekmek ile doyabilmek, yetinmek. Bir yağmur damlasında yeryüzünün bütün kirlerinden arınır gibi yıkanmak. Bir uçurtmanın peşine takılıp küçük bir çocuğun gülümsemesinde yer almak. Özgürlük; sınırları yok saymak. Kanatlarında özlemi, gözlerinde geri dönme umudu ile kışın başka şehirlerin maviliğine konmak. Gökyüzünde her gün gördüğümüz bu küçük canlıların her hareketine iç geçirerek, imrenerek bakmak. Kurallarla, engellerle sınırlı penceremizden bir kuş olup sonsuzluğa uçmak istemek... Tüm geçmişimizi bırakıp geleceğe kanatlanmak. Büyü-yen umudumuzun karşısında küçülen evleri, insanları düşünmemek. Sadece, ayaklarımızın altındaki yeryüzünün kanatlarımızda olduğunu bilmek... "Kuşlar kötü şeyler anlatır mı?" diyen Sait Faik'in satırlarından harf harf uçmak. Barışın, sevginin, masumiyetin, iyiliğin, saflığın habercisi olmak. Kötülüklerin içinden uçarak kaçmak. Savaşların, açlığın, haksızlığın olmadığı, insanların ölmediği, yaşamın siyah değil mavi olduğu bir dünya onlarınki. Bir kuş, bulut, yıldız olalım ama şairin de dediği gibi "Gökyüzü bizim olmasın, biz gökyüzünün olalım." Seda Kamburgil [email protected]


Gerçek, onu fark ettiğimiz zaman gerçektir. “Kim?!” diye haykırdı otobüsün içinde. Herkes ona bakıyordu. Genç kız bir eliyle telefonu kulağında tutmaya çalışırken diğeriyle gözlerini silmek için çabalıyordu. Karşımda oturmasa bal rengi gözlerinden akan yaşları fark etmezdim belki de. Bu kadar etkilenmezdim. Etkilenmemeliydim de. Aklımız farklı çalışıyor. Ne biz erkekler dişileri anlayabiliyoruz ne onlar bizi. Bir tek hormonlar ayakta tutuyor ilişkileri. Bu da benim umrumda değil. Kimseyi sokamadım hayatıma. Sokmamalıydım da. Bana birini hatırlatıyor. Genç kız telefonunu çantasına koymuş, o an çevresinde başını yaslayacak bir omuz olmadığı için kafasını cama yaslamıştı. Saçları yüzünü kapatsa da gözlerinden süzülen tuzlu suları görebiliyordum. Okyanus olma hayaliyle göz pınarına veda eden damlacıklar… Elimi uzatıp nemli yanaklarını silmemek için kendimi zor tutuyordum. Daha önce böyle güzel ağlayan birini görmemiştim. Hava kararmak üzereydi. İneceğim durağa az kalmıştı. Fakat gözlerimi yüzünü göremediğim genç kızdan ayıramıyordum. Bir şeyler beni ona çekiyordu. “Bir sonraki durak…” Robot sesli kadın, ‘Birazdan ineceksin.’ Diyordu. Hayal kurmak buraya kadardı anlaşılan; eve gitmek istiyorsam sonraki durakta inmeliydim. Çantamı sırtladım. Tam kalkacaktım ki karşımdaki kızın yüzünden yeni bir damla süzüldü. Şimdiye kadar düşen her damladan daha parlaktı. Gitme der gibi... Ayakta kalakalmıştım. Bir adım ileri: eve gidip yatmak demekti. Bir adım geri: bu kızla bir süre daha aynı ortamda bulunmaktı. İlk defa geri adım atmaktan mutluluk duyuyordum. Koltuğa öyle bir oturdum ki hiçbir güç beni oradan kaldıramazdı artık. Çantamı tekrar kenara yerleştirdim. Kız, hareketsiz durmaya devam ediyordu. Göğsü belirli aralıklarla şişip inmese ölü zannederdim. Kenetlenmiştim; vücudunda oluşan en ufak bir değişikliği, bir hareketi bekler oldum. Ama sadece süzülen gözyaşları vardı. Sadece gözyaşları… O kadar sessiz ve çekingen ağlıyordu ki elimden bir şey gelmemesi, teselli edememem içimi parçalıyordu. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken otobüs, durakları hızla geçiyordu. Yolcular seyrekleşmiş hava iyice kararmıştı. Adını bilmediğim genç kız hâlâ karşımda aynı şekilde duruyordu.


Onunla biraz daha zaman geçirmek için inmem gereken durağı birkaç sokak erteleyecektim. Ama büyülenmiştim. Kaç durak geçtiğimizi fark edemedim. İnceldiği yerden kopsun. O nerede inerse ben de orada ineceğim. Kızın, dünya umurunda değilmiş gibiydi. Nerede ineceğini biliyor muydu acaba? Farkında mıydı otobüste olduğunun? Son durağa gelmek üzereydik. Otobüste ikimiz hariç bir kişi daha kalmıştı: yaşlı bir teyze. Elinde poşetlerle en önde oturuyordu. Son durağa gelip kapı açıldığında “Sağ ol evladım.” deyip aşağı indi. Neye sağ ol dediğini anlayamamıştım. Yaşlılar böyleydi. Herkes onların evladıydı ve hepsinin sağ olmasını istiyorlardı... Şoför, dikiz aynasından bize doğru bakıp “Son durak!” diye bağırdı. Sanırım karşımdaki kız uyuyakalmıştı. Bu, ona dokunabilmek için büyük bir fırsattı. Elimi, ipek gibi kaygan ve beyaz tenine götürüp hafifçe sarsarak “Affedersiniz, son durağa geldik.” diyecektim. Hem şoförün baskısıyla hem de tenine dokunacak olmamdan dolayı kalbim daha da hızlı çarpmaya başlamıştı. Elimi yavaşça omuzuna doğru götürüyordum. Aramızda santimler kalmıştı. Ağzımı açmak üzereydim ki şoför gür ve sinirli bir sesle “Son durak diyoruz! Duymuyor musun?!” dedi. Kız bir anda sıçradı. Dokunamamıştım. Saniyeyle kaçırmıştım. Belki de saliseyle. Kaderim. Hiçbir zaman şanslı olamamıştım zaten. Elim havada kalmıştı. Beni sapık sanmaması için kıza bir açıklama yapmak zorundaydım. En azından bu şekilde sesini duyabilecektim. Sohbet ilerler, muhteşem ağlayan kızla belki tanışırdık. Kendime güldüm. Muhteşem ağladığı için birinden etkilenmek… Mahcup bakışlarımı yere indirip “Kusura bakmayın sizi uya…” Kız lafımı tamamlamamı beklemeden gergin adımlarla otobüsten aşağı indi. Ayaklarını görebilmiştim sadece. O ayaklar… Her şeyinden etkileniyordum. Durduramıyordum kendimi. Çantamı kapıp arkasından fırladım. Şoför, kapıları kapatıp yoluna devam etti. Planım istediğim gibi gitmemişti. Sinirlendim: Al otobüsünü götüne sok şimdi. Genç kız, çantasını karıştırarak saçlarını savura savura önümden ilerliyordu. Daha doğrusu ben onun arkasından gidiyordum. Sahi ya ne yapıyordum ben? Taciz ediyordum. Hayır, niyetim öyle bir şey değildi. Peki ya neden takip ediyordum? Bilmiyorum. Telefonum titremeye başladı. Birazdan müzik sesi yükselecekti. Onu takip ettiğimi gizlemek için arkamı dönüp ağır adımlarla ters yöne doğru ilerlemeye başladım. Bir yandan da telefonumu cebimden çıkarıp sesini kapatmaya çalışıyordum. Ellerim titremeye başladı. Çantam omuzumdan kayıp yere düştü. Sendeleyerek kaldırımın kenarına attım kendimi. Hastalığım baya ilerlemişti. Aklımı kaybetmem yetmezmiş gibi şimdi de bedenimi kontrol edemiyordum. Neredesin Azrail? Bu sefer benim gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Kafamı çevirip genç kıza baktım. Uzaklaşıyordu. Hiç var olmamış gibi uzaklaşıyordu. Yer çekimine yenik düşmek. Yeni bir dalı tutan maymun, ötekini yavaşça bırakıyordu. Vazgeçtiği şeylerin farkında değildi belki de. Tek isteği ilerlemekti. Maymunun iştahı açılmıştı. Yetmiyordu bir dal. Tüm orman onun olmalıydı. Her ağaç, her yaprak, her dal… Hepsi onun. Dünya onun için yaratılmıştı sanki. Belki o hep vardı ve yaşam onun üzerine kurulmuştu kim bilir? Maymun, daldan dala atlarken hiç arkasına bakmıyordu. Artık o kadar hızlı ağaç değiştiriyordu ki bir sonrakine atlamasını sağlayan dalın önemini bile unutmuştu. Ya gerçekten dünyanın kendi et-rafında döndüğünü sanan bir ahmaktı ya da sadece çıkarlarını gözeten bir bencil. Aylar geçti. Maymun zıp zıp dolaştı bütün ormanı. Öyle bir dolaştı ki tekrar başladığı yere döndü. Elinin değmediği hiçbir ağaç kalmamıştı. Biraz dinlendikten sonra tekrar bir dala uzanmaya çalıştığında düşüverdi. Orman tanıyordu artık o maymunu. Tutunmasına izin vermeyecekti hiçbir dal. Bora Aşık [email protected]


''Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin...'' Aradan sadece 1 ay 20 gün geçti. Unutmayacağız demiştik... Oysa şuan hatırlayanımız var mı acaba? Onlarca çocuğun babasız, onlarca annenin evlatsız, onlarca kadının eşsiz kaldığı – kalmaya mahkum bırakıldığı- acı gün... 13 Mayıs 2014 Soma Faciası. 301 can, 301 nefes, 301 insan, 301 baba, 301 evlat, 301 yürek yangını... Ateşin düştüğü yer karardı, ölüm karası, zift karası... İnsan olduğumuzu hatırlatan bir yığın ölümmüş meğer... Canınız sağ olsun diyebilseydik keşke. Düşününce şimdi nefes alırken şükretmediğine utanıyor insan. Üstüne para verseler çoğumuzun inmeye-- ceği madenlerde insanlar çocuklarını, annelerini, eşlerini doyurabilmek için, okutabilmek için, mecburiyetten en kötü şartlar altında çalışıyorlar. İnsanların - insan - yerine koyulmadığı, ekmek parası kazanabilmek için canını dişine takıp çalışan işçilerin, dayanma kapasitesinin en alt seviyesinde olan ortamlarda çalışmak zorunda olduğu, adaletin ve eşitliğin böylesi yerleri terk ettiği bir dünya burası. Babasız kalan çocuklar, çocuksuz kalan babalar... Olan bitene rağmen o ölüm çukuruna tekrar inmek zorunda olan madenciler... Ve 301 ölümün kader olduğunu söyleyen, kendi kaderinde de ölümün olduğunu unutan insanlar... Bu ne kader, ne kaza... Bu ihmal, bu facia... Babasız bir çocuk olarak düşünüyorum kendimi ya da eşsiz, yalnız başına kalmış bir kadın. Ölüm onların en yakınına geldi, aldı ve götürdü. Bu acıyla, sızıyla yaşamak zorunda bırakıldılar. Sebebi ise ' kader' miş... Her canlı doğanın kanunu gereği bu dünyada ölümü tadacaktır ancak ihmal sonucu gerçekleşen ölüm ne kaderdir ne alınyazısı... Türkiye'nin tarihine kara leke olarak yerleşen bugünü unutursak, insanlığımızı da unuturuz. ''Ben bekarım, Mahmut abinin eşi hamile önce onu kurtarın.'' diyen madencimizi de, ''Madene tekrar girmek zorundayım.'' diyen ağabeyimizi de, ''Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin'' diyen alçakgönüllü insanımızı da unutmamalıyız. İnsanların acılarına hiç değilse onları unutmayarak ortak olabiliriz. Unutursak kalbimiz kurusun diyorlar ya... Tam da böyle, unutursak kalbimiz kurusun. Sizin kömür karası elleriniz, yüzleriniz bizim içimizi aydınlattı. Şimdi hak ettiğiniz gibi yerin en dibinde, en altında değil, gökyüzünün mavisinde, en üstte... Burcu Kılıç [email protected]


EKSİK Bir otobüsün camından yansımamı seyrederken buluyorum kendimi, Yanımda senin olmadığın... Başımı güvenle yaslayacağım bir omuzun, uyurken beni seyreden bir çift gözün, Uyandığımda gözlerimi açmaya çalışırken karşımda tebessüm eden birinin sureti yok artık. Kabullenebilmek isterdim, Alışabilmek ya da seni unutabilecek kadar güçlü olabilmek mesela... Değilim, biliyorsun. Şimdilerde gözümü kapattığımda sesini hatırlamaya çalışırken buluyorum kendimi, Ya da bulamıyorum bir türlü. Beni uyuturken söylediğin şarkılar geliyor aklıma, Bir daha sesinden bir şey dinleyemeyecek olmak, Sesinden adımı duyamayacak olmak... En kötüsü de bu işte sevgili. Kirpiklerine aşık olduğum adam, Hâlâ bana senin gibi bakan yok. Yoksun. Hiçbir yokluk bu kadar acı olmamıştı. Esra Atabay [email protected]


KAHVERENGİ DEFTERDEN NOTLAR Yeni bir defter; Kahverengi kaplı. Yazmak için kolumun altında devamlı. Her anıma şahitle yaklaşmakta, Bugüne, yarına… Bazen dünlere dönebilmeli, Bazen yarınıma ait olmakta. Kendi yolumu çiziyorum adım adım. Ve paylaşıyorum Çünkü yalnız değilim. Ve biliyorum; Karanlıkta yalnızca anılarım aydınlatacak yolumu. Yorgunum dedi “Nasılsın?” sorusuna. Unuttu sanmıştım; Yok oldum, küllendim. Ama hatırladı. Ahşaptan kazıma yapan kesik ellerini, Delik deşilmiş ruhunu, Hala durmak bilmeyen bedenini, Boyuna uzayan kalın telli saçlarını, Aynıydı yavru nitelikli bakışları… Değişmemişti kısaca. Arayışlarım… Bitmiyor bazen Tanrı’yı. Bazen imkansız, bulamıyorum kendimi. Varlığı uzanmış yatarcasına, Etrafta bir sürü insan silsilesi. Bazıları ölü, bazıları kokuşa yaşayanlar misali. Kurtulmak istiyorum. Sıyrılıp atmak istiyorum kendimi. Bedenimden şırıngayla çekilmek istiyorum. Ruhumu kendi ellerimle uçurmak, yok etmek istiyorum. Çünkü korkuyorum. İnsanların verdiği ızdırap köreltmekte içimi. Her geçen gün keskinliğim tükendi. Gün be gün ben de bitmekteyim. Şu köşelerden, duvarlardan kurtulup bir an önce hava almak, belki de zamanla yok olup gitmek istiyorum. Tek başımayım. Elimde umutlarım var, Yıkayıp duruladıkça zamandan sıyrılan. Neden bu haldeyim? Sanırım insanları istemediğimden, Neyse. Dışarda yağmur var. Belki biraz daha uyunabilir. Sonralarını düşündüm hep. Hep bir adım sonrası… Bütün kapılar kapalıydı. Zamanın en büyük kölesiydim. Boynumda bir ip, Asılacağım günü bekledim…


Geçsin diye bekledim, Bana cevapsız gelen sorularım. Vaktimi boşa harcayan insanların, Zamanları geçer mi? Kaybolanlar vakti geldiğinde, Zararsız döner mi? Ziyan olan onca şey varken… Biraz rahatlamıştım. Kafa dağıtmak için geçerli sebeplerim yoktu. Ancak hep büsbütün dağınıktım. Sanki ölmeyecek gibi tutunuyoruz bu dünyaya. Kargaşa dolu yalan anılarla. Başlayacaktım. Yeni olan, yeni gibi görünen bir şeye. Tutsan kendi ellerimi, Çıkarabilirdim bu çöplükten. Değer vermeye başlasam. Önce kendime sınırsız sayıda, Sonra bedenlere. Çıkabilirdim bu çöplükten. Bitsin diye yazıyorum, Belki bir sonucum olur. Sorularıma yeniden cevap bulunur. Çıkabilirim bu çöplükten. Bir rüya gördüm. Bu kadar uzun sürmezdi. Saniyelerle yarışırdım her birinde. Ne zaman bir öncekini unutturacak diye beklerdim. Yeniden görebilmek için bazen uyandığım andan tekrar uyumak için. Unuttuklarımı tekrar hatırlamak için. Unutmak çok zor olurdu… Sana bendeki senden bahsedeyim. Bir var, bir yok. Ne yazık ki yine bana, Benlik anılarım yeterince çok ve bok. Masum değildi kimse, Ama yine de masumunu bulmaya kuruluyduk. Bir şekilde omzunda olurduk. Bazense arasak yok olurduk. Masum taklidi yapmak bizi, bizleri yordu. İnsanoğlu bedenine uymayan zırvalarla doldurdu. Maskeleri vardı tahtadan, Her kırılışta bir çöpü battı eline, gözüne… Kullanmak için en büyük ihtiyacıydı. Belki de bu yüzden ruhu nasırlaştı. Kullanamayanlar ruhunu bile iki üç kuruşa sattı. Sorsan zaten beş kuruş insanlardı. Yüzü üryan geldi. Ama ince olan bu sığ yolda, Birikmiş onlarca insanlara üryan kalamadı. Nagehan Kazancıgil [email protected]


TEKLİNİN TEKLİĞİ Işık hızına en çok yaklaşan en geç ölür. Dolayısıyla hızlı yaşayan genç değil geç ölür. N harfi bu kelimede pronominaldir. Yani kendisi değildir. Bir zamir gibi yalancı ve korkaktır. Tüm bunları kavrayabilmem için dahi olmam gerekmiyor. Zekâmın sınırlarının ve sonsuzluğunun farkındayım. Bu ikili çelişkiden kurtulmam için zekâmdan da kurtulmalıyım. Hem çelişkiden hem de zekâmdan kurtulamadığıma göre dünyada ki en zeki insan olmadığımı bilecek kadar zeki olmam yeterli olacaktır. Bugün uyandım. Neden uyandığımı bilmiyorrum. Herkesin aksine zihnim dinç ama bedenim sarhoş. Kalkıp lavaboya gitmem gerektiğini mahalledeki bütün köpekler havlıyorlar. Komut veremiyorum. Bedenime söz geçiremiyorum. Ayak tabanımdaki karıncalanmaya sebebiyet veren karıncaların gerçek olmasını ve bedenimin altına girerek beni taşımalarını istiyorum. Evet, hareket edemiyorum. Henüz felç geçirmedim. Felce sebebiyet verebilecek hareketleri ise çoktan terk ettim. Bugün farklı. Bugün çok farklı… Uzun zamandır çözemediğim karmaşıklığımdan kurtulduğum aşikâr. Kurtulmak için sadece yöntemimi değiştirmem yetti. Çözmek yerine daha çok karıştırmak eksi ile eksinin çarpımı gibi pozitifi verdi. Bunu daha önceden de düşünmüştüm. Ama eksilerin çarpışmak yerine birleşmesinden korkmuştum. Ve evet bazen bende korkuyorum. Korkmaktan korkmamak takıntımı da böylelikle egale ediyorum. Birçok zaman düşünüyorum, aslında her zaman. Özellikle uyku ile uyanıklık arasındaki Araf anında. Bir tek bu anlarda yazıyorum. Sonra bir kez daha korkuyorum. En büyük korkularımdan bilmediğim birincisi ise insanoğlunun da termodinamiğin ikinci kuramının bir parçası olabileceği. Sigara yanar, kül olur ve havaya karışır. Ama kesinlikle yok olmaz, sadece form değiştirir. Birde oksijeni yakar, bir fırt ona da tattırır. İnançlarda form değiştirir. Aslında bu formların sonuna sadece ‘a’ harfi getirilerek onlarda değiştirilebilir. İşte bu yüzden inançlardan da tiksindim ve değişmek değil yok olmak istedim. Ama şunu bildim; yok olursam da değişirdim. Ne yapacağımı bilemedim… Güldüm, ağladım ve iç organlarıma kustum… Lavabodayım. Yüzümü yıkamadım. Parmak uçlarımla göz kenarlarında ki çapakları temizlemedim ve yüzümde ki hassas sinir uçlarını su ile uyarmadım. Avucumu su ile doldurup suratıma çarpmadım. Aynaya bile bakmadım çünkü kendimi tanıyamayacağımı biliyordum. Sadece ayaklarımı yıkadım. Beni taşımadıkları için ayak tabanlarımdaki bütün karıncaları boğdum. Sonrada arkalarından koyu kahverengi bir balgam yolladım. Acaba hasta mıydım? Acıktım ama amaçsızım. Acıktım ama acısızım. Acıktım ama parasızım. Ölmek için her şeyi hak ediyordum ama ölmedim. Demek ki bende hak ettiğini alamayanlardanım. Buna şaşırmadım. Kurallara şaşırmadım. Kurallara şaşıran asilerden olur. Ben kurallarımı yıktım, kurallarını yıkamadım. Ama onlar beni yıkadılar. Sabahtan akşama kadar buz gibi kurallarla yıkadılar. O kadar üşüdüm ki ne zaman bir kurala denk gelsem hipotermi oldum. Bir insan civa dolu bir havuza düşerse beş ile on dakika arasında hipotermiden dolayı ölür. Ben ise kural dolu bir havuza düşünce anında ölürüm. En iyi ihtimal bitkisel hayat yaşarım. Zaten kim bitkisel hayat yaşamıyor ki… Aradım. Belki aylar sonra ilk defa birisini aradım. Bu benim uzun süre sonra bir şeyi merak etmemden öte bir şey değildi. Hattımın hala kullanımda olup olmadığını anlamak için telefon


operatörümü aradım. Hala açıktı. Demek ki düşünmeyi bırakalı o kadar da zaman geçmemişti. Pin kodumun bir, üç, beş, yedi ve dokuz olması benim tek haneli rakamlara takıntılı olduğumu göstermez. Sadece kodlamaları daha önemli şeylere sakladığımı gösterir. Evden çıkmama az kaldı. Kapının eşiğinden sonrasını rahatsız etmeme az kaldı. Acaba böcekler ayakkabılarımı yuva olarak kullanmaya başlamışlar mıdır? Giyince anlarım. Oradalarsa hayatları kira bedeli yerine geçer. Kira ödemek ise benim ilgi alanıma girer. İnsanlar ikiye ayrılırlar: Kirada oturanlar ve kendi evine sahip olanlar. Ben hep kirada oturmayı seçtim. Ben hep bir şeylere sahip olmamayı seçtim ve hep bu türden düşüncelerin seçimini seçtim. Benim almadığım şey bana ait olamazdı. Onlara mal varlığım diyemezdim. Bu yüzden son aile varlığım olan dizüstü bilgisayarımı, android telefonumu ve kitaplarımı satarak iki aylığına bu daireyi kiraladım. Parasını peşin verdim. Eve girdiğim andan itibaren alarmı her bir haftada bir kurdum. Her hafta bir kere uyanıp yaşayabileceğim kadar yemek yedim ve her ay bir kere uyanıp patlamayacağım kadar işeyip sıçtım. Bugün bu evde son günüm. Anahtarı ev sahibine vermeyeceğim. Kapıyı da ardımdan çekmeyeceğim. Bu evin benden sonra hava almasına ihtiyacı var. Bünyesinden çıkan mikroptan sonra derin bir temizliğe ihtiyacı var. Belki pansuman iş görür. Ama kolonya döküp yakmak daha kesin bir çözüm olurdu. Sadece yüzeysel pislikleri yakmak. Derinlere inmeden… Kendime yaşayacak yeni bir yer bulmalıyım. Bir yerleri kiralayamam. Bir şeyler satın alamam. Parklarda uyuyabilirim ya da evsizler uyumasın diye apartman kenarlarına yerleştirilmiş çivili zeminlerde. Bir şeyler satabilirdim ama satacak bir şey kalmadı bu dünyada. En son dünyanın da anasını sattığımdan beri küfürlerim bile tükendi. Sokağın sonuna geldiğimde on tane sokak lambası sekiz tane ise ağaç saydım. Buna da şaşırmadım. Sokağı dönerken cebimi kontrol ettim. Akbilimin köşelerini parmaklarımla kavradım. İçerisinde hala bakiye olmalıydı. Bakiye? Muhtemelen kadınlaştırılan erkek isimlerinden birisi daha olmalı. Yolumu değiştirip tekrar sokağa girdim. Bu sefer sokakta on dört sokak lambası, on iki tane ise ağaç gördüm. Hayatımın birkaç ayını geçirdiğim evin sokağın öbür ucuna daha yakın olduğunu da şimdi fark ettim. Akbilim hala cebimdeydi. Bir turistin İstanbul’a ilk geldiği anda yaptığı mecburi panaromik turu yapmak cazip geldi. Tramvaya binmek üzere geri döndüm. Nereye gideceğime ben karar veremezdim. O yüzden bu kararı Cemal Süreya’ya bıraktım. Anasını nasıl sattığımı Dünya’ya açılmak üzere Laleli’de anlaştık. Bazı anlaşmalar ‘ant’ içilmedikleri için antlaşma değillerdir. Ve biz asla ant içenlerden olmayacaktık. Tramvaya bindiğimde hangi zaman diliminde olduğumu anladım. Saat mesai saatiyle okula gidiş saatinin çakıştığı andı. Açılan kapıdan önce bir sıcaklık, ardından da balık kokusu çarptı. Bu koku Eminönü’nden oltalarıyla ve balık dolu kovalarıyla binen balıkçıların kokusu değil basbayağı balık istifi kokusuydu. Balık baştan mı kokar bilmem ama insan tramvayda kokar. İlk tramvay ritüelimi gerçekleştirmek üzere sırtımı vererek bindim. Kapanan kapıyla burnum arasında birkaç santimden fazlası yoktu. Camdan yansımamı görebilmek için arkada siyah bir fon hayal ettim. Kendim haricimde bütün arkamdakileri gördüm. Derin anafor kuyuları bu yansımalardan oluşuyordu. Meditasyonun yapı taşları olan anafor kuyuları… Gözlerin kapatılıp diğer bütün duyuların açıldığı kuyuya düşüş tahayyülleri… Her gözümü açtığımda yeni bir anaforun içerisinde doğuyorum. Her doğuşumda bir kere daha düşüyorum. Fakat bu çekim gücü değil. Bu düşüş itme kuvvetinden geliyor. Atmosfer basıncını derimdeki bütün hücrelerde hissediyorum. Hepsinin kulakları zonkluyor ve işte bu yüzden başım hep dönüyor. Basınç başımdan aşağıya dökülüyor ve tüm insanlardan yukarıda olduğum için ilk bana temas edip enerjisinin büyük kısmını bana boşaltıyor. Topraklanmayı sağlıyorum ama topraklaşamıyorum. Metabolizmamın hızı gitgide yavaşlıyor. Kalp atışlarımdaki hafifleşmeyi hiçbir şeye bağlayamıyorum. Anaforlar karanlıklaştıkça kara deliklere dönüşüyor ve gözümün önüne koca bir evren iniyor. Evrenin kenarından hala Dünya’nın bir kısmını görebiliyorum. Tramvaya ilk duraklardan birinde binmiş bir kadın elindeki kitabını dizlerinin üzerine yerleştiriyor. Kitabın üzerinde ‘Mülksüzler’ yazıyor. Bu kitabı biliyorum. Ursula K. Le Guın’in cinsiyetini hala öğrenmediğimi fark ediyorum ve hiçbir zaman öğrenmeyeceğimi de. Anarres’te Smashing Pumpkins’in konser verdiği rüyalarımı hatırlıyorum. Ve saçlarım, onlarda yok. Herkes gibi bende dazlağım. Irkçı olmayan dazlaklardanım. Cinsiyetsiz, soysuz ve kimsesizim. Odocular bir tarafta ben ayrı bir taraftayım. Kadın kitabın arka yüzünü çeviriyor. Arka tarafında bir yazı var. Onu da hatırlıyorum: ‘’ Vermediğiniz şeyi alamazsınız, Kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak…’’


Ben hiçbir şey olamam. Ne devrim ne de evrim olabilirim. Ancak gözüme inen evren son Dünya manzarasını da silikleştirmeye başlıyor. Gördüğüm son şeyden hiçbir iz kalmayıncaya kadar kendimsizleşiyorum. Ayaklarımın yerden kesildiğini fark ediyorum. Artık en tepede değil en aşağıdayım. Ahsen-i Takvim’den Esfel-i Safilin’e doğru paraşütsüz bir iniş gerçekleştiriyorum. Çünkü ben sefil, aç bir hayvanım ve bunu hak ediyorum. Ve ben Arafat, gözümde kocaman bir evren ile cehennet manzarasının tadını çıkartıyorum. Muhammed Eyüp Yavuz [email protected]


EDEBİYAT VE MEKÂN SAİT FAİK MÜZESİ İstanbul gibi edebiyata sayısız kere konu olmuş bir şehirde yaşamak sanırım en büyük ayrıcalıklardan biri. Hele ki edebiyata kıyısından da olsa bulaşmışsanız. İstanbul’un edebiyatla ilişkili mekânları hakkında çok da doyurucu çalışmalar bugüne kadar pek yapılmadı ya da ben rastlamadım. Şimdi gelin bir yerlerden başlayalım. Hiç üşenmeden elinize kâğıt kalem alıp yazarlarımızla, şairlerimizle bütünleşmiş mekânları listeleyip bir bir gezmeye, başlamaya ne dersiniz? Bu mekânlar bazen onların yaşadıkları ev, bazen bir semt, bazen bir ada, bazen de bir şehir olabilir. Edebiyatımıza damgasını vurmuş hikâyecimiz Sait Faik’le başlamayı istedi gönlüm. Bir sabah ada vapuruna inip Burgazada’da inmeli. İskeleye yakın –adını şimdi hatırlayamadığım küçük ama bilinen- pastanede önce güzel bir kahvaltı yapmalı. Sonra ver elini Sait Faik Müzesi. Şu an Darüşşafaka Cemiyeti tarafından işletilen bu müze ünlü hikâyecimizin bir zamanlar yaşadığı ev. Size önerim; bu evi gezmek için hatırı sayılır bir vakit ayırmanız. Öyle ki her katta yer alan fotoğraflar –çoğunu ilk kez görecektiniz belki de- sizi uzun süre esir edecek. Siyah, beyaz tablolardan kâh sizi seyreden kâh yanındakiyle konuşmaya dalmış Sait Faik... Neredeyse siz kâğıdı kalemi elinize alıp her fotoğrafa ayrı ayrı hikâyeler yazacaktınız. Yazmazsanız deli olacaktınız... Yalnız fotoğraflar mı? Yazarımızın kişisel eşyaları da bir o kadar görülmeye değer. Her biriyle duygusal bağlar kurmamak o an için bile olsa elde değil. Ve evin çatı katı… Pencereden görülen deniz… O küçük pencereden denize bakarken şunu hissedeceksiniz belki de. Hem Adalı hem İstanbullu Sait Faik... Çatı katına bir kutu konulmuş. Kimselerin göremediği binlerce ayrıntıyı hikâyelerine taşımış Sait Faik’e siz de birkaç satır yazarsınız belki. Edebiyatımıza yön vermiş yazarlarımızın, çoğu müzeye dönüştürülmüş evlerini gezin. Okuduğunuz o en güzel metinlerin kaleme alındığı mekânları görün. Metnin mekânla bütünleştiği o büyülü anlarda okuduklarınızdan alacağınız tat bir kat daha artacaktır. Tavsiye Edilen Okumalar 1)Fethi Naci - Sait Faik'in Hikâyeciliği 2)Sait Faik - Bütün Hikâyeleri Hacer Yıldırım [email protected]


Eternity And A Day Bu yazımda sizlerle çok sevdiğim bir film üzerine paylaşımda bulunmak istiyorum; ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün ( Eternity And A Day)’’ İzlerken sizi birçok duyguya sürükleyen, hüzünlendiren, düşündüren ve aynı zamanda dinlendiren bir film. 1998 yapımı, yönetmenliğini ünlü yunan yönetmen Thedoros Angelapoulos üstlenmiştir. Aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüne layık görülmüştür. Başrolde Bruno Ganz’ın eşsiz oyunculuğuyla birleşmesi sonucu tadına doyulamaz bir film oluşmuştur. Yıllar geçse de izlenebilecek, müziğiyle, görüntüleriyle hafızalardan silinmeyecek bir başyapıt. Tanınmış bir yazar olan Alexander (Bruno Ganz), sahil kenarındaki evinde yaşarken yakalandığı amansız bir hastalık, hayatını gözden geçirmesine, o ana kadar ki hayat görüşünün değişmesine neden olacaktır. Artık yaşadığı evinden, sahilinden ayrılarak hayatla yüzleşmek durumundadır. O andan itibaren kendini içinde bulacağı serüveni de başlamış olur. Bu süreç esnasında geçmiş yaşamını bazense çocukluğunu anımsayarak yenilenir. Alexander, hastaneye yatmadan önceki son gününde yaşadıklarıyla bir çocuğun ruhunda kendi ruhunu bulacaktır. Filmin ilk sahnelerinde bir perdenin arkasından çalmaya başlayan o melodi sarar insanın ruhunu, hem merak uyandırır hem de hüzünlendirir. Filmden sonra da dinlenildiğinde aynı hisleri yaşatan türden bir melodi… Eleni Karaindrou’nun muhteşem müziğiyle harmanlanmış başarılı bir Angelapoulos filmi… Her karesinde ayrı bir duygu yaşatır insana, kullanılan görüntü açıları filmin sanatsallığını arttırarak görsel bir ziyafet sunar. Filmde Selanik sokaklarına sanatsal bir perspektiften bakılmaktadır. ...Ve unutulmaz repliklerinden; ‘’Neden anne, hiçbir şey beklenildiği gibi olmadı? Neden? Neden çürüyüp gider insan, sessizce acıyla ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? Kendi ana dilimi konuşma şansım varken, kendi dilim varken hala kayıp kelimeleri bulabilecek ya da sessizliğin içinden unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken. Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde? Neden? Söyle bana, anne insan neden bilmez nasıl seveceğini? ‘’ Sözleriyle bilinmezliğini ve içindeki soruları yakarır, belki de cevabını bulamayacağını bilse de… ‘’Zaman nedir?’’ ‘’Dedeme göre zaman bir çocukmuş ve sahilde oynarmış.’’ Sözüyle ise izlerken zamanın varlığını ya da olmayan varlığını sorgulatır insana. Film aynı zamanda kitap haline de getirilmiştir. Henüz izlememiş olanlarınıza şiddetle tavsiye ediyorum, izleyenler ise tekrar izlemeli, hiç değilse film müziğini açıp dinlerken unutmalı zamanı… ‘’Yarın ne kadar sürer?’’ ‘’ Yarın sonsuzluk ve bir gündür…’’ Melis Genç [email protected]


Red Special – AC/DC Merhaba Kültür Çıkmazı okurları; Her sayımızda sizlere yerli ve yabancı Rock&Metal gruplarını tanıtmaya çalışacağım. İlk sayımıza AC/DC ile giriş yapalım. Keyifli okumalar. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi rock gruplarından biri olan AC/DC, ismini elektrik dağıtımı konusunda aynı dönemde yaşamış ve elektrik üzerine çalışmalar yapmış iki bilim adamının rekabetinden alır. Tesla’nın AC (Alternating Current) teorisinin mi, yoksa Edison’un DC (DirectCurrent) sistem teorisinin mi elektrik dağıtımında daha iyi olacağına dair yaptıkları tartışmalar*, ünlü grup AC/DC’nin ismine ilham kaynağı oldu. 1973 yılında Sydney’de Angus ve Malcolm Young kardeşler tarafından kuruldu. İlk yıllarda gitarda Angus ve Malcolm kardeşler bulunurken, vokalde Dave Evans, basta Larry Van Kriedt ve davulda ise Colin Burgess bulunmaktaydı. Grup, Sydney çevresinde küçük tur ve konserler vermeye başladı. Ablası Angus’a sahnede okul kıyafetlerini giymesini önerdiğinde o sadece 15 yaşındaydı. Bu görüntü zamanla grubun olmazsa olmazlarından biri haline geldi. Angus okul forması dışında Örümcek Adam, Zorro, Gorilla ve Süpermen’in parodisi Super-Ang kostümleriyle de sahneye çıkmıştı. Grup bu kadrosuyla "Can I Sit Next to You, Girl" / "Rockin' in the Parlour" adıyla bir 45’lik yayımladı. Ertesi sene davulcu Phil Rudd ve basçı Mark Evans’ın katılmasıyla grup Melbourne’a yerleşti. Bu kadroyla barlarda çalmaya devam ettiler. Grup içerisinde bir takım sorunlar yaşanmaya başladı ve bir gece Dave Evans sahneye çıkmayı reddetti. Benzerine az rastlanan bir olayla, grubun şoförlüğünü yapan Bon Scott vokalist olarak gruba dahil oldu. Scott daha önce The Valentines ve Fraternity isimli gruplarda davulcu olarak yer almıştı. Scott’un grubun başarısındaki asıl payı, halka grubu vahşiler olarak tanıtmasıydı. Başı sürekli polislerle derde giren Scott sayesinde grup Avustralya’da büyük tepkiler almaya başladı. Grup 1974 yılında ilk albümü olan ‘High Voltage’i çıkardı. On günde kaydedilen albüm, Young kardeşlerin enstrümantal bestelerinin üzerine Bon Scott’un sözlerini yazdığı şarkılardan oluşuyordu. 1975 yılında ise ikinci albümleri olan ‘T.N.T.’yi yayımladı. Bu albüm ‘TNT’ ve ‘It’s a Long Way To The Top’ gibi klasikleşen şarkıları içeriyordu. 1974 ve 1975 yıllarını Avustralya’nın her yerinde konserler vererek geçirdiler. Grup artık ülke dışına açılmayı ve daha geniş kitleler tarafından dinlenmeyi hedef almıştı. 1976 yılında grup Atlantic Records ile uluslararası bir plak anlaşması yaptı ve Avrupa'yı kapsayan bir turneye çıktı. Black Sabbath, Aerosmith, Kiss, Styx gibi önde gelen hard rock


gruplarının önünde çaldıkları stadyum konserlerinde büyük tecrübe kazandılar. 1976 yılında, High Voltage ve T.N.T. albümlerinden seçilen şarkılardan oluşan albüm Atlantic Records tarafından ‘High Voltage’ adıyla Amerika ve İngiltere’de piyasaya sürüldü. 1976’nın sonlarına doğru ‘Dirty Deeds Done Dirt Cheap’ adlı albümleri çıktı. 1977 yılının başlarında basçı Mark Evans, Angus Young ile yaşadığı kişisel uyuşmazlıklar nedeniyle gruptan atıldı ve yerine Cliff Williams gruba katıldı. Amerikan listelerine girmelerini sağlayan ‘Let There Be Rock’ albümünü çıkardı. Bu sırada önceki albümleri olan ‘Dirty Deeds Done Dirt Cheap’ ile İngiltere ve Avrupa’da 1 numaraya kadar yükseldi. 1978 yılında çıkan ‘Powerage’ grubun hayran kitlesinin artmasını sağladı. Albümde yer alan "Rock 'n Roll Damnation" 24 numaraya kadar yükselerek grubun o güne kadar listelerde en yukarı çıkan parçası oldu. Albüm kadar katkısı olan diğer şey ise izleyicileri coşturan konser gösterilerinin olmasıydı. Aynı yıl içerisinde bu konser görüntülerinden oluşan kayıt ‘If You Want Blood, You’ve Got It’ adıyla yayımlandı. Grubu asıl üne kavuşturan altıncı albümü olan ‘Highway to Hell’ 1979 yılında yayımlandı. Bu albümle grubun soundu daha sertleşmiş oldu. Satışı ilk kez milyonu aşarak Amerika’da 17.liğe, İngiltere’de ise 8.liğe yükseldi. Her şey çok iyi giderken 1980’in Şubat ayında Bon Scott’un, resmi raporlara göre alkol zehirlenmesinden hayata veda etmesiyle temellerinden sarsıldılar. Grup bir süre devam edip etmeme noktasında bocaladı. Mart ayında Bon Scott’un yerine Brian Johnson geldi. Bir ay sonra dağılmadıklarını müjdeleyen, sadece Amerika’da 10 milyondan fazla satan en büyük çalışmaları, ‘Back in Black’ albümünü piyasa sürdü. Scott’a adanan albümün kapağı siyah çıktı ve İngiltere’de hızla 1 numaraya yükseldi. Yayımlanmasından 1 yıl sonra ‘Back in Black’ albümü platin plak kazandı. Bugün hâlâ dünyada en çok satan 3. Albümdür**. Albümün ardından grup, dünyanın dört bir yanında konserler vermeye başladı. AC/DC, 1981 yılında yayımlanan ‘For Those About to Rock We Salute You’ albümü ile Amerikan listelerinde ilk sıralara yerleşti. 1982’de Rudd gruptan ayrıldı ve yerini Simon Wright aldı. 1983’te piyasaya sürdükleri "Flick of the Switch"in ardından, 1984’te Bon Scott’la kaydettikleri ve sadece Avustralya’da yayımlanan şarkılardan oluşan mini albümleri ‘Jailbreak’i yayımladılar. 1985 yılında ‘Fly On The Wall’ albümü, 1986’da ise ‘Who Made Who’ albümü piyasaya sürüldü. Bu albümde 3 yeni şarkı dışında albüm eski kayıtlardan oluşuyordu. Bunlardan biride Bon Scott’un seslendirdiği ‘Ride On’dur. 1988 yılında grup ‘Blow Up Your Video’ albümünü piyasaya çıkardı ve ardından uzun süren bir turneye çıktılar. Turne dönüşü davulcu Simon Wrigth ani bir kararla gruptan ayrıldı ve yerine Chris Slade geldi. 1990'da, müzik dünyasında çok büyük ses getiren ‘Thunderstruck’ parçasının da içinde bulunduğu ‘The Razor's Edge’ albümü yayımlandı. Albümün ardından grup turne için tekrar yollara koyuldu. 1992 yılında ‘The Razor's Edge’ sonrası verdikleri konser görüntülerinden oluşan 2 CD’lik live albümleri yayımlandı. 1994’te Phil Rudd gruba geri döndü. 1995 yılında ‘Ballbreaker’ yayımlandı. Rick Rubin tarafından çıkarılan bu albüm AC/DC'nin müzik hayatındaki belki de en olumlu eleştirileri aldı. Bu albüm Amerikan listelerine 4. sıradan girdi ve ilk altı ay içinde bir milyonu aşkın sattı. Uzun bir sessizliğin ardından 2000 yılında ‘Stiff Upper Lip’ albümleri çıktı. Konser ve turnelerden sonra grup tekrar uzun süren sessizlik dönemine girdi ve 2008 yılında grubun son albümü ‘Black Ice’ piyasaya çıktı. AC/DC, bugüne kadar dünya çapında 200 milyonun üzerinde albüm satmıştır. ‘Back in Black’ albümünün dünya çapında 49 milyon sattığı tahmin edilmektedir. 2010 yılında gerçekleşen 52. Grammy Ödülleri'nde en iyi hard rock performansı ödülünü, ‘Black Ice’ albümünde yer alan "War Machine" parçası ile almıştır. Ayrıca grup 2010 yılında gerçekleştirdiği dünya turnesinde Black Ice Tour ile 177 milyon dolar (yaklaşık 275,5 milyon TL) gelir elde ederek 2010 yılının bilet gelirlerinden en çok kazanan 2. isim olmuştur***. Uzun ve güzel bir kariyerden sonra, doğallıklarını koruyarak bunu yaymayı başaran gruplar oldukça nadirdir. Onları tanımlamak için kasmama gerek yok. AC/DC işte, başka söz gerek var mı?


* Tesla bu savaştan galip çıkmıştır. George Westinghouse’u elektrik dağıtımında AC sistemini kullanmaya ikna ederek şirkette işe alınmıştır. Ayrıntılı bilgi için ‘Akım Savaşları’nı inceleyiniz. ** En çok satan albüm sırlamasında; 1. Michael Jackson- Thriller 2. Pink Floyd- The Dark Side of the Mode albümleri yer almaktadır. *** 1. Jon Bon Jovi en çok kazanan isim olmuştur. Özge Özgüner [email protected] Albümler: • TNT (1975) • High Voltage (1976) • Dirty Deads Done Dirt Cheap (1976) • Let There Be Rock (1977) • Powerage (1978) • If You Want Blood, You've Got It (1978) • Highway To Hell (1979) • Back In Black (1980) • For Those About To Rock (1981) • Flick Of The Switch (1983) • '74 Jailbreak (1984) • Fly On The Wall (1985) • Who Made Who (1986) • Blow Up Your Video (1988) • The Razor's Edge (1990) • AC/DC Live (1992) • Ballbreaker (1995) • Bonfire (1997) • Stiff Upper Lif (2000) • Black Ice (2008)


Aşkın Diğer Adı - Kürk Mantolu Madonna ”Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.” Cümlesiyle okuyucuya sunulan roman; yazar tarafından ismi verilmeyen yirmi beş yaşlarındaki kahramanın anlatımıyla başlar. Küçük bir bankadaki memuriyetinden çıkarıldıktan sonra işsiz kalan kahraman, sokakta yürürken yanından geçen otomobilde mektep arkadaşı Hamdi’ye rast gelir. İşsiz olduğunu söyleyince de Hamdi ona kendi şirketinde bir iş verir. Raif Efendi’nin odasına bir masa koydurur ve onunla aynı odayı paylaşarak işe başlar. Sessiz sedasız kendi halinde kimseyle konuşmayan Raif Efendi daha ilk günlerden kahramanın dikkatini çeker. Kitabın başında ” Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” diyerek tanıtılan Raif Efendi’nin de bir iç âlemi olduğu unutulmuş gibidir. Kahraman da artık onun sıkıcı ve manasız bir insan olduğuna kanaat getirmiştir. Ancak bir gün Macar şirketinden gelen tercümenin gecikmesi üzerine Hamdi Bey odaya gelerek Raif Efendi'yi azarlar. Hamdi gittikten sonra Raif; eline bir kâğıt, kalem ala-rak Hamdi’nin resmini çizer. Avuç içi kadar kâğıdın içinde Hamdi’yi gören kahramanda, Raif Efendi tekrardan merak uyandırır. Bir gün Raif Efendi hastalanınca tercüme edilmesi gereken bir yazıyı kahraman onun evine götürür. Böylelikle onun ailesini yakından tanıma imkânını da bulmuş olur. Az maaşla tüm aileye bakan Raif Efendi’yi o ailede kimse önemsemez ve kimse fark etmez. Bir şubat günü yine hastalanan Raif Efendi, kahramandan odasındaki eşyaları toplamasını ister. Eşyaları arasındaki siyah kaplı defteri ondan sobada yakmasını isteyince bu adam onda daha fazla merak uyandırır ve Raif’i ikna ederek defteri ondan alır ve oteline dönerek okumaya başlar. Romanın ikinci bölümü Raif Efendi’nin Almanya’da yaşadığı aşk hikâyesinden oluşur. Havranlı bir aileye mensup olan Raif, küçüklüğünden beri içine kapanık bir çocuktur. Zamanını kitap okuyarak ve resim yaparak geçirir. Güzel Sanatlar Akademisinde okumak için İstanbul’a gider ancak eğitimini tamamlayamaz. Maddi durumu iyi olan babası sabunculuk tekniğini öğrenmesi için onu Almanya’ya gönderir. Almanya’da sabunculukla ilgili fabrikaya gitmek yerine müzelere ve resim galerilerine giderek vaktini geçirir. Gittiği bir sergide gördüğü Kürk Mantolu Madonna tablosu onun dikkatini çeker. Tablonun hem sahibi hem de modeli olan Maria Puder ile tanışır. Kendisinden iki yaş büyük olan bu kadına gittikçe bağlanan Raif, ona aşık olur. Bir yılbaşı gecesi de Maria ile


birlikte olurlar. Ancak Maria, Raif’e aşık olmaktan korkar ve ona istediği aşkı şöyle tarif eder: ”Benim beklediğim aşk başka! O bütün mantıkların dışında, tarifi imkânsız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey.” Bundan sonra Raif’ten uzaklaşmaya başlayan Maria, beş gün ortalıkta görünmez. Raif daha sonra onun hastalandığını öğrenir, onu bulduktan sonrada bütün vaktini ona ayırır, onunla ilgilenmeye başlar. Tam aralarının iyi olduğu sırada Raif babasının ölümü üzerine Türkiye’ye döner. Maria ile düzenli olarak mektuplaşırlar ancak bir süre sonra mektuplar kesilir. Raif Efendi, yarı yolda bırakıldığını düşünerek başka bir kadınla evlenir. Bir gün Ankara’da tren garında Maria’nın uzaktan akrabası ile karşılaşırlar. Ona Maria ile ilgili sorular sorar ve Maria’nın on yıl önce öldüğünü, ölmeden önce bir çocuk dünyaya getirdiğini, babasının bir Türk olduğunu öğrenir. Maria’nın mektuplarında kendisine vermek istediği mutlu haberin bir çocuk olduğunu Raif oracıkta öğrenir. Kadının yanındaki ”Uzak bir akrabamın” dediği sarı benizli bu kız çocuğu Maria’nındır. Raif adını bile bilmediği kızını trenle uzaklara uğurlar. Bu olaydan sonrada Raif, kimseye anlatamadığı aşkını buraya -siyah kaplı deftere- döker. Kahraman, defteri Raif Efendi'ye vermeye gittiğinde ise onun öldüğünü öğrenir. O dünyadan ayırılırken aslında kahramanın hayatına canlı bir şekilde girmiştir. ”Hakikât” gazetesinde 48 bölüm olarak tefrika edilen eser; ilk kez 1943 yılında yayınlanmıştır. Yazarın hayatından izler taşıyan eseri Sabahattin Ali; 1928 yılında Almanya’da tanıştığı ve aşık olduğu Frolayn Puder adlı bir kadınla yaşadığı yoğun duygulardan sonra kaleme almıştır. 6 Temmuz 1933’te Sinop’tan gönderdiği mektubunda bunu açık açık dile getirmiştir. Frolayn Puder ismini de ilk kez orada açıklamıştır. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’nın arkadaşları tarafından fazla romantik, anlamsız bir yapıt olduğu yolundaki eleştirilere ise, “Bu eser benim kafamın içinde yıllar öncesinden hazırlanmıştı, yazıya dökmemek imkânsızdı.” diyerek yanıt vermiştir. Sabahattin Ali’nin bu eseri, Yapı Kredi Yayınları tarafından 160 sayfa olarak çıkarılmıştır. Raif Efendi’nin Almanya’da yaşadığı beş aylık tutkulu aşkının satırlara döküldüğü bu kitap yalın, süssüz ve romantik anlatımıyla tüm kitapseverleri; Raif ve Maria’nın tutkulu bir o kadar da hüzünlü aşkına şahitlik etmeye davet ediyor. Meltem Gökce [email protected]


Ters Köşe 20 Soru’muzu yönelttiğimiz ilk kişi Genel Yayın Yönetmenimiz Şeyma Sakallı oldu. Buyurun birbirinden özel sorular ve birbirinden güzel cevaplar.* 1. En sevdiğiniz kelime? - Ömür. 2. Nefret ettiğiniz kelime? - Ölüm. 3. Ne sizi heyecanlandırır? - Bir şiirde kendimi okumak, bir şarkıda kendimi bulmak, yazdığım her bir kelimenin insanlar tarafından okunması da aynı şekilde. 4. Heyecanınızı ne öldürür? - Eğer bir hikaye, şiir yazıyorsam hemen bitsin isterim. Çabuk olmayan her şey heyecanımı söndürür. :) 5. En sevdiğiniz ses nedir? - Tek bir sese indirgeyebilir miyim bilmiyorum ama sabah ezanındaki o sese hastayım. 6. Nefret ettiğiniz ses? - Hiç şüphesiz ki motosiklet sesi. 7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Bir hukukçuya nasıl söylenir bilmiyorum ama avukat olmak istemezdim. 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Resim çizebilmeyi çok çok isterdim. Eksik hissettiğim en büyük nokta bu. 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Kendim olmasam muhtemelen en sevdiğim şairlerden biri olurdum bu da Turgut Uyar olurdu. Göğe bakıp kendimi bulurdum. 10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Kendi memleketimde, Sinop. 11. En önemli kusurunuz nedir? - Baştan sevemediğim bir şeyi (kitap, film, insan vs) daha sonra da sevememek, ısınamamak. Tabii bu bir kusursa. 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Umursamazlığım. 13. Kahramanınız kim? - Beni enkazdan çıkarıp kalbimi yeniden gülümseten “en sevdiğim” elbette. 14. En çok kullandığınız küfür? - Hassss… 15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Sevdiğim bir arkadaşımla röportaj yapıyoruz. Nasıl olabilirim? Gayet mutlu :) 16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - "İnsan bazı güçlüklerden, ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor albayım.” Oğuz Atay’ın her bir satırı beni özetliyor aslında. Ama unutmak bambaşka bir şey. Ve zaman zaman unutmak gerekir. Yediğin bir yemeği, işittiğin bir sözü… 17. Mutluluk rüyanız nedir? - Çocukluğumun kahramanı, mavi gözlü, yakışıklı, 14 Şubatta esas sevgiliye kavuşarak bizi terk eden dedemi rüyamda görmektir en büyük mutluluğum. Özlediğim her şeyin düşlerime yansıması mutluluk rüyamdır. 18. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Gülümseyecek birinizin olmaması. 19. Nasıl ölmek isterdiniz? - Ölmek istemiyorum ki. 20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - Ben senden razıyım ki seni cennetime aldım. Şimdi sen de benden razı ol. Yasin GEL [email protected] *20 Soru köşesini Marcel Proust’un bulmuş, Bernard Pivot ile James Lipton'un geliştirmiştir.


twitter.com/kultur_cikmazi / facebook.com/kulturcikmazi


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.