Kültür Çıkmazı Dergisi 15. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

18 downloads 107 Views 20MB Size

Recommend Stories


introduction Part 1 The Firebird Folk Tale Say: EYE-vun Say: Zarr VIS-lav Say: Dim-EAT-tree Say: Va-SILLY
The Firebird Folk Tale Part 1 introduction Say: “EYE-vun” Say: “Zarr VIS-lav” Say: “Dim-EAT-tree” Say: “Va-SILLY” :10* Había una vez, hace mucho ti

Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Neslihan Şahin Sosyal Medya Yönetmeni - Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ayça İşbilen Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Dilek Aydınlıoğlu Fatih Albayrak Halil Bağış Kurtuluş Öztürk Murat Erdoğan Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Serap Bozkurt Sibel Ayan kulturcikmazi Kasım ayının soğuk günlerinde buğulu bir pencere kenarında okumanız dileğiyle yine dopdolu bir sayı hazırladık. Yeni editörümüz ve yeni yazı dizilerimizle karşılıyoruz bu ay sizleri. Edebiyata ve okumaya meraklı herkesin ilgisini çekmiştir astronomi. Gökyüzü, yıldızlar, bilimsel keşifler ve her geçen gün yeni eklenen cevaplar... Dergimize yeni katılan Halil Bağış, bundan böyle her ay “Samanyolu Ekspresi” köşesinde bilime ve gökyüzüne dair yazılarıyla karşınızda olacak. Bir diğer yeni yazı dizimiz ise editörümüzün kaleminden dökülecek. Neslihan Şahin, en büyük sırdaşı Gau’ya anlattıklarını bizimle paylaşacak. Kimi zaman içimizden birinin isyanı olacak, kimi zaman tepki veremediğimiz mutsuzluğumuz… “Gau” yazı dizisi her ay okunmak üzere sayfalarımızdaki yerini alacakken okumamak sizce de ayıp olmaz mı? Sözü fazla uzatmadan editörümüze devrediyorum ve sizleri yeni sayımızla başbaşa bırakıyorum. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 16. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”


“Kararlıdır Kasım! Eylül, Ekim gibi nazlanmaz öyle. Hoşça kal der, ben yokum der. Giderken kapıyı çarpar da gider… Soğuktur Kasım! Sıkı giyinseydin der, şemsiyeni yanında taşısaydın der, güneşime aldanmasaydın der. Vedadır Kasım! Sonu belli bir aşk gibi, bir yarını alır da gider...” İnan Durak Taş Kasım ayının ruhunu anlatan bir alıntıyla selamlamak istedim sizleri. Sözü fazla uzatmadan bu ay dergimizde nelere yer verdiğimize gelelim… 15. Sayımızda, Yeşilçam’ın kötü adamı olarak bilinen Erol Taş’ı sizler için dergimizde inceledik. Ünlü oyuncunun hayatını yazarlarımızdan Selin Sabcıoğlu sizler için inceledi. Dergimizce bir gelenek haline gelen röportajlarımız okunmayı bekliyor. Bu ay kimler var derseniz; oyuncu Serdar Genç ve tiyatronun üstâdı Hilmi Bulunmaz sorularımıza verdikleri yanıtlarla bizleri onurlandırdı. Bizi kırmadıkları için kendilerine çok teşekkür ediyorum. Tüm bunlar yetmediyse, daha fazlası için sizleri acı bir kahve eşliğinde, dergimizin derinliklerine dalmaya davet ediyorum. Siz kahvenizi yudumlarken; yazı dizilerimiz, misafir yazarlarımız, şiirlerimiz ve daha pek çoğu sizleri selamlamak için bekliyor olacaklar. “Hayat çıkmazlarla dolu ama en güzeli, Kültür Çıkmazı…” Misafir Yazarlar Aze Sultan Barış Ünlü Bilal Maral Cemil Kobak Çağla Aydın Elif Amuçka Erkan Toy Enes Eşkin İsmail Mert Düzel Ümmet Caner Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan Reklam ve Sponsor [email protected]


İçindekiler 5 Kasım 2015 15. Sayı 6. “Erol Taş” Hayatı ve Sanat Hayatı - Selin Sabcıoğlu 10. “Serdal Genç” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 16. Kalbim Gürz Misali - Bilal Çakıl 17. Yokluğun - Sibel Ayan 18. Son Perde - İlker Ardıç 20. Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Geppetto'dan - Ayça İşbilen 21. Ne arayan var ne SOREN - Nebi Eren Bayramoğlu 22. Gau: Yolculuk - Neslihan Şahin 24. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 25. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 26. “Hilmi Bulunmaz” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 30. Yeşil Hırkalı Sarı Şapkalı Susamlar - Serap Bozkurt 32. Yolcu - Didem Onmuş 33. Derin Pişmanlık - Benan Şahindoğan 34. Mektup Ritüeli - Bölüm 5: Nur’lu Düşler - Fatih Albayrak 36. Samanyolu Ekspresi: Gökbilimin Gerekliliği ve Getirdikleri - Halil Bağış 38. Red Special: Alcest - Özge Özgüner 41. İdamlık Düşler - Neslihan Şahin 42. Bu dünyada - Selin Sabcıoğlu 43. Sevda Semenderi - Birkan Akyüz 44. Yaşamak Belki De… - Çağla Aydın 45. Gidiyorum Bu Sabah - Barış Ünlü 46. Zamanlar Arasından - Cemil Kobak 47. Aynalar - Enes Eşkin 48. Yedi Günde İstanbul-u Âlem - Bilal Maral 50. Aşk-ı Tavzih - Elif Amuçka 51. Şiir Yazmak - İsmail Mert Düzel 52. Şiirin Gecesi - Erkan Toy 53. - Aze Sultan 54. Yağmur - Ümmet Caner Keyifli Okumalar…


“Erol Taş” - Hayatı ve Sanat Hayatı - Değerli okuyucularımız biliyorsunuz ki, her ay değerli bir sanatçımızı konu alıyoruz. Bu ay konu aldığımız sanatçımız genelde oynadığı kötü karakterler ile tanıdığımız Erol Taş… Sanatçılar oynadıkları karakterler ile anılırlar ama bizler başta da dediğimiz gibi her ay bir büyüğümüzü konu alarak onları sizlere daha yakından tanıtıyoruz. Ve işte Erol Taş’ın hayatı ve sanat hayatı… Henüz iki yaşında iken, babası Hamza Bey'in ölümü üzerine annesi Nazife Hanım ile birlikte İstanbul'a taşınmıştır. Okul çağında olmasına rağmen ailesine yardım etmek için okuldan ayrılmış ve çeşitli mesleklerde çalışmıştır. Bunların arasında hamallık, tezgâhtarlık sayılabilir. O dönem aynı zamanda boksörlük de yapan Taş, 1947 yılında İstanbul ve Türkiye ikinciliğini kazanmıştır. Yine o yıl askere gitmiş ve üç yıl askerlik görevini yapmıştır. Askerden dönünce Cankurtaran’da bir iplik fabrikasında çalışmaya başlamıştır. İlk eşi Hafize Taş'tan, Metin Tanju ve GülerGönül adında ikiz çocukları olan Erol Taş, eşinin 1965 yılında vefatından sonra Konya'nın ünlü yün tüccarlarından Süleyman Erşan'ın kızı ve aynı zamanda teyzesinin çocuğu olan Elmas Erşan ile evlenmiş, bu evliliğinden 1968 yılında Müjgan adında bir kızı olmuştur. Erol Taş sinemaya tesadüf sonucu girişini şu şekilde anlatmıştır: "Lütfi Akad o bölgede bir film çekiyordu. Biz de işten kaytarıp çekimleri izliyorduk arkadaşlarla. Günlerce süren çekimlerden birinde mahallede oturan birkaç serseri, film ekibine musallat olup onları rahatsız etmeye başladı. Film ekibini korumak için birkaç arkadaşımla birlikte, serserilerle kavgaya giriştik ve Lütfi Bey'in yanında onlara bir güzel dayak çektik. Serseriler toz oldu tabi. Lütfi Akad daha sonra haber göndermiş bana, “Bir kavga sahnesi var, gelsin oynasın” diye. Böylece sinema hayatım başladı. Filmdeki rolümü diğer yönetmenler de beğendi ve ardı ardına teklifler gelmeye başladı.” Sinemaya ilk 1957 yılında Mümtaz Alpaslan’ın çektiği “Acı Günler” filmiyle girmiştir. Başlangıçta figüranlık yapmış ve küçük rollerde yer almıştır. Bir yıl sonra “Dokuz Dağın Efesi” (1958 - Metin Erksan) filminde bir çobanı canlandırmıştır. Bu


filmi takip eden yıllarda ise, “Dikenli Yollar” (1958 - Nişan Hançer), “Peçeli Efe” (1959 - Faruk Kenç), “Şoför Nebahat” (1960 - Metin Erksan), “Köyde Bir Kız Sevdim” (1960 - Türker İnanoğlu), “Dişi Kurt” (1960 - Ömer Lütfi Akad) ve “Gecelerin Ötesi” (1960 - Metin Erksan) gibi pek çok filmde değişik karakterleri canlandırmıştır. Taş'ın oynadığı filmlerdeki rollerden bazı örnekler vermek gerekirse: Hayat Kavgası’nda (1964 - Tunç Başaran) dediği dedik bir baba, Devlerin Kavgası'nda (1965 - Kemal Kan) kötü kardeş, Seveceksen Yiğit Sev'de (1965 - Hüsnü Cantürk) çiftlik sahibi, Sırtımdaki Bıçak'ta (1965 - Natuk Baytan) karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir koca, Son Darbe (1965 - Hicri Akbaşlı) ve Cevriyem'de (1978 - Memduh Ün) bir komiser, Aslanların Dönüşü ve Yedi Dağın Aslanı'nda (1966 - Yılmaz Atadeniz) bir cengâver, İnce Cumali (1967 - Yılmaz Duru), Tutku (1974 - Hüsnü Cantürk), Toprağın Teri (1981 - Natuk Baytan) ve İsyan'da (1979 - Orhan Aksoy) kötü ağa, Maskeli Beşler ve Maskeli Beşlerin Dönüşü’nde (1968 – Yılmaz Atadeniz) bir Meksikalı, Aslan Bey'de (1968 - Yavuz Yalınkılıç) eski bir Rus Generali, Gelin Kız'da (1970 - Orhan Elmas) oba beyi, Kanıma Kan İsterim'de (1970 - Çetin İnanç) idamlık katil, Öksüzler'de (1973 - Ertem Göreç) dilendirici, Belalılar'da (1974 - Melih Gülgen) çete başı, Tatlı Nigar'da (1978 - Orhan Aksoy) zengin bir kasabalı, Çayda Çıra'da (1982 - Yücel Uçanoğlu) zengin bir ağa, Alın Yazısı'nda ise (1986 - Orhan Elmas) eski bir külhan beyi olarak çıktı karşımıza. Taş, dönem dönem bir çok filmde çeşitli roller aldı. Ancak sinemada onu adından sıkça söz ettiren filmler Susuz Yaz, Duvarların Ötesi ve Gecelerin Ötesi olmuştur. Erol Taş'ı 1969 yılı itibariyle Çetin İnanç, 1971'den sonra ise Yılmaz Atadeniz'li serüven filmlerinde sıkça görmekteyiz. Yılmayan Şeytan filminde (1968 - Yılmaz Atadeniz) Dr. Şeytan'ı oynar. Dr. Şeytan (Erol Taş), "Tanyant" madenini kullanarak bir robot icat eder. Amacı ürettiği robotlarla dünyayı ele geçirmektir. Ancak filmin sonunda kısa devre yapan robotu tarafından öldürülür. Çeko'nun (1970 - Çetin İnanç) konusu ise 1875 yılında Meksika'da geçmektedir. Ramon isimli eşkıya (Erol Taş), köylülere türlü işkenceler yapmakta ve cinayetler işlemektedir. Bir başka Yılmaz Atadeniz filmi olan Maskeli Beşler ve Maskeli Beşler'in Dönüşü'nde (1968) ise (Erol Taş) yine Ramon ismi ile ancak bu kez Meksikalı bir general rolündedir. Kızıl Maske'de (1968 - Tolgay Ziyal) müze müdürü, Küçük Kovboy' da (1973 - Guido Zurli) çiftlik kahyası, Hakanların Savaşı'nda ise (1968 - Mehmet Arslan) Kubilay Han rollünü oynamıştır. Ömer Lütfi Akad tarafından 1966'da çekilen Hudutların Kanunu'nun konusu Güneydoğuda bir sınır kasabasında geçmektedir. 1968'de Nuri Ergün tarafından çekilen “Dertli Pınar” ise Taş'ın ağa tiplemeleri için örnek gösterilebilir. 1960 yılı yapımı “Gecelerin Ötesi”, oyunculuk kariyeri için önemli bir fırsat olmuştur sanatçı için. Henüz sinemaya yeni yeni ısınmaya başlayan Taş, bu filmle Metin Erksan'la tekrar çalışma fırsatı bulmuştur. Erol Taş'ın yer aldığı bir başka önemli yapım ise, Necati Cumalı'nın romanından 1963'de Metin Erksan tarafından filme alınan “Susuz Yaz” oldu. Bu filmde Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan ile bir üçleme çizen Taş, Osman karakterini canlandırmıştır. Tarihsel bir süreç içinde değerlendirildiğinde Erol Taş, bir başka önemli rolünü 1964'de Orhan Elmas'ın yönettiği “Duvarların Ötesi” filminde oynamıştır. Sanat hayatı boyunca sürekli kötü adam rollerinde oynamamıştır ve her türlü rolü başarı ile oynadığını ispatlamıştır. Bunlara ilk örnek olarak Akad filmi olan, “Ana”da Taş, bu kez


kötülükten kaçmıştır. 1967'de çekilen ve Türkan Şoray'la başrolü paylaştığı Ana filmi onun az rastlanan iyi adam tiplemeleri için gösterilecek ilginç bir örnektir. Bir başka örnek ise, 1992 yılında çekilen, Mehmet Tanrısever'in yönettiği “Sürgün” filmidir. Erol Taş, sinemada rol bulduğu bu son filminde, kurtuluş savaşını görmüş yaşamış eski bir çavuşu oynamıştır. Yaklaşık 600 filmde irili ufaklı çeşitli roller alan Erol Taş, oynadığı filmlerin altısında ise başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkmıştır: Mapushane Çeşmesi (1964 - Suphi Kaner), Kanlı Kale (1965 - Yavuz Yalınkılıç), Efenin İntikamı (1967 - Yavuz Yalınkılıç), Eşkiya Kanı/Hakimo (1968 - Yavuz Figenli), Konuşan Gözler (1965 - Hicri Akbaşlı), Katırcı Yani Efenin Definesi (1967 - Yavuz Yalınkılıç). Oynadığı roller sanatçımıza birçok ödül de kazandırmıştır. O zamanlar hilenin dönmediği, kimsenin kayrılmadığı zamanlarmış ve gerçekten büyük bir titizlikle belirlenir ona göre ödüller sahiplerini bulurmuş. Erol Taş da onlardan biridir. Ödüller semboliktir sanatçılara göre ama asıl ödül bu kadar filmi alnının akıyla ulaştırıp seyirciye sunarak güzel bir kitleye ulaşmasıdır. Neyse lafı çok uzattım. Erol Taş’ın gerçekten hak ederek aldığı ödüller: - 1965 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Duvarların Ötesi - 1968: Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, İnce Cumali - 1975: Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Diyet - İzmir Film Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Sahildeki Ceset - Turizm Bakanlığı, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Susuz Yaz - Meksika Accopulco Festivali, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü, Susuz Yaz Sanatçımız hayatı boyunca birçok başarılı yapıma imza atmıştır ve 8 Kasım 1998 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Erol Taş’ın rol aldığı filmler günümüzde hala kah ağlayarak, kah gülerek hatta büyüklerimizden o dönemleri dinleyerek aynı zamanda seyretmeye devam edilmektedir. Bizler bunları bilmeden ya da merak edip araştırmadan sevdik. Şimdi daha yakından tanıyoruz. Sevgimiz aynı şekilde devam edecek. Her gördüğümüzde bıkmadan seyredeceğiz. Bu samimi filmleri bizlere ödül olarak verdikleri için bütün büyük sanatçılara teşekkür ediyoruz. Saygılarla “Yeşilçam” sevenleri… Selin Sabcıoğlu [email protected]


“Serdal Genç” Röportajı Günümüzde oyuncuları sadece dizilerden takip ettiğimiz için onları oynadıkları karakter ile tanırız. Hatta o karakterlerin adıyla anarız. Pek çoğumuz sanat hayatlarında başka neler yaptıklarını araştırmıyoruz. Onlardan biri de Serdal Genç. Aslında ben de sizler gibi bu röportaj sayesinde tanıma şansına erişeceğim. - Öncelikle vaktinizi ayırıp sorularımızı yanıtlamayı kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Sizi yakından tanımak isteyen okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız? - 81 yılında Antakya’da doğdum ilk orta ve liseyi Antakya’da okudum 98’de Ankara’ya okumak için gittim 2001’de Levent Kırca Tiyatrosu’nda profesyonel oldum sonrasında diziler ve sinema filmleri art arda geldi. - Sizce on sene önceki diziler ile bu zamanlarda çekilen diziler arasındaki fark nedir? - Eskiden çekilen dizilerde de özensiz olan diziler vardı ama özensiz olanları değil güzel olanları hatırladığınız için ah ah nerede o eski diziler diyor herkes, ben aralarında hiçbir farkın olduğunu düşünmüyorum... Gerçi günümüzde politik görüşünden ya da muhalif tavrından dolayı iyi oyuncuların işsiz bırakıldığını dizilerin yayından kaldırıldığını saymazsak neredeyse aynı… - Hem tiyatro alanında hem de dizi sektöründe rol seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? - Uzun süredir tiyatro yapamıyorum zamandan dolayı her sene gelen teklifleri reddetmek zorunda kalıyorum (bu durumdan dolayı üzgünüm) ama ben dizi seçiyorum karakter değil, ekip işine çok inanırım zaten. Bu rolü oynamam şunu oynarım gibi bir durumum olmadığından, inandığım dizi senaryosuna ve ekibe evet demek daha sağlıklı oluyor...


- “Sadece birini seçeceksiniz” deseler hangisini seçerdiniz? Tiyatroyu mu, diziyi mi yoksa sinemayı mı seçerdiniz? Neden? - Sinemayı seçerdim... Ben bu işe karikatür çizerek başladım aslında. Ankara’da oyunculuk yaparken Antakya’da bir filmde çalışalım diye davet aldım. Yönetmen Semir Aslan Yürek tarafından sete ilk geldiğim, seti ilk gördüğüm günü hiç unutamam. İlk defa deniz görmüş bir çocuk gibi içim çekilmişti büyülü bir ortamdı. ( ben Antakya’lı olmama rağmen denizi çok sonra gördüm denizi ilk gördüğüm zamanda iç organlarım çekilmişti) Sinema filmi setini gördüğümde öyle olmuştum ve o zamana kadar tiyatro olan idealim sinemayla yer değiştirdi. Ben filmci olmayı seçtim. (sinemacı demek yerine filmci demeyi tercih ederim :) ) - En son “Adana İşi” isimli filmde rol aldınız. Filmin çekimleri sırasında yaşadığınız komik ya da ilginç bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız? - Adana işi filminde çok yakın arkadaşlarımla çalıştım, yönetmen oyuncular set çalışanlarının neredeyse tamamı uzun süredir görüştüğüm arkadaşlarımdı. Hatta yönetmeni, sanat yönetmeni ve başrol oyuncusu Melih Selçuk en yakın arkadaşlarım o yüzden her anı komik ve eğlenceli geçti :) Adana’da 30 yılın en soğuk kışında çalıştık ve nedendir bilmem sette bir tek ben hasta olmadım. Ama her gün hasta olan bir arkadaşımı hastaneye kaldırdım. Hastanede benim özel yatağım vardı, hasta olan oyuncu yanda serum yerken diğer yanda bana ayrılan odada uyuyordum :) - “Filmi ben yazsaydım şöyle bir sahne eklerdim ya da şu sahneyi yazmazdım” dediğiniz bir yer oldu mu? Oyuncu bakımından da cevaplayabilirsiniz. - Oldu tabi parasını senaryo yazarak kazanan bir yazar olarak bu soruya detaylı cevap vermek yanlış olur diye düşünüyorum :) - Bir diziye ya da filme başlamak mı, projeyi sürdürmek mi yoksa sonuçlandırmak mı daha zahmetli? Ya da hangisi insanı daha çok yoruyor? Neden? - Oyuncu olarak soruyorsanız sonlandırmak çok zor oluyor çünkü gerçekten aile gibi oluyorsunuz ve günün çoğu zamanı beraber geçirdiğin arkadaşlarından ayrılmak biraz zor oluyor... Sette o kadar zaman geçiriyoruz ki çok yakın arkadaşlıklar oluyor haliyle projenin bitmesi çok zor oluyor. - Siz bir senaryo yazmak isteseniz, türü ne olurdu? Oyuncular arasında kimlere rol verirdiniz? - Öyle bir tür veremem. En son bir romantik komedi yazdım, şimdi de bir dönem komedisi yazıyorum ama bekleyen projelerim arasında dram da ver psikolojik gerilim de... Kimlere rol verirdim bazen ben oyuncuya göre yazıyorum mesela romantik komediyi yazarken çok sevdiğim arkadaşım Özge Özpirinçci’yi düşünerek yazdım.


- Günümüzün modası sabit bir kemik kadro ile birçok film veya dizi çekmek… Sizce böyle bir kadro mu yoksa her projede farklı kadrolarla mı çalışmak oyuncuyu geliştirir? - Oyuncu her türlü gelişir yeter ki kafa yorsun ama böyle hep aynı kadrolarla çalışmak güzeldir keyifli oluyor en azından benim açımdan. - Bildiğiniz gibi edebiyat ağırlıklı bir dergiyiz. Kitaplığınızın bir köşesinde hayatınıza etki etmiş bir kitap var mı? Varsa sizin için önemli olan yönü neydi? - Biraz geniş bir cevap olacak ama okuduğum her romandan araştırmadan her kitaptan etkilendiğimi söyleyebilirim... Kitap ismi değil belki ama yazar ismi vermek isterim Yaşar Kemal ve Yaşar Kemal ve onun o güzel betimlemeleri hayatımda çok yer etmiştir... - Sizinle röportaj yapma şansını bana verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Umarım iyi bir şekilde ağırlayabilmişizdir. Önümüzdeki sayılarda sizi tekrar görmekten büyük mutluluk duyarız. Yeni projeleriniz nelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Ya da son olarak neler söylemek istersiniz? Buyurun son söz sizin… - Teşekkür ederim bende sizinle tanıştığıma çok sevindim... Son sözüm Yaşar Kemal’in bir sözü: “Deniz o kadar durgundu ki bir karınca bile su içebilirdi.” Güzel güneşli günlerdeki durgun denizlere... Selin Sabcıoğlu [email protected]


Tarihimizin en karanlık günlerinden aydınlığa çıkmaya çalıştığımız zorlu günlerde zekası, azmi ve cesareti ile milletimize bağımsızlığın onurunu yaşatmış, dünyanın saygı ile ayakta alkışladığı en büyük liderlerdendir o… Ölümünün 77. yılında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü en derin sevgi ve saygımızla anıyoruz.


Kalbim Gürz Misali sensizlik bir dakikalık Yusuf’un kuyusu bin yıl gibi içimde dinmez sorgusu. gözyaşlarımı tamamlayan şu yolculuksa umutlarla yıkanan zamanın kuytusunda saklı kalbim gürz gibi sevda dağına çarpar şimdi ellerinde gezinen kalp atışlarını anlat kendine sonsuzluğa salınan tozlu yolda dinle geceyi aşk geceye çarptığı zaman gün dönümünü hisset karıştıkça kalabalığa ıssız sokaklarda bekle bir kent kur düşlerinde suların maviliğinde gezinen çocuk utangaçlığında sev kirletilmiş caddelerde bırak nefretini ben kendimce kalbimi kanatırken gecenin bir yerine tutunarak tebessümü çekilmiş ağıtlar ortasında yontulmuş sayfaların koynunda solmuş bulutlar altında geceye sığınarak yutkunuyorum adını. Bilal Çakıl [email protected]


Yokluğun Bu benzetmeler de olmasa Neye yarardı sözlerim Az öncesi yokluğunla Hemen sonrası mecalsizliğim... Şu hüzün tortusu gözlerimden Süzülüp ürperiyor sesim! Kıvamlı bir sessizliğin gecesinde, Şimdi bekçisiyim üşümelerin... Sen orda suya donuk Benim yatağım buzdan soğuk Ben alışılmamış yankılarda Sen boşluğuma çarpan ebedi yokluk... Sibel Ayan [email protected]


Son Perde Sensizliğe alışmak ne acıdır şimdi… Yokluğunu unuttuğum bir günün sonunda kaybolduğum bir saatin yelkovanına takılıyor ayaklarım, zaman benden hızlı akıyor sevgili. Sensiz aldığım her nefeste günler geçiyor dışarıda. Gözümü her kapadığımda mevsimler değişiyor. Şimdilerde sonbahar varmış dışarıda. Ama benim için soluğundan öptüğüm bir sabahta kaldı zaman, ne yapsam ilerlemiyor. Söyle hangi yapraktasın şimdi, takvimler bilmiyor… Tenine dokunacak kadar yakın değilim sana, biliyorum. Bu gecelik de yazdıklarım örtü olsun omuzlarına. Ben anason kokan bir masanın buğulu manzarasında düşlerken geçmişi, sen gecenin bir vakti kimsesiz hikayelerin kimsesi olmakla meşgulsün. Aslında biliyorum ayak izinin nereye gittiğini, merak etme. Ama… Amayla başlayan bütün cümleler gibi, bu da çöp olacak şimdi. O yüzden boş verelim en iyisi. Hatta yelkovan geriye aksın yıllarca, akrep ne yapacağını şaşırsın. Takvimler yapraklarını toplasın çöpün dibinden. Düşen gözyaşları yuvasına dönsün. Senin için damlayan her mürekkep damlası rahat bıraksın kağıtları. Beraber ıslandığımız her yağmur damlası buhar olup geri dönsün. Güneş bir süre batıdan doğsun gerekirse… Eğer sonunda mutlu olacaksak, tek başınalık bile çekici gelebilir bir süre. Biliyorum… Yalnızlığı mutluluk olarak görmek, çaresizliği kabullenişin en büyük yansımasıdır aslında. Ve ben inadına mutsuzum bir tabure kenarında. Buğulu manzaramın başrolünde sen varsın yine. Aksak adımlarla terk ediyorsun sahnemi sevgili. Bu son oyundu, bu son perde. Açık unuttuğum bir pencere kenarında, hatıralarımız sırılsıklam oldu bu gece… İlker Ardıç [email protected]


Kullanıcı Adı: ilkerArdic Hikayeye Buradan Ulaşabilirsiniz.


Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Geppetto’dan içine kakofonilerin karışması engellenen bir çocuk korosunun erişim gücünü, doktor kontrolüne sunmadan hissedebilmekti tüm büyük harflerin amacı... kime söylense bu; o kişi, hızlı programda çalıştırıyordu düşlerini. sorumluluk değil bu, zorunluluk ise hiç değil... yalnızca alışkanlık olabilseydi belki küçülebilirdi harfler ve anlatmaya yetebilirdi bizleri... zamanı içinde taşıyanlarla sırtında taşıyanları izledim bir süre. sanki; pollyanna ile quasimodo bir savaştaydı. bu savaştan muzaffer çıkacak olan tek bir kahraman göremezken, tekrar tekrar dinliyorum: “sevgi çiçekleri”ni, “bir dünya bırakın”ı... nihayetinde görüyorum ki; her iki taraf da zebun... sütle ezilmiş ve süt dişler ile parçalanmayı beklerken bisküviler, esin değerini fısıldadı tüm büyük kulaklara. kim daha düşlüyse o, en güçlüdür! bilmiyorum; belki kelimelerin, biraz da aşınmaya ihtiyacı var. susmanın diz çökmüş hâli, dönüşebilsin isterim en çok... -bıkmadan usanmadandönüşsün ve kendine bir diz yarasında yer bulabilsin... Ayça İşbilen [email protected]


Ne Arayan Var Ne SOREN İşte insan, “işte insan”; Kulelerinde boşluğunun Haz doruğunu bulamıyor. Sonra bir hiç varsıyor, Sonra bir hiç yoksuyor. Hiç; bir yorgan olmalı ki soluğumu suladığı an kesilmek bilmiyor o soylu titreyiş. Ve “işte insan” çoğu kez Hiç’e kimselenemiyor. Onu yuva yapalım desek konamıyor bir dişi kuş. Bu benim bakış açım Ve bakı saçıyorum yaşama. Bu hem bir bekleyiş payıma düşen/not varsa. hem de külfetli bir kaçış, düzeneğin kusurunda İhtiyar sigaramın çivili ayakkabıdan, Yemlenilen kuşların hırçın tüfeklerden, İyesiz çocukların boynu yağlı müdürden, yılgın günebakanların, egoist bir kasırgadan, Ve suratsız gezegenlerin, yepyeni yarenlerinden Sonlanmaz kaçışı da kuşkusuz bundan. Ve “işte insan” böylece eşittir evren kucağına. Ansa eğer şu, paralelde denk düşüyor Manço’ya. Bense eğer bu, köprülerde cenk ediyor boyuna. Tinim halden anlamıyor, Organlarım enayi, Neyin nesidir etki Ve neyin nesidir tutku Bunu sormak şah kavuğu Ben sarayda kapı kulu. Nebi Eren Bayramoğlu [email protected]


Yolculuk Hadi tak kanatlarını uçuruyoruz bu gece! Gideceğimiz yer bizden çok da uzakta değil, hemen şurası... Neresi deme Gau! Görüyorsun işte! Hemen şurası, şu karanlık tepenin ardındaki karanlık tepe var ya, işte orası… “Senden de zaten bu beklenirdi.” dediğini duyuyorum. Ne bekliyordun Gau? Kendi karanlığım ve yalnızlığımdan öteye gidecek bir yerim mi var benim? Gerçekten ne bekliyorsun sen? Hadi tak kanatlarını uçacağız bu gece… Dağların ardından, koyu mavi gecenin altında süzülürken, duyuyorsun değil mi arka fonda çalan şarkıyı? Nasıl da hüzünlenmiş notalar. Bizim gidişimize mi üzülür oldular dersin? Sanmıyorum… Sanki bir şey fısıldıyorlar bize, bir şey anlatmak istiyorlar. Ne anlatmak istiyorlar dersin Gau? Yağmur siyah yağacak diyor sanki piyano. Olsun be Gau, varsın yağmur siyah yağsın… Hiç yağmur yağmamış bu topraklar bile muhtaç belki, bizim gibi, siyah da olsa yağmurlara. Belki bu umutsuz ve kayıp gecenin içinde tenimizi de siyaha boyama şansını vermiş olur bize, ne dersin? Haklısın Gau kanatlarımız da ıslanacak. Gökyüzünde de fazla süzülemeyeceğiz o zaman. Ne yapalım Gau, hemen şu siyah çimlerin süslediği sonsuz vadiye ineriz biz de… Gökyüzü de istemiyor sanırım bizi… Sahi gördün mü hiç gözyaşlarımı? Siyah mı akıyorlardı yoksa şeffaflar mıydı? Ben göremiyorum Gau. Tek gördüğüm şu gecenin siyah maviliğinde senin güldüğünde parlayan simsiyah dişlerin. Ne kadar da kusursuz ve güzeller. Yo, yoo utan diye demiyorum bunu. Gerçekten de çok güzeller, aynı parlayan simsiyah gözlerin gibi. Sanki içinde bir ışık taşıyormuşsun da dışarı taşmak istiyor gibi. Sahi içinde ışık mı taşıyorsun Gau? Kapat tüm gökyüzünün perdelerini, görmek istemiyorum yıldızları. Ben bir seni görmek istiyorum, bir de yıldızların bile kıskandığı parlayan gözlerini… Ne kadar da muhteşem, ne kadar da inanılmaz. İyi ki varsın Gau, iyi varsın… Sen de olmasan bu kapkaranlık toprak, bu kapkaranlık şehir bile paklamayacak beni… Hadi giyin çizmelerini yolculuğa çıkıyoruz Gau. Bak şu zift denizinde bekleyen bir sandal var. Belki bizi yalnızlığımıza götürür, belki de kaybolmuşluğumuzda kaybolmaya. Gel Gau’m gel… Kaybolacaksak da seninle kaybolmalı, yalnızlaşacaksak da seninle yalnızlaşmalı. Belki siyah bir martı konar yanımızda taşıdığımız ay parçasına, belki de bir balık takip eder izimizi. Gel Gau’m gel… Hazır kapatmışken gökyüzünün perdelerini, yokluğumuzda bir hiç olmaya devam edelim… Neslihan Şahin [email protected]


- Instagram: burakerdoan - - Burak Erdoğan -


- Instagram: burakerdoan - - Burak Erdoğan -


“Hilmi Bulunmaz” Röportajı Bu ay değerli tiyatro sanatçılarımızdan Hilmi Bulunmaz konuğumuz. Ömrünü sanata adamış büyüklerimizi dergimizde ağırlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz ve çok teşekkür ediyoruz. - Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Özgeçmişinizi okurken kuyumculukla uğraştığınızı öğrendim. Kuyumculuk yaparken, tiyatroya geçiş serüveniniz nasıl oldu? - Ben, söylediğim sözleri hiç çarpıtmayan herkesle, konuşmayı alışkanlık hâline getiren biri olduğum için sizin gibi "iyi niyetli" bir röportaj yapma isteği içindeki kişilerin tekliflerini geri çevirmeye asla kıyamam! Benim sesimi duyurma gereksinimi duyduğunuz için, ben size teşekkür ederim. Elli yıldır kuyumculuk mesleğinin içerisindeyim. Kırk üç yıldır da tiyatro sanatıyla uğraşıyorum. Kuyumculukla tiyatroculuğun birbirinden fazla uzakta durduğunu düşünmüyorum... Kuyumculuk mesleği olsun, tiyatro sanatı olsun, ince düşünüp, kılı kırka yararak çalışmayı zorunlu kılıyor... En genel olarak hayatı ve özel olarak sanatı sevdiğim için kuyumculuğun verdiği ince düşünme biçiminin katkısıyla, tiyatro sanatını aynı incelikle sürdürüyorum... "Kuyumculuk yaparken tiyatroya geçiş serüveni" sözü yerine, şunu söylememiz daha doğru olur kanısındayım: Kuyumculuğun ekonomik katkısının verdiği rahatlıkla, tiyatro sanatını özgür yapacak bir bağlam oluşturdum ve her iki işi de aynı ânda sürdürebilme "yeteneğine sahibim". Kuyumculuk mesleğiyle tiyatro sanatını hep birlikte yürüttüm.


- Arkadaşınız Turan Reis ile birlikle "Astronotlar" adında bir grup kurmuşsunuz. Bize hikâyesini anlatır mısınız? - Turan Reis, hem emekçi hem de "sanat emekçisi" biriydi ama benim gibi sosyalist sanatçı değildi... Ben "düşünceye önem veren biri" olmama karşın, Turan Reis'in dürüst insancıllığından etkilenerek, onunla birlikte o zamanlar "moda" olan komedyenlik yaptık... Birçok düğün salonunda, gazinoda, tavernada sahne alıp, değişik yöntemlerle komedyenlik işimizi kitlesel hâle getirdik. Biz, askerden dönüşte, ayrılığın da verdiği düşünce payıyla, düşünsel olarak ayrı düştüğümüz için, ben tiyatro sanatına daha çok emek harcamaya, Turan Reis ise "komiklik" yapmaya devam etti. Arkadaşlığımız hâlâ sürmesine karşın, Turan Reis'in münevver bir kişilik oluşturma gayreti bulunmaması ve toplumsal konulara duyarsız kalması sonucunda arkadaşlığın ötesinde sanatsal bir bağlantımız asla kalmadı... - 1974 yılında Bayrampaşa'da arkadaşlarınız ile birlikte Bayrampaşa Gençlik Sahnesi'ni kurmuşsunuz. O zamanlardaki ve günümüzdeki sahne alışkanlıkları arasında ne gibi farklılıklar, gelişim ya da değişim olarak neler var? - Bugün tiyatro sanatını yapabiliyorsam, yaptığım bu sanatsal eylemliliği bir zamana, bir mekâna, bir zuhûra borçluyum. Ben, gençlik zamanımda bana mekân olan; Bayrampaşa'daki zuhûr, bugünkü dünya görüşümü de belirledi. Gelişen çağcıl işçi sınıfı bireyleriyle birlikte toplumsal savaşıma katıldığım Bayrampaşa, benim estetik cennetimdir... Bayrampaşa'ya çok şey borçluyum! Beni adam eden en önemli yerlerin başında, Bayrampaşa gelir... Bizim zamanımızda, bizim mekânımızda ve bizim zuhûrumuzda ilginç bir örgütlülük anlayışı ve "kolektif bilinç" oluşumu vardı! Ne iyi ki, 12 Eylül 1980 öncesindeki "gençlik devinimi" sayesinde birçok "sanatsal etkinlik" yapıldığı gibi, biz de "Bayrampaşa Gençlik Sahnesi"ni kurarak, tiyatro oyunları oynuyorduk. O zamanki koşullar bizi sanatçı yapmıştı! - Tiyatro sanatı ile kuyumculuk mesleği arasında bir bağ kuracak olursanız, nasıl bir bağ kurarsınız? Sonuçta her iki meslek dalı da iyi ve kusursuz işçilik istiyor. Siz ne dersiniz bu konuda? - İlk soruda da belirttiğim gibi kuyumculuk mesleği de, tiyatro sanatı da müthiş dikkat etme uğraşı gerektiriyor... Nasıl ki, altın işlemeciliği çırağı kalfa, kalfayı usta, ustayı atölye sahibi yapıyorsa, tiyatro sanatı oyuncuyu yönetmen, yönetmeni yazar, yazarı tiyatro sahibi yapar. Eğer siz, emekçi halkı, sosyal devleti, tüyü bitmemiş yetimi seviyorsanız, bu saydıklarıma kendinizi borçlu hissedersiniz ve eylemliliğinizi hiçbir güç engelleyemez! - Hepimizin büyük hayranlık ile seyrettiği ve takip ettiği sanatçılarla çalışmışsınız. Çalıştığınız sanatçılar arasında "Şu sanatçı ile yaşadığım anıyı asla unutamam, hayatımda yeri ayrıdır." dediğiniz bir anınız mutlaka olmuştur. Bizimle paylaşır mısınız?


- Anım olduğunu söyleyemem. Ama Beklan Algan'la yaptığım çalışmanın her ânının birer anısı olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca Ayla Algan, Erol Keskin, Haluk Şevket Ataseven, Macit Koper, Taner Barlas vb. insanların adlarını anmamda yarar var... Beklan Algan'la ideolojik ve siyasal olarak anlaşmakta zorlanmış olsam da, Algan'ın tiyatro etiğinden esinlendiğimi belirtmeliyim... Estetik duyarlılıklarımız birbirine yakın olmasına karşın Beklan Algan, Shakespeare'e uzak değilken ben, kilometrelerce uzaktım ve hâlâ öyleyim... Bu konuda çok geniş bir söyleme sahip olmama karşın, röportajın omurgasını buraya kaydırmak istemiyorum... Ancak başka bir röportajda bu konuda geniş bir değerlendirme yapabilirim. Yararlı olur... - Bu kadar yeteneğiniz arasında kitap yazarlığı da var. Yeni kitap çalışmanız var mı ya da böyle bir düşünceniz? - Her zaman için kitap oluşturmayı düşünüyorum ama 1101 kişinin bana karşı düzenlemiş olduğu "LİNÇ KAMPANYASI" sürecine ve o sürecin oluşturduğu dâvâlara iyi yoğunlaştığım için, kitap hazırlayacak durumda değilim. Zâten bir yayınevim ve bir de tiyatro dergim var. Ancak birazcık kendimi toparladığım ân, yayıncılığı yeniden coşkulu hâle getireceğim. - Kitap yazarken ya da tiyatro oyununda yer alırken konu seçimlerinizi nelere göre seçiyorsunuz? - Ben, sosyalist bir sanatçı olduğum için, seçimlerimi emekçi halk, sosyal devlet, tüyü bitmemiş yetim yararına yapıyorum. Ancak, Nisan 2009'dan beri beni "LİNÇ" etmek için bir araya gelen kişilerle "ENTELEKTÜEL VE HUKUKSAL LİNÇ KAMPANYASI" süreci kavgası yaşadığımdan sanatsal etkinliklerim "yok" denecek düzeye indi. Pek yakında başlıyor! - Hayatınızda yönettiğiniz oyunlar arasında ilk beş belirleyin desek, bu listeye hangileri girer? - Nâzım Hikmet'in "İnek", Aziz Nesin'in "Sen Gara Değilsin", Hüseyin Hilmi Bulunmaz'ın "Düş", Melih Cevdet Anday'ın "Mikado'nun Çöpleri", Bertolt Brecht'in "Carrar Ana'nın Silahları" ilk beşe giren oyunlarımdır. - Birçok kuruluşta yer almışsınız. Bu kuruluşların arasında bugün faaliyetini sürdüren var mı? Bunlar hangileri? Faaliyete devam edenlerle ilgili kısa kısa bilgi de verebilirsiniz? - İnanınız, benim kurduğum tiyatroların benden sonra da yürüdüklerine asla tanık olmadım... Ben, 1 Mayıs 1989'da Bulunmaz Tiyatro'yu kurdum ve o günden bu yana, tüm engellemelere karşın üretmeyi sürdürüyoruz... - Peki yönettiğiniz oyunlar arasında sinemaya uyarlamayı düşündüğünüz ya da bu tarz teklifler geliyor mu? - Gelmiyor... Gelmez... Gelse de, asla sıcak bakmam... Ben, kendi içimde bir evren oluşturup, o evrende kendince sanat yapan birisiyim. Burjuva sanatıyla uzlaşmam olanaksız. Zâten sahibi olduğum bir sanat kuruluşu olduğuna göre, başka bir yerde sanat yapmam pek de doğru, iyi olmaz... - Kültür Çıkmazı Dergisi ailesi ve okuyucuları adına vakit ayırıp sorularımızı


yanıtladığınız için teşekkür ediyor ve saygılarımızı sunuyoruz. Sonraki sayılarımızdan birinde sizi tekrar ağırlamaktan büyük bir mutluluk ve gurur duyarız. Son olarak ilerideki zamanlarda veya şimdilerde olan projeleriniz ile ilgili bizlere bilgi verir misiniz? Buyurun son söz sizin… - Öncelikle sürmekte olan davalarımı bitirme gayreti içerisindeyim ve bununla birlikte Shakespeare ile hesaplaşmak istiyorum... Shakespeare, duygu yoksunu bir deli, ç/alıntı oyunlar sahneleyen koyu bir dolandırıcı olmakla birlikte "günümüz perspektifi" ile bakıldığında "emperyalizmin zehrini taşıyan" biri... Shakespeare ile hesaplaşmayı yoğunlaştıracağım. Başta şiir ve tiyatro sanatı olmak üzere yapıtlar üretmeyi sürdüreceğim... Selin Sabcıoğlu [email protected]


Yeşil Hırkalı Sarı Şapkalı Susamlar Donu düşük çocukların mahallesini hiç görmesem de o şehirde, Kızılay'ın arka sokaklarını gördüm... Bir yağmur sonrası yırtık bir fotoğrafın zihinde tamamlanan kısmı gibi hayali görüntülerle yürüdü o şehir hep ardımdan... Geçmişin hesap pusulasının toplamında çıkan ise geçmişin katmerli karekökünden başkası olmadı... Adımlarım deliliğin çınlaması gibi hep boş bakar oldu geçmişe. Geçmişe meftunuz; çünkü orada arayıp da bulamadığımız zaman yitimi vardır... Geçmiş zamanın kadınlığı, gelip geçen zaman erilliğine hep boyun eğse de koparılmak istenen sigaranın zararlarına sığınamayacağım bu akşam. Dumanlı hava sahası ihtiyacımsa dumanı içime kadar çekmem en doğaüstü hakkım. Zaptım. Kaydım. Yer değiştiren gölgelerin yansıması rüyalarımda... "Kuyuya bakarsan kuyu da sana bakar" sözlerini şimdi bir peçeteye yazsam da kafamdan silemem... Erken ölümlerin ardından hep kendi içime dönerken, borçlarıma yetmeyen realitem gölgesiz uçurumum olur... Olsun demek de zor artık... Buradan bakınca dünyanın dibini görmek, yosunlarını yemekle eş değer midir bilemem! Sokağın güler yüzlü insanları kitaba sığındığım anları kalabalıklaştırmaya çalışsa da sensiz yarım olduğumu bilirim... Satırları okurken dipnotlarda sen olmamalısın! Dönüp bakmam gerek o anlarda dünyaya -aşağılara- ... Yalnız kaldık... Yolun sonunda olduğumu bilsem de yine savunmasız bir piyade eriyim. Savaşta ilk ölenlerden hani...


Mavi panjurlu pencerelerim olmadı benim hiçbir zaman, ama camlarından şehri izleyebildiğim bir çatı katım oldu... Hayallerim, gerçeklerimin adım öncüsü iken, bedenim ruhumun azabı olmaktan kurtulamadı, kirletilmiş zaman bölünmüşlüğünde... (Beni seversin -değil mi?- beni sevmelisin ki ben unutmam bunu.) Ezan sesine karışan musiki kirli değil, aktır! Nietzsche ağladığında Tanpınar'ın kahkaha attığı zamanlar olduğu gibi dokunduğum en sıcak ekim akşamı da sen olmuş olabilirsin... Aradığım bulunmayan -yanlış- arayıp da bulduğum bir kadın varlığında hüküm sürerken kıvrak ruhumun yosunlu dalgaları beyazsız ve köpüksüzdür! Kızıl saçları sarılaştırırsan erkenden beyazlaşmış orta yaş belirtisini de taşırsın hırka ceplerinde... Asla dün olmayan yarın peşindeki avcı, av olmuşken yokluk ayna akislerindeki varlığa bürünmüştür çoktan... Denizin tuzlu suyunda eriyen nehrin tatlı suları bir çınar altındaki çay bahçesinde demlenebilir… Benim yeniden okunmuş satırlara alınmam gerek desem, bilirim ki kınarsınız. Kınamak! Kına yakılan parmakların masumluğunun öldürücü darbesindeki sarı şala gizlenmiş kırmızı bir çiçektir... Ve bir kere yaşamak kaçarsa iliklere durdurulamaz heyelan başlamıştır parmaklarda. Saatler mi yeter sanırsın, sadece buna aldanırsın! Şöyle ki pulbiberli kimyon değil, pulbiber ve kimyondur insansılık kimlik! Ve şu da bir gerçektir ki; yaşanınca tükenir, bilirsiniz! Şimdilerde gemiler salındı okyanuslara... Ve yüreğim gemilere yük, gemiler okyanuslara... Ve artık üşüsem de ellerin var! Yüklü eller üşümeli, üşüyen eller yüklenilmeli... Serap Bozkurt [email protected]


Yolcu Otobüs mü hızlı gidiyor Dünyanın mı acelesi var Yol kenarlarına çizik çektim ağlayan çocukla. Turuncu seven bir kadına ilişti gözlerim Merhaba dedim, dalgındı belli. Saatin onları gösterdiği zifiri bir holdüm horultulu. Sızıntı yapan bir ışıktı gecenin süsü Göz göze geldik Robinson Crusoe'la Anlamadım bile ne oluyordu Bir şeyler yazılmalı böyle bir anda. Bir şair hayatı boyamalı sıcağı sıcağına. Sevdalanmalı da Bir çocuk büyütmeli mesela. Ya da oturmalı bir merdiven başına Gülleri sulamalı komşu çocuklarıyla Bir şair geceyi suya boyadı hızla Didem Onmuş [email protected]


Derin Pişmanlık Onca zaman sonra sesini duymak bile yetti bana. Seni nasıl özlediğimi bir bilsen keşke. Sadece sesini duymanın bile yüzümü güldürdüğünü, beni uzun zaman sonra heyecanlandırdığını bir bilsen… Senin için hiçbir önemi olmadığını biliyorum ama ben hala seni seviyorum. Sesini duydukça depreşti anılarım, sana olan özlemim arttı. Seninle saatlerce sessiz sessiz oturduğumuz geldi aklıma. Seninle sessizce oturmak bile keyifliydi be çocuk. Gözlerimi senden alamaz sadece seninle ilgili hayaller kurardım. Ne zaman bitti o günler? nasıl hızlı geçti zaman? Bilmiyorum... Tek bildiğim onca geçen zamana rağmen ilk günkü gibi istiyorum seni. Biliyorum imkansız ama hala seninle ilgili hayaller kuruyorum ben. Cam kenarında otururken otobüste, senli hayaller kuruyorum. Bisiklete binerken seninle ilgili hayaller, anılarımızın olduğu sokaklarda dolaşırken senli düşler kuruyorum. Çok çaresizim aslında, yüzüne bakıp bir yabancıymış gibi davranmak çok zor. Aslında sımsıkı sarılmak isteyip de, kafamı aşağı eğip yanından geçip gitmek çok zor. Keşke bana biraz daha uzak olsaydın da görmeseydim seni. Görmesem belki acım hafiflerdi biraz. Derler ya ‘’gözden ırak olan gönülden de ırak olur’’ diye. Belki unuturdum seni ama böyle inan çok zor. Anıları hafızamdan silmek, yüzünü, sesini unutmak, hayatında olup biten her şeyden haberdar olmak çok zor. Onca zaman sonra sesini duymak yetti bana. İçimi huzur kapladı. Ne yapacağımı şaşırdım. Gülüşün, o gülüşü tekrar gördüm ya uzun zaman sonra dünyalar benim oldu. Sanki bana bir şeyler anlatıyormuşsun da gülüyormuşuz gibiydi. Seni sevmek ben de çok büyük hasar bıraktı çocuk. Eskisi gibi şen kahkahalar atamıyorum artık. Anılarımı insanlarla paylaşamıyorum. Kimsenin omzuna kafamı koyamadım senden sonra, kimse senin kadar kalbimi sızlatmadı. Kimse için bu kadar gözyaşı dökmedim ben. Biliyor musun çocuk öyle bir keşkesin ki içimde dışarı vurmak istiyorum ama vuramıyorum. Bağıramıyorum dışarıya yanlış anlarlar diye. Zaten bu yüzden de kaybetmedim mi seni? Keşke yanlış anlasalardı beni. Seviyorum diyebilseydim. Keşke senli konularda ürkek olmasaydım. Şimdi o kadar pişmanım ki keşkelerimle… Biliyorum artık çok geç. Tamamen kaybettim seni yüz yüze bile bakmıyorken neyin umudunu taşıyordum ki içimde. Senden bir isteğim var ama çocuk. Her şeyini aldın benden sesini bırak olur mu? Benan Şahindoğan [email protected]


Mektup Ritüeli Beşinci Mektup: Nur’lu Düşler Bilir misin Meliha? Senden uzaklarda çok öldüm kendi kendime. Çok gömdüm içime kendi içimi. Ancak bahçelerimde hiçbir vakit tek tutam huzur yeşermedi. İçimde sadece cehennem çiçekleri... Benim hayatımda tüm eller, avuçlarına kadardır. Yağmur hiç yağmayan, yıldızlar gökyüzünün sönmüş ampulleri, Ay tutulamayandır. Seninle beraber içemediğimizi hatırladıkça, şu çay da kopmaz bir gemici düğümüyle zehirlenir boğazımda. Daha az önce kendisini andığımız Ay, kendi öğlenine doğru yaklaşırken, gece gece kalkıp mezarlığa giderim. Kadim dostlarım olan kargalar sorar: ''Bu vakitte hayrolsun?'' Peşinden başlarız işte kendi dünyalarımızın tüm meselelerini konuşmaya. Sende başlar, sende biteriz. Artık mezarlık taşları da biliyor seni. İnanır mısın, onlarda seni diliyor. Yine benim adıma tabi... Bense adımı ruhuna bağışlıyorum. Adımı sürekli ruhuna okumak, kalbimin en içten ve kutsal ritüelidir. Adım sende kalsın. Ben rüya yazarı diye de bilinirim. Gözlerin her ne kadar ışıl ışıl da olsa içlerinde karanlık azabı var. Yani bu gecelere ve karanlığa senden alışığım zaten. Korkmak bir yana, kendimi evimde gibi hissediyorum bu saygın mezarlıkların huzurunda. Zaten baktığım her taşında benim ismim yazılı. Bu konağın beyi olmalıyım. Adını avarelik koyduğum bir gezintiyle, geceye sokak aralarında devam ederim sonra. Durumum öyledir ki, bu şehrin tüm sokak lambalarını ezbere bilirim. Hatta birçoğunun isimlerini bile ben okudum kulaklarına. Kimileri benim, kimileriyse senin isminde. Senin ismine sahip lambaların ışığı yoktur. Onlar isimlerine binaen ''NUR'' saçıyor.


Seni düşünmek, bir dizi krizler geçirmeme sebep oluyor. Önce kendimi solluyorum kendimden. Ruhuma bir buz devri iniveriyor, gökten kaskatı bir üşümeyle birlikte. Üzerimdeyse yalnızca çıplaklığım giyili. Kirpiklerime kadar kırağılaşıyorum canlı cansız. Şüphesiz sen çağını bekliyorum. Kalp sistemime ısı ve hayat verebilecek yegane kişisin. Bir kereliğine Fatih sen olsan da bana kendi çağının kapılarını aralasan. Gerçi beni hiç kabullenmesen ne olur? Senden başka birini sevecek değilim ya. Sevgi hususunda, senden öte var olmuş herkesi yalanlıyorum! Bilir misin Meliha? Mezarlıklar, lambalar, ve hatta kargalar dahil herkes, hiç evlenmeyeceğime dair ettiğim bu yeminimden ötürü beni yadırgıyor. Oysa bilmiyorlar ki ben zaten düşlerimle evliyim. Düşlerim benimle evlenmese ne olur? Fatih Albayrak [email protected]


Gökbilimin Gerekliliği ve Getirdikleri Bir gün, daha önce hiç dışarıya çıkmadığınız evinizin penceresinden baktığınızda farklı farklı, evinize benzer başka evler görüyorsunuz. Araştırdıkça sizin sokağınız gibi pek çok sokaklar, sokaklarda kurulu evler bulunduğunu fark ediyorsunuz. Her şeyin evinizden ibaret olmadığını öğreniyorsunuz. Semtler, ilçeler, iller ve ülkeler… Ne yapardınız? Pencereyi kapatıp evinizde yaşamaya devam mı ederdiniz yoksa dışarıya çıkıp yeni yerleri mi keşfederdiniz? Astronomiyle ilgilenmeyi de biraz da bu duruma benzetiyorum. Koca bir gezegene rağmen bir ömrü küçücük birkaç odalı evde geçirmekle gökyüzüne bakıp yolumuza devam etmek arasında bir fark yoktur. İşin daha ilginç yanı evimizin gezegende kapladığı yer dünyanın evrende kapladığına nazaran çok daha fazladır. İlk insan, gördükleri üzerine düşünen ilk canlı, gece gökyüzüne baktığında önce hayran olmuş sonra da soru sormuş olsa gerek. Çoğumuz şehir merkezlerindeki yapay ışık kirliliğinden dolayı binlerce gök cisminin inanılmaz güzellikte görüntüsünü göremiyoruz. Yıldızları, kayan göktaşlarını, gezegenleri ve çok daha fazlasını kaçırıyoruz. Atalarımız her gece gökyüzüne bakmış ve sürekli değişen gökyüzüne o kadar çok şey atfetmişlerdir ki. Korkmuşlar, hayran kalmışlar ve tanrılaştırmışlar. Ve elbette merak etmişler. Sorduğumuz sorular bizi sistematik çalışmaya yöneltti. Keşfettikçe sorularımız büyüdü ve çoğaldı, hayallerimiz, çalışmalarımız daha öteye uzanmaya başladı. Jules Verne ile Ay’a seyahati hayal ettik, şimdilerde milyarlarca kilometre öteye uzay araçları gönderiyoruz. Kuyruklu yıldıza uzay aracı indirmek, Plüton’a kadar gitmek, uzaya seslerimizi, müziklerimizi göndermek bizim anlama ve anlatma çabamızdan ötürü geliyor. Carl Sagan şöyle der; İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum. Bu isteğin peşinde koşarken çok değerli bir şeyleri fark ettik. Bugün halen evrende yalnız mıyız sorusuna, muhtemelen yalnız değiliz cevabıyla yetiniyoruz. Ama emin olduğumuz bir şeyler var, o da evrenin merkezinde değiliz. Özel bir konumumuz yok ve gezegenler, yıldızlar etrafımızda dönmüyorlar. Sıradan bir galaksinin içerisinde, çok da ön planda olmayan sıradan tipik yıldızın çevresinde dolanan sırada bir gezegeniz. Canlılığın olduğunu bildiğimiz tek yer bizim gezegen olsa da dışarıdan bakıldığında fark edilmeyecek kadar sıradanız. 1969 Temmuz’unda ABD’li astronot Neil Armstrong Ay’a ayak bastığında gökyüzünde onu en çok büyüleyen görüntü masmavi görünen gezegenimiz olsa da ‘’Parmağımı kaldırdığımda Dünya gezegenini kapatabiliyordum.’’ demesi henüz 384 bin kilometre gitmişken ne kadar küçüldüğümüzü de gösteriyor. İlerledikçe küçülüp, bayağılaşıyoruz. Carl Sagan’ın ‘’Soluk Mavi Nokta’’ ismiyle yorumladığı yukarıdaki görüntü 6,4 milyar kilometre öteden Voyager-1 sondası tarafından çekildi. Altı milyar küsur kilometre evren


boyutunda önemsiz bir uzaklık… Yazının başındaki benzetmeye göre konuşursak bu uzaklık evin yan odası kadar yakın koskocaman gezegende. Ve bu küçük mavimsi noktacık bu resimde 1 pikselden daha küçük. Bir adım ötede bu denli önemsizleşmemiz, bir o kadar değerli bir öğüttür. Bu öğreti, bilimin sunduğu bu farkındalık, durmadan edindiğimiz, yenileyip üzerine eklediğimiz bilimsel, sayısal bilgilerden daha önemli. Bilimin alışveriş yapmaktan, dizi ve filmlerden çok daha önemli, çok daha gerekli olduğuna inanıyorum. Gökyüzünü seyretmek, gezegenimize uzaktan bakmak yaşamınızı zenginleştirerek bakış açınızı güçlendirecektir. Gökyüzünde neler olduğu mağazadaki indirim etiketinden ve filmdeki başrolden daha önemlidir. Hepimiz yıldızların sıcaklık değerlerini öğrenmek zorunda değiliz, ya da Plüton’un yarıçapını bilmesek de olur. Ama 6 milyar kilometre ötedeki halimizi görmeliyiz. Astronomik çalışmalar egomuzu okşuyor. Sarsıcı ama bir o kadar da düşündürücü bu gerçeklikle çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Bilim evrenseldir… Herkese, her düşünceye ve her kesime hitap eder. Farklılıklara saygı duyan, ortak zenginlikleri ön plana çıkaran nesiller için bilimin bu yönüne odaklanmalıyız. Ülkece her gün başka bir üzücü olayla uyandığımız bu karanlık günler farklı olduklarımızla birlikte dışarıdan ne kadar da bayağı göründüğümüzü kavradığımızda geride kalacak. Uzaktan bakınca sınırlar, renkler, düşünceler ayırt edilmiyor. Pencerenizi açıp sokağa… Pardon, gökyüzüne baktığınızda bu duygu ve düşüncelerle bakmanız dileğiyle. Gökyüzünüz açık olsun. Halil Bağış [email protected]


“Alcest” Bu sayımızda insanın iç dünyasını kaosa çevirecek tarzda şarkılar yapan Alcest’i tanıyalım. Bir dönem Empyrium’da yer almış olan Neige (Stéphane Paut) tarafından 2000 yılında Fransa'nın Bagnols-sur-Cèze komününde hayata geçirilen bir solo projedir. Çok geçmeden ritim/akustik gitar ve davulda Neige; basgitarda Argoth ve solo gitarda Aegnor (Günümüzde La sale Famine de Valfunde olarak bilinir) yer alarak 3 kişiden oluşan black metal grubuna dönüştü. Alcest, 2001 yılında Famine’in ana riffini yazdığı “La Forêt de Cristal “ adlı şarkının da yer aldığı 4 track'den oluşan "Tristesse Hivernale" adlı demoyu piyasaya sürdü. Demonun yayınlanmasından kısa süre sonra Famine ve Argoth gruptan ayrıldı ve grup yeniden Neige'in yön verdiği solo proje haline döndü. Bu ayrılıkların ardından Alcest'in tarzında büyük değişmeler yaşandı. Grubun tarzı black metalden shoegazing tarzına adım attı ve 2005 Mayıs’ında piyasaya sürülen “Le Secret” adlı EP buna örnek gösterebilir. 2007 Ağustos’unda yayınlanan ilk tam stüdyo albümü olan “Souvenirs d'un autre monde” My Bloody Valentine ve Jesu gibi grupların tarzlarıyla kıyaslandı. Fakat onların çalışmalarından daha çok ilgi çekti. Daha sonra Fransız black metal grubu Angmar'ın da eşlik ettiği "Tristesse Hivernale" Northern Silence Productions tarafından "Aux Funérailles du Monde.../Tristesse Hivernale" ismiyle yeniden piyasaya sürüldü. 2010 yılında yayınlanan “Écailles de Lune” grubun asıl çıkışını yaptığı albümü oldu. Bu albüm itibariyle, Neige scream vokali tekrar kullanmaya başladı. 2013 Aralık'ında yeni albümü “Shelter” piyasaya sürüldü.


Stüdyo albümleri Souvenirs d'un autre monde (2007) Écailles de Lune (2010) Les voyages de l'âme (2012) Shelter (2013) EP'ler Le Secret (2005) Le Secret (Reissue) (2011) Ortak kayıtlar Aux Funérailles du Monde.../Tristesse Hivernale (Angmar ile) (2007) Alcest / Les Discrets (2009) Demolar Tristesse Hivernale (2001) Özge Özgüner [email protected]


İdamlık Düşler Bir martı değilim ben, ada vapurunda uçuşan; Dalgalara göğüs gerip, binlerce insan taşıyamam. Benim kanatlarım ve dümenim yok... Yakaladığım simitleri yemek için, konacağım bir gemi, Taşıdığım yolcuları bırakmak için, yanaşacağım bir liman, Kafama estiğinde özgürce uçmamı sağlayacak kanatlarım, Dalgalar sertleşince, tam yol ileri gidebilecek bir gövdem yok... İdamlık düşlerim, günahkâr gülüşlerim ve müebbet bir ruhum var! Ruhumun esaretiyle çarpışıp duran bir bedenim, Her tebessümün ardında, sel olup akan hüzünlerim, Daha uykuya varmadan, tükenip giden düşlerim var... Benim hayallerim ve umutlarım yok! Bir küçük kız değilim ben, bebeğiyle oynayan, Zamanı yensem bile, canlanıp insan olamam... Neslihan Şahin [email protected]


Bu Dünyada Şiir benim halimi sormaz Ama halimden anlar. Şiir arkamdan gelen gölge değil, Yanımdaki yoldaşım. Şiir, ne ben uzun yazmazsam dargın Ne de ben çok yazarsam bıkkın. Şiir, ben doğmadan önce Gelecekteki dostumdu, Ben gittikten sonra da Geçmişteki dostum. Aslında o benim ebedi dostum. Yolu ne zaman buralara düşerse, Defterim her zaman ona açık. Yalnızlığımın yolu ne zaman oralara düşerse, Bilirim ki, mısraları her zaman bana açık. İyi ki yazabiliyorum, iyi-kötü İyi ki bana yazdırıyorsun, uzun-kısa. Selin Sabcıoğlu [email protected]


Sevda Semenderi Aşklar kanat çırpınca mısralar ayaklandı Alnımın yazısının gizine yazdım seni Cennetinden içtiğim şiirler yasaklandı Sevda semenderinin közüne yazdım seni Resmini kaderime, ufuklarıma çizdim Bilinmezin gizini gizemlerini çözdüm Şiir ipliklerine pembe sözcükler dizdim Sevda semenderinin izine yazdım seni Harflerim depreşir de hecelere sarılır Sevda yumağı gibi semalarda örülür Ve kırılır kalemler, kâğıtlara darılır Sevda semenderinin nazına yazdım seni Sensiz bir ham meyveydim, senin aşkınla piştim Dolunca duygu tasım, kendi kabımdan taştım Dizeler arasında ahenk peşinden koştum Sevda semenderinin sazına yazdım seni Efsanesini yazdın billur şehirlerimin Akan suyu sen oldun nurdan nehirlerimin Semalara el açan, dua şiirlerimin Sevda semenderinin özüne yazdım seni Birkan Akyüz [email protected] “İçime Gül Damladı” kitabından.


Yaşamak Belki De… Unutulan kişi olmaktan sıkılıyor bir süre sonra insan. Suratına bakan insanların kim olduğunu bilmemesinden sıkılıyor. Kalabalık içinde yalnızlığı yaşıyor çünkü. Kendi onların isimlerini unutmazken karşısında “aa sen de mi vardın” ya da “bu da kimdi ya” demese de öyle bakması usandırıyor zamanla. Sonra sen de kendini yok saymaya başlıyorsun hatta yok oluyorsun. Gülüşün siliniyor kalbinden. Yüzünde sahte bir gülüş kalıyor ve sen onu bile istemeden sadece alışkanlık olduğu için yapmaya başlıyorsun. Sorulan her n'aber sorusuna sahte bir “iyi” ile cevap veriyorsun. Susuyorsun. Susmak değil bağırmak istesen de susmak zorunda kalıyorsun. Ve derinleşiyor yalnızlık. İçine işleyip tek dayanağın tek sırdaşın oluyor. Ek olarak bir gülüş kalıyor suratında artık kendinin bile inanmak zorunda olduğu o gülüş. Odana kapanıp tek başına kaldığında düşünmeye başlıyorsun. İstemeden akarken gözyaşın canını yaka yaka, düşüncelerde akıyor aklından. Süzülüp bir araya geliyorlar dudaklarında. Söylemek isteyip susuyorsun. Neden diyorsun sürekli, kendine bakıp “neden”. En sessiz zamanlarında belki de yaşadığın yerin beynin kafatasında durmak istemiyormuş gibi davranıyor. Düşüncelerle savaşıyor. Bir yer bulup bağırmak istiyorsun ya da onun gibi bir şey. Ama elinden gelmiyor. Elinden gelen tek şey yalnızlığa boyun eğip seninle kalmasını sağlamak. Ve ardından yüzüne yapışan o gülüşe bütün kalbinle inanıp kendini kandırmaya devam edeceksin. Ve başka bir gün daha geliyor. Tekrar yaşıyorsun güçsüz düşerek. Her defasında kendinden bir parçayı kaybederek. Sonunda bunları yaşayan sen olmuyorsun. Başkası geçiyor yerine. Hissizleşiyorsun hayata ve insanlara karşı. Ama yaşıyorsun… Çağla Aydın Misafir Yazarımız


Gidiyorum Bu Sabah Gidiyorum bu sabah, Sevdamı, ayrılığın iki dudağı arasından çıkacak Birkaç kelama kurban ederek. Gidiyorum bu sabah, Sevdiğim başka tenlerde yeni tebessümler doğururken Yeni acılar biriktirmeye. Gidiyorum bu sabah, Gözlerimden yağmur misali hüzün döküp Koca bir şehri bensiz, bizsiz bırakarak. Gidiyorum bu sabah, Adressiz takvimlerde Sonumu nasıl yazacağını bilmediğim bir masala. Gidiyorum bu sabah, Saçlarımda yaşlanan hatıraları Sensizliğin mezarına gömerek. Gidiyorum bu sabah, Kederlerin masasında Yokluğuna kadeh kaldırmaya. Gidiyorum bu sabah, Gözlerinin gurbetinde Bir vedaya bile layık olmayarak. Gidiyorum bu sabah, Bir zamanlar ruhumun bahçesinde salınan sevdiğimi Bendimden söküp atmaya. Gidiyorum bu sabah, Odaları sen kokan, her yerde bakışların olan evimi Adını bilmediğim sevgililere hediye ederek. Gidiyorum bu sabah, Bir selamını almadan nefesime kurulmuş idam sehpasında Ne güneşler batırmaya. Artık daha mutlu olursun sevdiğim, Aşkın falında yepyeni bir sevda bularak Çünkü ben gidiyorum… Barış Ünlü Misafir Yazarımız


Zamanlar Arasından Zamana kulak ver kapalı kapılar arasından Dinle Öncesinde yağan yağmurun sesini Korku Fısıldarken pencerelere Yazarken, buğulanan cama, isimleri İzle Kocaman şapkalarını yanlarına alan insanları Yüzlere dokunan damlalar arasından İç çekenleri Alıp götürürken toprak kokuları Bırak Dans eden yapraklara kendini Dallarından aforoz edilirken Son baharını yaşarken ihtiyar zaman Yozlaşmış şehrin ayakta duran ağaçları Biçilen şekle ve ömre sardırılırken Ses ver bana Sahipsiz ve bitap düşmüş sokaklar Arasından Cemil Kobak Misafir Yazarımız


Aynalar Aynalar… Soluk benizli cesetler vücut bulur karşısında Gölgesi uğruna yaşlanır umut dolu bakışlar Karanlık gövdesinden hançer saplar hatırasına Yıllanır şarap gibi uzun soluklu haykırışlar Karanlık aynalar… Kangren etmiş gönülleri saklar yaralarında Yarınları karartılmış uçsuz bucaksız hayatlar Koşarcasına yaklaşır yarım kalmış sabahlarına Korkakça kaçak yollara saklanmış, aynalar Enes Eşkin Misafir Yazarımız


Yedi Günde İstanbul-u Âlem 1. Gün Kahvaltı yapıyordum Bir martı geçti gözümün önünden Simidim yoktu selamımı attım Gitti Ayasofya’nın üzerinden Vapur seslerine karıştı Beş yüz elli yıllık kapıya dayandım gezerken Bir bekçi çıktı önüme tanıştık Sohbete tutuştuk kaynaştık Bir vakit sonra Karaköy’de vedalaştık 2. Gün Pierre Loti’ye niyetlendim Eyüp Sultanda En güzel çiçeklerin arasından İnce ince rahmetin altından Vardım, Necip Fazıl’a bir duanın ardından Oturdum en güzel manzarada Ortasında köz yanan bir odada soluklandım Tarih görünüyordu, gördüm Tarih kokuyordu, kokladım Pierre Loti’yi fotoğrafından selamladım İki bardak çay yudumladım Biri içeriden biri dışarıdan 3. Gün Bugün şiirlik bir şeyim yok. 4. Gün Sabah güneşi vurdu, erkenden uyandım Sersem sersem oyalandım, öğle oldu İstanbul neresidir bilmez idim Tek başıma karıştım sokaklarına Sora sora Bağdat’ı değil İstanbul’u bulmağa. Gezide oturdum, Taksimde rüzgârlandım Aya Triada’nın etrafından dolandım İstiklal ’de turist oldum sandım. -E tabiki istiklalden nostalji tramvayla yol aldımYürüdüm Taa-ksimden Beşiktaş’a Saate bakındım Dolmabahçe Sarayında Zaman treniyle dolandım saray odalarında İndiğim durak bir resimdi Yaver ressam Şeker Ahmet Paşa Günün sonu Minare dibinde Arka mahalle apartmanlarının birinde. 5. Gün Sabah kahvaltısı Eminönü balıkçısı Bir martı düşüncesinin kıyısında Uzaktaki Galata şahittir ve sahil kitapçısı İyi gelmez mi hiç benliğim Bu deniz havasına


Anne karnındaki bebek telaşları, lokumcu dükkânları Kalabalık adımlı, kahve kokulu mısır çarşısı Soframızda, akşam güneşi Nefesi yedi tepeye çökmüş bulutların arasında Akşam yemeği bu kez Karaköy balıkçısında Gece ise yine Minare dibinde Arka mahalle apartmanlarının birinde. 6. Gün Bu sabah simit aldım, martı yoktu Baktım ki Sadabat bensiz gitti Çıktım Gülhane’nin bir tepesine kimse yoktu Arkam saray olan Topkapı Birkaç fotoğraf çektim İstanbul’u gözlerime çektim Nazlı nazlı süzüldü bir kuş gölgesi Bir şiir okudum birkaç da kulağımda Güneşli bir adam oturdu banka Uzakta vapur izleri Aşağı taş yollarda Yürüyen insan suretleri Az vakit önce İki polis geçti asaletiyle Şimdi burası Sultanahmet Meydanı Bir yanı tarih - Sultanahmet Camii – Diğer yanı tarih - Ayasofya Müzesi – Suların dansının kenarında İki çocuk gülüştü minnacık dişleriyle Bir çocuk düştü minnacık elleriyle Kalktı Şimdi burası Sultanahmet Meydanı Yen bir çağ burası Yine gelmiş elin İngiliz’i, İtalyan’ı, Fransız’ı Ve zamanında dünyanın bir ucundan getirdikleri Anzakları Ama şimdi geldikleri Ne tankları ne de zırhlıları Ellerindeki de silah değil Akıllı telefonları ve fotoğraf makinaları Ve geldikleri güzelim Türkün toprakları. Günün sonu İstanbul’un tozunun ağırlığını çeken ayaklarıma hürmetle Gecenin okuyla vurulan gözlerimle Minare dibinde Arka mahalle apartmanlarının birinde. 7. Gün Dün gece bir rüya gördüm Yine terkediliyordum Peşine iki kurt doğurdum Hava da müsaitti Tüm neşemle kurtlara yem oldum Bindim boğaz beşiğine yürüdüm Anadolu’yu gördüm Rumeli’yi gördüm Asya’yı gördüm köprüyü gördüm Avrupa’ya bağlandım Martı çığlıklarıyla dağıldı bulutlar Vakit, bir minare boyu gölge vakti Güneşi tutamadık belki Ama serçelere bile gün verdik Bugün yirmi mart iki bin on beş dünyada Martılar hala vapur peşinden gider Deniz ile gökyüzü mavisini Güneş kızılı ayırır ufukta Son seyyarcıları bunlar vapurların Modern dünya çarkında Rıhtımdan tekdüze gittim Bir bakış attım Kadıköy boğaya Alex’e selam ettim Lefter’e dua ile Yoğurtçuda. 8. Gün Abbas olana yollarda gitmek görünür Şimdi martı sesi değil kulaklarımdaki Demir uçurtma sesi yanımdan geçen Bu son gün Sen İstanbul Özletme kendini Hatırla sokaklarında gezindiğimi. Bilal Maral Misafir Yazarımız


Aşk-ı Tavzih Engin ufuklara hükmeden bir alıcı kuş misali yükseklerde süzülüyorsa sesi her rüyanızda, Her satırda onu bulmak, her şarkıda onu duymak vaka-i adiyeden ise artık sizin için, Her nefes alışınızda ciğerlerinize onun dolduğunu hissediyorsanız her ne kadar uzakta olsa da, Onun söyledikleri dışında söylenen her şey lâf-ı güzaf geliyorsa size, Hayatınızın nehrinin her zamanki akışı dışında aktığını hissediyorsanız, İncecik, şiir gibi lâtif bir kardelene benzetiyorsanız onu bahçeler ortasında, Özlem denizinde bir dalga olup kayboluyorsanız onu düşündüğünüzde, Şerbetin onun dilinden dökülen olduğuna inanıyorsanız, Her gece tavanda kurduğunuz sinemanın başrolünde “o” varsa yine, Bir bardak çayın kızıllığında, bir çiçeğin tomurcuğunda, bir ağacın yaprağında, bir saatin yelkovanında buluyorsanız onu, Yaşamla ölüm arasında berzahta yüzdüğünü hissediyorsanız bilincinizin onu düşündüğünüzde, Lâl dilinizin ve ucu kör kaleminizle onu resmediyorsa bu âcizane gözleriniz ve göz bebeklerinizdeki zühuretin müsebbibi oysa yine, O halde vazgeçmeyin ve çabalayın ta ki kazanana dek. Elif Amuçka Misafir Yazarımız


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.