Kültür Çıkmazı Dergisi 16. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

62 downloads 117 Views 21MB Size

Recommend Stories


introduction Part 1 The Firebird Folk Tale Say: EYE-vun Say: Zarr VIS-lav Say: Dim-EAT-tree Say: Va-SILLY
The Firebird Folk Tale Part 1 introduction Say: “EYE-vun” Say: “Zarr VIS-lav” Say: “Dim-EAT-tree” Say: “Va-SILLY” :10* Había una vez, hace mucho ti

Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Neslihan Şahin Sosyal Medya Yönetmeni - Basın Tanıtım Sorumlusu Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ayça İşbilen Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Burak Karakaya Didem Onmuş Fatih Albayrak Halil Bağış Kurtuluş Öztürk Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özgüner Özgün Kabacaoğlu Serap Bozkurt Sibel Ayan Ümmet Caner kulturcikmazi Acısıyla tatlısıyla bir yılın daha sonuna geldik. Çok güldüğümüz günler de oldu, tek kelime etmeye halimizin olmadığı acılı günler de. Ama önceki yıllara nazaran bu yıl daha çok acıyla geçti benim gözümden. Belki de edebiyat için uygun bir ortam oluşmadı hiçbir zaman, yine de her ay karşınızda olmaya devam ettik. Kimi zaman kahvenize eşlik ettik bir pazar sabahı, kimi zaman otobüs yolculuğunda yoldaş olduk. Ve onca karmaşanın içinden kaçıp kendi dünyanıza çekileceğiniz zamanlarda bir nebze de olsa yardımcı olabildiysek ne mutlu bize. Bu ay değeri vefatından sonra anlaşılan bir yazar var kapağımızda, Oğuz Atay… Hep böyle olmamış mıdır zaten? Kalemler, sustuğu zaman fark edilir her zaman. Yokluğunda fark edilir değeri. İşte Oğuz Atay da vefat ettikten sonra keşfedilmiştir aslında. O günden beri de kitaplıklardan eksik olmaz. Yine de bilmeyen birkaç kişiye bile tanıtma şansımız olur diye sizin için güzel bir “Oğuz Atay” tanıtımı hazırladık. Edebiyat dergilerinin vazgeçilmezlerinden biri de kitap incelemeleridir ve bu ay editörümüz güzel bir kitabın detaylarıyla karşınızda. Okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Red Special köşemizde ise yine farklı bir grup tanıtıldı, Tool… Unutmadan, çok keyifli iki röportajımızda her zamanki gibi sayfalarımızdaki yerlerini aldı. Sorularımızı yanıtsız bırakmadıkları için buradan Sayın İlkay Kıyak ve Çiğdem Erken hanıma da teşekkürlerimizi sunuyorum. Sözü fazla uzatmadan editörümüze devrediyorum ve yeni yılda daha mutlu, huzurlu, sağlıklı ve sanatla dolu bir yıl diliyorum. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 17. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”


2015 yılını da 16. sayımızla böylelikle sonlandırıyoruz. Aralık ayı geldiğinde yeni bir yıla birkaç gün kaldığını benimseriz hepimiz. Belkide bu yüzden hiç durup yaşayamayız bu ayı. Yeni bir yılın telaşı sarar içimizi, oysa değişen sadece takvimlerdir. Olric olsa ne derdi bilemem ama biz bu sayımızda Oğuz Atay’a yer vermek istedik. Bilmeyenlere, adını şöyle bir duymuş olanlara Oğuz Atay’dan ve Olric’den bahsedelim istedik. Hayatın koşturmacasına aldanıp da yormayın fazla kendinizi, bir anlık da olsa durun ve kendinize güzel bir kahve yapın. Eh, kahveyi sevdiğimi de iyiden iyiye açık etmiş oluyorum böylece. Ne diyordum; kahvenizi alıp kısa bir süreliğine de olsa koşmaktan vazgeçin ve sizi bekleyen şiirleri, öyküleri yudumlayın kelime kelime. Kim bilir belki içlerinden biri size, sizi anlatıyordur. Az kalsın unutuyordum, yaşanacak güzel bir yıl diliyorum sizlere. Düzenin bir parçasıymış gibi aldanıp, değişen takvimin yenilikler getireceğine olan inancınızı yitirmeyin. Hayatla olan savaşınızda yorulduğunuzda, yeni yıl da olsa bizim burada olduğumuzu unutmayın ve hoşça kalın. “Hayat çıkmazlarla dolu ama en güzeli, Kültür Çıkmazı…” Onur Konuğumuz Necmi Yapıcı Misafir Yazarlar Barış Ünlü Doğukan Paker Elif Amuçka Emin Can Soyuçok Emin Güneş İsmail Mert Düzel Sena Sabcıoğlu Süleyman Berç Hacil Misafir Fotoğrafçılar Onur Kırkaç Reklam ve Sponsor [email protected]


İçindekiler 5 Aralık 2015 16. Sayı 6. “Oğuz Atay” Hayatı ve Sanat Hayatı - Benan Şahindoğan 8. “İlkay Kıyak” Röportajı - Özgün Kabacaoğlu 12. Önyargı - Necmi Yapıcı 16. Gün Batımı Nehirleri - Ümmet Caner 17. Gecesefası - Neslihan Şahin 18. Bir Adam Var, Bilirim! - Serap Bozkurt 20. Tek İhtimalli Takvim - İlker Ardıç 22. Uykuluk Söyleşisi - Nebi Eren Bayramoğlu 24. Gau: Ölmüş Zaman - Neslihan Şahin 26. “Çiğdem Erken” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 30. (Fotoğraf) - Onur Kırkaç 31. (Fotoğraf) - Onur Kırkaç 32. Yazmak - Selin Sabcıoğlu 34. Kalemin Bedenleri - Ayça İşbilen 35. Masiva II - Bilal Çakıl 36. Mektup Ritüeli - Bölüm 6: Matruşka Nergis - Fatih Albayrak 38. Kitap İncelemesi: Yolun Sonundaki Okyanus - Neslihan Şahin 40. Serüven - Sibel Ayan 41. Garip Çeşme - Birkan Akyüz 42. Red Special: Alcest - Özge Özgüner 46. Ayrılığın Avuçları - Barış Ünlü 47. Hayata Merhaba - Emin Can Soyuçok 48. İnsan Üzerine - İsmail Mert Düzel 49. Deniz Kıyısında - Doğukan Paker 50. Bir Ezan Okunmasa Şehirde - Süleyman Berç Hacil 51. Safi Umutlar - Elif Amuçka 52. Beklemekte Geçiyor - Emin Güneş 53. Eylül’ün Hikayesi - Sena Sabcıoğlu Keyifli Okumalar…


“Oğuz Atay” - Hayatı ve Sanat Hayatı - “- Yağmur yağıyor Olric, ıslanıyor etraf... Ağlasak kimse anlamaz değil mi? - Anlamaz efendimiz... - Anlasa ne olur... - Utanırız efendim... - Sevmeyi göze alan utanır mıymış Olric..." 1934 yılında İnebolu'da doğan Oğuz Atay, 43 yaşında vefat etmiştir. Günümüzde aslında herkesin çok iyi tanıdığı öykü ve roman yazarı olan Atay'ın sağlığında kitapları ikinci baskıyı bile yapamamışken vefat ettikten sonra kitapları çok büyük ilgi görmüştür. Ölümünden sonra daha çok ilgi görmeye başlayan Oğuz Atay'ın hayatıyla ilgili biyografiler yazılmıştır. Modern Türk romanının en önemli isimlerinden Oğuz Atay yapıtlarında kent yaşamının karmaşası içinde yabancılaşan aydının dramını alaylı bir dille yansıtır. Yaşadığı dönemde absürt akımını edebiyata uyarlamıştır ve bu anlamda tam bir modern edebiyat örnekleri sergilemiştir. Özellikle “Tutunamayanlar” adlı romanıyla bu akımı dile getirmiştir. Romanları ve oyunlarındaki kişiliklerin hemen hemen hepsi “araf”ta kalmışlığın portresini çizerler. Yazılarında genellikle modern zamanda insanların hayattan kopuşlarını, bireylerin yaşamlarındaki batılılaşma süreçlerini alaycı ve mizahi bir dille eleştirerek anlatır. “Tutunamayanlar” adlı romanının 1970 TRT Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü kazanmasıyla dikkati çeken yazar, sonradan dergilerde öyküler yayımlamaya başladı. “Tutunamayanlar” romanın kahramanı kendi gibi mühendis olan Selim’dir. Oğuz Atay, Selim’e günlük tutturur. Bir de romanda Selim kadar yer kaplayan Olric vardır. “Tutunamayanlar” romanı Türkiye’de modern tekniklerle yazılmış ilk roman olma özelliğini taşımaktadır. O zamana kadar Türkiye’de modern teknikler pek kullanılmadığı için Oğuz Atay pek fazla anlaşılmamıştır. Her ne kadar TRT’den ödül almış olsa da pek fazla tanınmıyor ve okunmuyordur. Romanında bilinç akım tekniğini kullanmıştır. Yani okurun bir şeyi düşünürken aynı zamanda başka şeyler


düşündüklerini de yansıtmıştır. Dolayısıyla biraz savruk anlatımı vardır Atay’ın. Modern yazarlar genelde iç monolog yöntemiyle yazarlar ve bunu Oğuz Atay’da romanlarında kullanmıştır. Yani romanda yazarlar sık sık kendi kendilerine konuşurlar. Tehlikeli Oyunlar adlı romanı Tutunamayanlar romanının bir devamı gibidir. Biçim ve tema olarak Tutunamayanlar’la aynı olan roman, Tutunamayanlar romanı gibi olay örgüsü dağınık değil daha derli toplu bir anlatıma sahiptir. Oğuz Atay, hem öykü hem roman alanında hep modern edebiyatta ilerlemiştir. Hatta batıdaki modern edebiyat kullanan yazarlarla kıyaslanabilecek durumdadır. Okul dönemlerinde tiyatroda görev aldığı için yazılarında tiyatral bir anlatım kullanmıştır. Ayrıca bazen yazarın anlatımlarında anlatım bozukluklarına rastlanır. Oğuz Atay’ın bu roman teknikleri eleştirmenler tarafından post-modern akımı olarak tanımlanmıştır çünkü romanın içinde karmaşık bir gerçeklik vardır. “Oğuz Atay, romanlarında aslında hayatta hep var olan ancak daha önce cesurca irdelenmemiş karakterleri anlatmıştır.” Küçükken içine kapanık bir çocukmuş Atay ve bunu romanlarındaki modern edebiyat anlayışını benimsediğinde görebiliyoruz. Babasıyla arasının bozuk olduğunu da ona veda ettiği “Günlük” adlı eserinde görüyoruz. Günlük adlı eseri Oğuz Atay’la ilgili çok fazla bilgi vermektedir bize çünkü bu günlükte Tutunamayanlar’dan sonra yazdığı Tehlikeli Oyunlar romanının nasıl oluştuğunu anlatmaktadır. Çok erken kaybettiğimiz ve değerini vefat ettikten sonra anladığımız Oğuz Atay’ın Türk edebiyatına büyük katkısı olacak olan “Türkiye’nin Ruhu” adlı eserini tamamlayamamıştır. Her yıl yazarın memleketi olan Kastamonu’da Oğuz Atay edebiyat ödülleri verilmektedir. Yazarın romanları; Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Bir Bilim Adamının Oyunları, Eylembilimdir. Öyküsü; Korkuyu Beklerken ve Oyunu da; Oyunlarla Yaşayanlardır. “- Güçlü olmak artık beni yoruyor Olric. Herkese karşı dimdik olmak, arkasında durmak attığım her adımın yoruyor. Ki buralarda bilmem hangi uykunun hangi köşesinde beklemedeyim hiç gelmeyecek olanı…” Benan Şahindoğan [email protected]


“İlkay Kıyak” Röportajı Geçen sene Ege TV'de sunduğu bir programa konuk olmuştum. Tanışmamız o güne rastlar. Ekrandaki neşesi kadar, gerçek hayattaki neşesiyle de insana pozitif enerji veren, sevgi kelimesini önemseyen, sevgi değerini öne koyan ve İzmir medyasına renk katan, televizyon dünyasının başarılı siması İlkay Kıyak... Kendisine teklifimizi kırmadığı için teşekkür ediyoruz. Onu, kendi kelimelerini, sizinle baş başa bırakıyoruz. - Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Kısaca geçmişinizi anlatabilir misiniz? - Gözlerimi bu güzel şehirde, İzmir'de açtım. Her şeyden önce İzmir aşığıyım. Tüm okul hayatım da İzmir'de geçti. Ticaret Lisesi mezunuyum, daha sonrasında Halkla İlişkiler ve İşletme eğitimi aldım. Belki iletişim, basın okumadım ama mesleğimi hep çok sevdim. İlgim İlkokul döneminde başladı diyebilirim. TRT o zaman tek kanaldı, ta o zamanlar spikerleri pür dikkat izler, dinlerdim, bu iş nasıl yapılıyor diye. Derslerimi çalışırken de haber sunarmış gibi ders çalışırdım. "Evet, sayın seyirciler 1071 Malazgirt Savaşı…" gibi, konuları tekrar ederdim. - Peki, mesleğe nasıl girdiniz? Neler yaptınız öncesinde, mesleki gelişim anlamında? - Öncelikle belirtmem gerekir ki mesleğe girmeme ve buralara gelememe en büyük katkı çok kitap okumam. Mesleğimde kitap okumanın çok faydalarını gördüm. Annemin de bu kitap aşkımda rolü büyüktür. Her gün elinde kitap görürdüm, ben de onu taklit ederek başladım elimde kitap tutmaya ve elbette okumaya. Ortaokul lise dönemlerinde hep özel zamanlarda topluluk önünde sunum yaptırılırdım. O zamanlardan diksiyonum düzgündü, hep ben seçilirdim. Mesleğe girişim öncesinde elbette kurslara gittim, kendimi, geliştirdim. Okul zamanımdan


başlayan amatör sunuculuk deneyimlerimin de bana katkısı büyük oldu. Televizyon öncesinde özel etkinliklerde de sunuculuk yapıyordum. Okul sonrasında, liseden sonra, İlk özel etkinlik sunumum da, bir yarışmacısı da olduğum nanbudo şampiyonasında oldu. Normal şartlarda hep sunuculukları hocalar yapardı. O zaman sanırım uygun biri yoktu. Hocamız da benim çıkmamı istemişti sunuma. Böylece ilk deneyimimi yaşadım. - Nanbudodan bahseder misiniz? Halen daha devam ediyor musunuz? - Nanbudo; 1978 yılında büyük usta Yoshinao Nanbu tarafından kurulmuş ve karate stilinin geliştirilmiş bir mücadele sanatıdır. Nanbudo çalışan bir kişi çok iyi bir dövüşçü olurken aynı zamanda sağlıklı bir beden ve ruh yapısına kavuşur. Hedefi olgun, saygılı, kendine güvenen ama insanlara karşı hoşgörülü olan kişilik sahibi bireyler yetiştirmektir. Nanbudo ile zamanında çok ilgilenmiştim. Çok da sevdim. Aslında siyah kuşak sahibiyim ama işten vakit kalmıyor artık çok ilgilenemiyorum. Öncelikler değişebiliyor hayatta. - Mesleğinizde size en çok artısı olan, sizin için kilometre taşlarından bahsedebilir misiniz? - Mesleğimde aldığım eğitimlerin rolü büyük oldu. Huzur içinde yatsın, TRT spikeri Taylan Çamdoruk'tan spikerlik eğitimi aldım. O süreçte Taylan Hocamıza SKY TV'den talep gelmiş, başarılı bir öğrencinizi istiyoruz diye talepte bulmuşlar. Beni önermiş böylece mesleğe başladım. Haberlerin alt sesini seslendirerek ve sonrasında radyo haber spikeri olarak devam ettim. Çok kısa bir süre sonra da ekranlardaydım. Dört yıl SKY TV'de çalıştım, sonra ayrıldım. Dışarıdan seslendirmeler (TRT'de Arkası Yarın vb) ve organizasyon sunuculukları yaptım. EGE TV macerası da 2009'da başladı. SKY'dan arkadaşım vardı. Celal! Bir gün baktım EGE TV'de onun sesi, hemen aradım. Askere gitmişti daha öncesinde, sonra dönünce EGE TV'de başladığını öğrendim böylece. Sen de gelsene dedi, tabi ki düşünüyordum televizyonda çalışmayı. Geldim, onun referansı ile özgeçmişimi bıraktım, ertesi gün çağırdılar ve maceramız başladı. - Halihazırda EGE TV'de sunduğunuz programlardan konuşsak, içerikleri vb… - Bu dönem, iki tane ayrı formatta programın hem yapımcılığını hem de sunuculuğunu üstleniyorum. İki yıldır sunduğum senin de katıldığın Hayat Sevince Güzel programını bu sene bitirdik, orada her gün farklı aşçı, farklı müzisyenler vardı. Bu seneki programımız Hayatın İçinden de ise daha çok konuklar ile sohbete ağırlık veriyoruz. Diğer programımız ise geçen sene ara verdiğimiz sağlık programımız ile ilgili. Önce sağlık isimli bir programı sunuyorum. Konusunda uzman hekimler geliyor, böylece sağlık sorunları olan seyircilerimiz için bilinçli bir yönlendirme şansı da doğuyor. Tabi, altını çizmek lazım, kesinlikle tedavi amaçlı değil, yönlendirme amaçlı, halkın anlayabileceği tarz sorularla ve cevaplarla programımızı işliyoruz.


- Peki, sosyal medya... Aktif ve bilinçli bir sosyal medya kullanıcısısınız. Neler söylersiniz sosyal medya ile alakalı. - Sosyal medyayı çok seviyorum, artıları benim açımdan çok büyük. Sosyal medya sayesinde Ege Bölgesini aşıp Türkiye'nin dört bir yanına ulaşabiliyorum. Bölgesel bir kanal olmamıza rağmen, İstanbul'dan, Antalya'dan, Ankara'dan konuklar ağırladım. Sosyal medyayı etkin kullanırsak bize faydaları büyük ama elbette bilinci kaybetmeden... - Özelde İzmir medyası, genel anlamda Türkiye medyası ile ilgili düşünceleriniz... Sizin mesleğe başladığınız zamanla bugünler arasındaki farklar ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? - İzmir medyasında, benim başladığım dönemle bu dönem arasında hiçbir şey değişmiş değil ama sanıyorum biraz daha zorlaştı bu sektörde çalışmak. Ülke genelinde de yerinde sayılıyor gibi geliyor. Belki evet, ilerlemek fark yaratmak isteyenler var ama onlarda belirli mevkiler tarafından çok kısıtlanıyor. Özgür olarak bir atılım yapabilmek mümkün değil ne yazık ki sektörde. Tabi medyada da hatalar var. Türk haberciliğinde... Ülke gündemi yoğun, her gün acı haberler geliyor. Kadına şiddet, şehit haberi vs. Medya bu haberleri o kadar basite indirgeyerek sunuyor ki üzülüyorum. Bunun düzelmesi gerekiyor. Bu tarzda, basitleştirerek verilen haberler olayları sıradanlaştırıyor, halbuki böyle değil. İnsanların bilinçli tepkiler verebilmesi için olayların gerçek boyutunu öğrenebilmeleri, gerçek ağırlığını görebilmeleri lazım. - Peki dijital medya... Benim de programınıza katılma sebebim dijital medyaydı. Şuan da bir e-dergiye röportaj yapıyoruz. Hazır Back to Future zamanı da gelmişken teknolojinin boyutu ve dijital dünyanın geleceği ile öngörülerinizi alabilir miyiz? - Back to future... Teknolojide çıta daha da yükselecek. İnsanlar televizyonu unutacaklar. Şuan bile örneğin benim programlarımı mobil uygulama ile telefonlardan izleyebiliyorlar. Gazete almak insanlar için belki de zor gelecek. Birden çok gazete almak yerine, internetten hepsine daha hızlı erişebiliyorlar. Bu durum da bence iyi! Elbette, gazetelerin sonu ne olur bilemiyorum. Bilginin yayılması hızlandı, bu da sosyal anlamda bir gelişme. Şuan için bile önemli bir noktadayız. Hayal edemeyeceğimiz noktalara gelişecektir. - İzmir için neler söylersiniz? Bugünü, geleceği... İzmir büyük bir köy diyenler var. - İzmir büyük bir köy lafına çok kızıyorum. İzmir çok değerli bir şehir, şairlerin babası Homeros'un doğduğu topraklar... Potansiyelimiz çok geniş, iktisadi olarak da daha farklı noktalarda olmalıyız. Sanat anlamında keza, büyük potansiyel var, bugün de birçok sanatkar yetiştiriliyor. Fakat şuan bu topraklarda tutamıyoruz, kaçırıyoruz. Sanatçılar ancak emekliliğini geçirmeye geliyor, aslıda gönül bağını da koparamıyorlar. İktisadi olarak bir şeyler yapılmalı, bazı adımlar atılmalı. Fakat atılmıyor. Kuzeyinde Bergama var, güneyinde Efes var. Neden bunlar ön plana çıkarılmıyor. İzmir tıkanmış durumda, gerçek bu!


- Sizinle aynı meslekte ilerlemek isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz? - Gençler gerçekten bu mesleği isteyip istemediklerine karar vermeliler, bu işlere atılmadan önce. Gerçekten, sevdikleri için mi yoksa ekranda gözükmek için mi yapacaklar, buna karar vermeliler. Bu meslek için çok çalışmak gerekiyor, zor şartlar olabiliyor bazen. Bazen de maddi anlamda fedakarlıklar yapmak gerekebiliyor, sektör, diğer sektörlere kıyasla az para kazandırıyor. Bu şartlar altında, gerçekten bu mesleği yapmak isteyen, ekranda gözükmekten ziyade, bu mesleği severek yapmak isteyenler, çok okusunlar, sürekli entelektüel anlamda kendilerini geliştirsinler, dünyayı takip etsinler. Ayrıca kesinlikle, kıvrak zekalı olsunlar, zira canlı yayın hata affetmez. O an gelir, saniyeler içinde bir mevzuyu toparlamak gerekir. Tabi ki şuan İstanbul medyasına bakıyorsunuz, sadece fiziğe önem veriliyor. Kendilerini geliştirmeyen, hatta diksiyonu dahi iyi olmayanlar, sırf güzel kızlar diye ekran önüne çıkarılıyor. Bu durum yurtdışında yaşanmıyor, bakıyorsunuz orada ekran önünde haber sunanlar kırklı yaşlarında, daha tecrübeli insanlar, daha yetişmiş ve bilgi sahibi isimler. - Birazda sizden bahsetsek... Güzellik sırlarınızı paylaşabilir misiniz? - Güzellik sırlarım; Hayata gülümsemek, pozitif bakmak... Ayrıca makyajımı silmeden yatmam, fondöten ve pudra kullanmam, göz makyajı yaparım ama kararında. Sigara içmem, asitli içeceklerden uzak dururum. Fakat en önemlisi hayata sevgiyle bakmak... Eğer sevgiyle ve pozitif bakarsanız olaylara, faydasını görürsünüz. - İş dışında neler yapıyorsunuz. İlkay Kıyak boş vakitlerini nasıl değerlendiriyor? - Çok yakında ritm kursuna başlayacağım, eskiden nanbudo sonrası halk oyunları ekibine katılmıştım mesela… Akşamları biraz kitap okuyorum ve örgü örüyorum. Çok güzel dinlendiriyor. - Son olarak, çok önemsediğinizi bildiğimiz kadın sorunları ile ilgili neler söylersiniz? Özellikle mesleğinde önemli bir konumda olan, maddi ve manevi olarak şanslı bir kadın olarak, şans yüzüne gülmemiş, dezavantajlı kadınlar için... Ve ön önemlisi paylaşmak istediğiniz olaylar, başınızdan geçenler. Özellikle ekran önündeki güzel bir kadın olarak yaşadıklarınız... - Türkiye'de kadın sorunu, taciz olayları... Bir keresinde toplu taşıma aracında taciz girişimi yaşadım. Anladığım anda müdahale ettim, çekinmeden. Beş altı ay önce ise metroda giderken, iki genç kızı taciz etmeye çalışan yaşlı bir adamı fark ettim. Metroyu ayağa kaldırdım. Bu tür durumlarla maalesef karşı karşıya kalıyoruz ve belki de bu tür durumların asıl sebebi eğitimsizlik ve duyguların toplum tarafından bastırılması, giyim kuşamda vb. kısıtlanmalardan kaynaklanıyor. Düşünün ki okullar açıldığı zaman bir okul müdürü diyor ki; "Kızlar siz mini etek giymeyin, erkekler siz de kızların bacaklarına bakmayın" Bu tür şeyler, çocukların aklında yoksa da koyuyorsunuz aklına. Böylece nesiller manipüle ediliyor. Çocuklara bilimden, teknolojiden bahsetseler, bir şeyler üretme çabasına girse gençler, zaten bu tür durumlar ile fazla karşılaşmayacağız o zaman. En büyük hatayı, çocuklarımızı, kız - erkek ayırımı yaparak yetiştirirken yapıyoruz zaten. Daha başlangıçta ailede başlıyor kopukluk. Anneler, babalar hata yapıyorlar yetiştirirken. Sofrayı kurarken oğlan, kız kardeşler birlikte yardım etsinler hâlbuki anne ve babalarına. O zaman bu sorunlar da asgariye inerdi. Özgün Kabacaoğlu [email protected]


Önyargı Fabrika çıkışımız muhteşemdir bizim. Doğduğumuz andan itibaren ön yargısız yaşarız yedi yaşımıza gelene kadar. Hepimiz öyle değil miydik? Ön yargımız yoktu mesela. Hemen arkadaş oluverirdik. Şimdi olduğu gibi bu aptal, bu cahil, bu tipsiz, çirkin, fakir, zengin gibi önyargılar oluşturmazdık, o insanın görünüşüne göre karar vermezdik. Sonradan bozuluyoruz biz, yavaş yavaş içimize işliyor bu hastalık, önyargı hastalığı. Benim hayatımda çok sıklıkla karşılaştığım bir şeydir mesela bu, beni tanımadan sadece televizyondan gördüğü kadarıyla gıcık olan sevmeyen birçok insan şu an en yakın arkadaşlarımdır. “Ya sen aslında ne kadar iyi niyetli, sıcak bir adammışsın.” İyi de sana aksini düşündüren ne oldu ben onu anlamadım ki. Bunun yanında yalan dolan hastalığı da var. Yalanla da o zamanlar tanıştık. İlk virüs o zamanlar girdi vücudumuza. Büyükler bize anlatmak istemediği ya da anlayamayacağımızı düşündükleri her konuyu onlara göre sevimli, tatlı yalanlarla geçiştirdiler. “Anne ben nasıl dünyaya geldim?” Cevap “Seni leylekler getirdi yavrum” İşte Haydar Dümen hocamıza abuk subuk sorular soranlar o leylek turizmin yolcularıydı bir zamanlar. Bu yalan konusunu başka zaman irdeleriz konuyu dağıtmayayım. Geçenlerde düşündüm de dünya da bizden daha önyargılı bir millet yok. Benim bir arkadaşım vardı “abi ben bir kadının motor olup olmadığını bir bakışta anlarım” dedi… Nasıl anlarsın dedim ya… Abi telefonda böyle konuşuyorsa (poposunu dışarı çıkardı saçlarıyla falan oynuyor gibi yaptı dudaklarını köfteleştirdi vs.) “kesin motordur” dedi. Ben de şöyle bir baktım, “o kadın motor mu değil mi bilmiyorum ama senin gerizekalı olduğuna artık kesin olarak eminim” dedim.


Ya ne olur önyargılarınızdan kurtulun... Abuk subuk önyargılar bunlar. Alın size birkaç örnek daha. Poposu yere yakın kadından korkacaksın diye bir laf var… Niye ki? Hem ne kadar yakın? 40 mı, 50 mi, 70 mi? Kaç cm? Hangi mesafe tehlikeli? Bu konuda bilimsel bir çalışma yaptınız da bizim mi haberimiz olmadı? Yer çekiminin kadın poposuna ve onun ruhsal durumuna etkileri diye bir makale yayınladınız da biz mi duymadık. Bu kanıya nereden vardınız? Ya erkekler? Onların poposunun da yere yakınlığı niye korkulacak bir durum değil mesela? Yeni bir model araba çıkınca hemen eski kasa modelinin daha iyi ve daha sağlam olduğunu söyleriz ve bunu ısrarla savunuruz. Beğenmeyiz kötüleriz. Ama sonra parayı bulunca koşarak o yeni modelden alırız kendimize. Hani eskisi daha sağlamdı kardeşim? Asansör düğmesine arka arkaya basınca daha çabuk geleceğine inanmada vardır biz de. Ya napıyorsun? Tamam bir kere bastın anladı asansör bak düğmenin ışığı da yandı işte, gelecek bekle. Senin yüzünden ikide bir bozuluyor bu düğmeler zaten, “Yok ben kaç kere denedim abi, arka arkaya basınca hemen geliyor.” Aynı şekil de apartmanlar da otomat ışığı anahtarlarına da arka arkaya basınca, daha uzun yanık kalacağına inanırız. “Bir kat çıkıyorum hemen sönüyor dördüncü kata çıkacağıma göre dört kere basayım.” Sıkan ayakkabı ya da kot pantolonların giydikçe açılıp esneyeceğine inanma da vardır bizde. “Bu biraz sıktı ama”, “Birkaç gün giyin açılır beyefendi” Açılacağı kesin değildir tabi ama o birkaç gün de ananın ağlayacağı kesindir. Dondurma külahlarının sonunu yemeden atma huyumuz vardır bir de. Sebep? “Sebep yok abi sen at, yeme, yenmez orası. Satıcılar külahların ucuyla kulaklarını karıştırıyorlarmış.” Paspasları yola atıp, onları ezen arabalar tarafından temizleneceğine inanan esnaflarımız var bir de. Dünyada başka hiçbir ülkede böyle bir durum yok. Üstelik halı gibi bir yerden sarkıtıp boşlukta sopayla da dövmüyorsun ki, yani o arabayla tozunu bile attıramıyorsun paspasın. “Abicim o öyle temizlenmez ki yıkasaydın bari zaten küçücük bir şey”, “Yok yok temizlenir biz yıllardır böyle yapıyoruz.” Bence Einstein bir Türkiye gezisi sırasında bu olayı görüp esnafı uyardı ve aynı cevabı alınca “Önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur” dedi. Salatanın en güzel yerinin sonu olduğu meselesine ne demeli. “En güzel yerini bıraktın be oğlum. Bak sulu sulu ekmeğini banda ye”, “Ya anne neden o zaman salatayı tamamen sonu gibi yapmıyorsun. Bol sulu ekşili içinde biraz yeşillik yüzen bir salata, ekmeğimizi bana bana yeriz.” Haa ekmek demişken. Biz ekmek yemeden doymayacağımıza da inanırız... Pilavla, dolmayla, patates kızartmasıyla, mantıyla, makarnayla ekmek yeriz biz. Yazın Bodrum’da bir lokantada yemek yiyordum. Yan masada ki Türkiye’ye yerleşmiş bir Alman, köylü Halil amcaya şöyle dedi, “Halil bey, siz Türkler ne kadar çok ekmek yiyorsunuz?” cevap, “Öyle diyon da Valtır akedeş ekmeede yimeyince doymuyonki.” Nasıl doymuyorsun be Halil amca Dünya’yı yedin. Bu ülkede bir polis, kapıcı, asker, hemşire, berber, doktor eleştiremezsin, çünkü hepsi ayağa kalkar. Biz hırsız değiliz derler mesela ya da biz kötü değiliz. Ya kardeşim ben işini iyi yapmayan bir polisi, bir askeri, bir kapıcıyı, doktoru eleştirmek istiyorum sen neden alınıyorsun? Çekindiğin gocunduğun şey ne? Yoksa sende mi işini iyi yapmadığını düşünüyorsun? İşini iyi yaptığını düşünüyorsan da lafım sana değil zaten… “Bütün erkekler aldatır” Nereden biliyorsun çetele mi tuttun? “Kadınlar şeytandır” Sen melek gibisine denk gelmediğin için mi? Sürekli yanlış seçimler yapıp yanlış arkadaşlıklar kurduğun için mi böyle düşünüyorsun? “Biz Türkler’den bir cacık olmaz” Bu lafı eden hıyar kardeşim evet haklısın senden gerçekten bir cacık olmazda bizi neden karıştırıyorsun? Kısacası günlük hayatımız da o kadar çok önyargı ile karşılaşıyoruz ki bana bu konu için bütün sayıyı ayırsalar anlatmakla bitmez. Siz en


iyisi bütün önyargılarınızı çöpe atın. Gelecek için endişelenmeden geçmiş için üzülmeden, kaygısız, korkusuz, önyargısız yaşayın. Bunu en iyi anda yani şimdide yaşayarak yaparsınız. Hayat sadece şimdiden ibarettir. Kendinizi yormayın. Şimdide yaşadığınız sürece kimseye kırılmaz üzülmezsiniz. Birine kızdıysan bir dakika sonra üzülecek bir şey yoktur aslında. Hayatı akışına bırakarak rahat edersiniz. Şimdide yaşadığın sürece ego barınamaz yanında. Ego olmazsa ne kaygı ne de insanlara ve olaylara karşı önyargı olur. Daha çok şey yazasım var ama bir yerde de bitirmek de lazım tabii. Hepinize kaygısız, korkusuz ve önyargısız bir yaşam diliyorum. Görüşmek üzere. Sonyargı “Önyargı geri dönüşümsüz olarak yok edilmelidir.” Necmi Yapıcı Onur Konuğumuz


Gün Batımı Nehirleri Nice fırtınalar yorgunudur, Evlerin kuytusuna sokulmuş gemiler. Gemiler ki bir mum, Gemiler ki gülkurusu… Denizlerin en mavisine açılır, Kızıla çalan gün batımı nehirler. Nehirler ki bir uçurum, Nehirler ki düşme korkusu… Nehirler ki ne bir ten, ne bir çiçek, Nehirler ki kurşun gibi ağır, Kuş kadar ürkek, Hüznün bulut saçlı ebrusu… Ümmet Caner [email protected]


Gecesefası Bir gecesefasıyım ben! Adıma aldanma sakın, Daha batmadan güneş gökyüzünden, Yayılır yapraklarım, sana açarım... Bir gecesefasıyım ben! En değersiz bahçelerde yeşerdim, Çocukların ellerinde oyuncak oldum, Gözlerinden uzak bu köşede yalnızım... Bir gecesefasıyım ben! Sırf sen dokun diye, güneşe yalvaran, Hele bir de, kopardın mı dalımdan; Ölür ruhum, daha sen koklayamadan... Neslihan Şahin [email protected]


Bir Adam Var, Bilirim! Gün bugün olmuyor yine... Sonra yağmur başlıyor... Ben karanlık bir güne uyanıyorum... Sözcük kırılıyor, ben değil, desem de inanmıyor toprak buna... Karavaşlar, köleler, adamlar, kadınlar ve vapurlara hiç binememiş kundaklılar... Sizler hiç yokken ben hepten yoktum, diyerek kabulleniyorum hayatımı... Bazı şeylere var diyebilsem belki de kalabilirim başka coğrafyalarda... Yol bulabilsem anlatmaya, ah olmuyor... Görmeden hiç olmuyor... Görsem de merhemim yaramı kavramıyor... Yalnız kalsam, diyor kalbim... Sonra ürkerek yalnızlığını fark ediyor... Düşünüyor... Vişnenin tadını ilk tattığında ağzında kalan ekşimsi tatlılığın dilini kırmızıya boyasa da aldığı hazzın tarifini, büyüme adımları için veremeyeceğini kavrıyor... Zira büyümek ekşi değil, mide buran bir acıdır. Çıplak ve yalnız olan büyümek hiçbir zaman örgü kazak giymez... Isınmayı ve ısıtmayı bilmez... Anlıyor... Ben mi ben vapurlarla değil, ama trenlerle kavgası olan bir kadınım... Ne zaman kışın soğuğunda ipek gömlek giymenin ızdırabını yaşamaya başladım her dokunuşta hatırlamamaya başlıyorum... Büyümenin soğukluğu ise hunili bir geçmişin gelecek hesabından başkası değildir, diyorum yine acımsı dilimle kulağıma... Karşı karşıya geldiğim adamların ince hesabını tuttuğum sayfalara baktığımda oltama takılan ise özelin can alıcı kıyımı karşıma çıkıyor... Kadına olan acısını nefret boyutuna taşımayarak izini hiç silmek istemeyen adamla oturduğum karşılıklı zamanlar hücum ediyor dimağımın zembereğine... Can acısının buğusunu yuvarlak gözlük camlarında izlediğim...


İzlemek fiili o zamanlarda keyif verici olmuyor. Esvap değiştiren yüreğin acıması gibi biraz, biraz da sevaplı yatakların günaha bulandığı gecede yozlaşması gibi tarifsizleşiyor. Seçimlerinin kızıllığından bahsetse de sualinin cevabına vurulduğunu anlıyor o vaktin kuşluğunda... Sigarayı incecik sarıyor, tütünün hazzını yaşayabilmek, yetenek gerektiriyor, yetenek kazanmış parmakları aşkta tetiğe basılmış zapt altına alınmış kelimeler kadar kuru ve kavruk oluyor... Doğunun tüm izlerini taşıyan bu adam, batının izlerini silememiş kadına nihayetinde yeniliyor. Bordo gömlek ruhunun rengi değil, bedelinin kanı olup çıkıyor... Çünkü adam demir özlü bir olay hikayecisi değil, vakur bir durum hikayecisiydi, bunu kabul etmiyor... Durmak... Durarak sevmek ilminden geçen yolları, köy yollarının çukurluğuna emanet kılınıyor... Sevilen şair o vakitlerde "kovulduk ölümün geniş resimlerinden" diye söylense de yaşamak sanatsı bir eylemdir, adam bunu biliyor ve yine de ölümün dakikalarının azlığını yaşama çarptırarak çoğaltma derdine düşüyor. Buzluk haneye kilitlenmiş kadınlar olmasa da o adamın yüreğinde odlara atmak istediği kadına verilen yüzük kadar baki kalıyor aşkın ahlakına inancı... Şunu biliyor çünkü otların sarardığı yerlerde güneş, kurşunun değdiği tende heves kalıyor. Ve kalktığımda hatırlamanın masasından yürümeye başlıyorum... Biraz adamı, biraz kadını biraz da kendi coğrafyama sardığım kimliğimi düşünüyorum... Ve karar veriyorum zor geliyor bize içimizdeki aynalar... Sonra... Sonra mı? Sonra ne mi? Sonra ne mi oluyor? Bir adam var içimde, derinlerde, şu anımda, günümde, gündüzümde ve gecemde... Kısa çöpü çekmeyen can içli bir yemiş tadında... Oturuyorum onunla bir odanın köşesinde biraz da ağlayarak diyorum ki: Kımızı özgürlüğün silicisi belki de... Yeşil can vereni kim bilir... Benim dansım renklerle... Ve kavgam trenlerle... Tango ve aslanları her dinleyişimde tınının aşinalığına boyuyorum kulaklarımı... Uzayan saçlarımı şapkalara... Damla sakızlı kahveyi her yudumlayışımda tatların harmonisini zikrediyorum... Kalb-i zikir evreninde... Can... Canımın içli buruntusu... Uyuma artık... Kabullenme devri başlıyor yelkovanın akrebi yakaladığı saniyelerde... Sen gitmiyor kalıyorsun... Ve bir an bile nasıl uzuyor... Serap Bozkurt [email protected]


Tek İhtimalli Takvim Hayatta en acı şeydir sıcaklığını bildiğin bir tene son kez dokunduğunu bilmek. Ayrılık; içinde ölüm yoksa eğer, hiçbir mantığa uymaz çünkü. Bu yüzdendir bir ölü gibi yaşayışım. Gidişine bir nebze mantık katsam yeter bana. Hatırlayabileceğim bir vedam bile yok sana. Yüzüne düşen saçları son kez düzelttiğimi bilmek isterdim mesela. Ya da sarıldığımda gizlice koklamak isterdim ciğerlerimde yer kalmayana kadar. En azından seni düşününce aklıma gelecek bir anım olsun isterdim. Sofralarda anlatır, anlattıkça bir daha yaşardım. Yaşadıkça bir daha hisseder, hissettikçe hasretim dinerdi sevgili. Ama sen vedasız gitmeyi seçtin bu şehirden. Belki kendi güçsüzlüğünden korktun belki de benim gözümden düşecek bir damla yaştan. Ya da ben böyle düşünmeyi seçtim yokluğunda. Ardından gözyaşı dökülen her gidiş, başka bir yerde kutlanan “hoş geldin”in habercisiydi oysaki. Biraz geç hatırladım… Hoş gittiğin hayatlarda aynı hayalleri kuruyorsun şimdi. Başroller farklı, sonuç yine aynı olacak. Bende aynıyım hala. Mesela dün günlerden senin olmadığın bir gündü, bugün yine olmadığın bir gün, iki gün sonra yine olmayacağın bir gün. Takvimimde başka ihtimal kalmadı artık, her günüm sana daha da uzak... Aylardan Kasım, soğuk, sensiz ve karanlık. Bir gece yarısı sokak lambaları bile bir bir sönerken odamı aydınlatacak biri kalmadı artık. Yokluğunda pencereme vuran yağmur damlaları koştu imdadıma ve şimdi yağmur sesiyle uyumak paha biçilemez. Açın pencereleri efendiler, yastıklarınıza birkaç damla yaş düşürmenin tam zamanı. İlker Ardıç [email protected]


Kullanıcı Adı: ilkerArdic Hikayeye Buradan Ulaşabilirsiniz.


Uykuluk Söyleşisi Söylemesi ayıplar ayın başında geldi; beklemek “bek”ten türedi bense beklemekten hani güneşin ardında yalnızca gününü bıraktığı mevsimler poyraz açlığına son verecekmiş edasına bürünür ya şehirler, eski kap kacakların kahrı işte o vakit kolaylaşır. Masanın buna kayıtsızlığından soluğuna çatal saplayanlar olur. inan ki ben buna takılmıyorum, sadece poyrazın tabanımla teması men edilmiş sokaklara akşam üstleri türev serpmek müptelasıyım. Çünkü o esnada ben gözlerime dalarım onların ki aldatışlarına tanık olmadı bir başka göz Onlar, Mülayim Doğrucu'nun kan kardeşi gibidirler, onlar ki ne gördüyseler elim onlara râm oluyor diyorlar ki; kadınlar varmış kimisi açık saçlarıyla bilmem kaçıncı serpişimde kuyruklarını sallarmış diyorlar ki; adamlar varmış kimisi kabarmış bellerinde egosantrik şeytanları ayrıntılarından boşarmış. Ne giz kalırmış artık, ne de güz bu gidişle ve kıtalarda insanlar tehditlerini yinelermiş. Ben de diyorum ki Tüm bunları bir kenara istif edelim seninle gel sen bana hayatın öteki fiziğini öğret Çünkü ben bu saatten sonra kedi sevmem demedim. Bir öğreniş hipodromunda çaresizliği öğrendim böylece öğrenişi çaresiz kılmış oldum. öğrenilmiş çaresizlik ise daha sonra konu oldu Ve bilir misin bu tecessüs bana “Bu Ülke”den bulaştı zihnimin en kurak bölgelerine antolojiler dolusu kıymıklar battı inan gıkımı çıkarmadım. Çünkü konuşmak, kırmızı bültenlerin hezeyanlarından başka böğrümde açacak bir sonbahar olacaktı en fazla. Kinayelerin ipliklerini terzilere götürsem kepenklerin yarılanmış vaziyetine denk düşecekti. Sustum, Stephan’la satranç oynadım O ikinci dünyaydı bense yenidünya Alabildiğine kamburlaştık filleri tükettiğimizde. Bu ne makaraya alınmış bir çaycı neşesine ne de Londra ahalisinin öz güvenine benziyordu.


Derken iskeletlerinden oyun parklarına çıkılan bir zamanın beni hırçınlaştırdığı o an masadan kalktım ve bir müziğin pençelerine tutundum. Sanki St. Antonie'den çıkan ihtiyarın sakalları musallat oldu. Dişlisi bozulmuş çarkların güvercin pisliği dolu garaj önlerinde, mendil satmasına tanıklık etmiş bir tarihten ibaret oldum. Sorguladım kimyagerlerin sabuna muhtaçlığını Yağmurun paklayamadığına onlar cüret edebilir miydi… Hesaplarım tutarsızdı, alınışlarım pörsük ve tenörlerin en yıldırıcısı tuğlalarıma dokundu. Tuğlalar ve insanlar birbirilerine benziyorlar. Bir örüşük hal ki bu örümcek istifasına sebep... Şantiyedeki ustaların intihar nazariyesi belki. Dermanını alaşağı eden dertleri duymuşsundur; listelerinde zirvede kalmak ruhumun büyük sefaleti. Ve yollar kutsal kırıntılarımı kaldırıp üç kez öpmüyorlar. Ben nasıl yürüyeceğim, kalelerin bayraklarına midemi bulandırarak milletlerimi ne biçimde yok sayacağım… Milletler, benim milletlerim; hüznün yaslanılması en güç tırabzanında kol altlarıma döşekler seren milletlerim. Sürahiler dolusu narsist, boş sayfalar kadar masum. Düşün ve sorum, ata ve ana erkilliğini saptamak kallavi mesele Sorumluluk düşüyor işte, konforunu seven kaçsın. Nebi Eren Bayramoğlu [email protected]


Ölmüş Zaman Bir gün daha ölüyoruz Gau ve ben bunu yazarken birkaç dakika daha öleceğiz. Her gün biraz daha kaybedeceğiz kendimizden. Anılarımızdan ve anı olmak için geride kalanlardan biraz daha ölecek ve biz bu ölümü hissiz, sessiz yaşayacağız. Zaman dün olduğunda biraz daha ölmüş olacağız. Ta ki ölüm kendini tüketene kadar, bir parça daha koparıp alacak bizden. İşte tam da bunun için yaşıyoruz. Bir başka güneş doğduğunda, bir önceki güneş doğumu ölmüş olacak ve asla geri gelmeyecek ölmüş zaman. Düşününce geçmiş zaman diye bir şey olmadığını, tüm geçmiş olan zamanların aslında ölmüş zaman olduğunu anlayabiliriz. Gittikçe de dilimize dolayacağız bunu. Geçenlerde demek yerine ölmüşlerde diyeceğiz. Yapacağız bunu çünkü doğrusu da bu. Geçen bir şey yok, zaman ilerledikçe ölen bir şeyler var. Dün öldü mesela, yarın ise aslında yok. Yarın yaşamın ta kendisi. Geçmişe ölmüş diyorsak, geleceğe de yaşanacak demeliyiz bu sebepten. Yaşanacak zamanlarımız var Gau ve çok acıdır ki yaşanacak tüm zamanlar bir gün ölmüş zaman olacak. Benim için yaşanacak bir zaman kalmadı dediğimiz an ise artık ölümün kendini tamamıyla tükettiği ve kendi kendini bitirdiği an olacak. Günden güne ölen her şey son zerresine geldiğine, tamamlanmış bir ölüm olacağız. Bizler; sen ve ben gibiler ölü doğanlarız bu yüzden. Yaşanacak her saniye, bir sonraki saniyeyle hızla ölüp giderken, belki de bu sebepten karanlığa bu kadar tutkuyla bağlıyız. Özümüzü ve ait olduğumuzu bildiğimizden belki de bu kadar siyah ve karanlığız. Birkaç dakika daha öldük Gau. Hissediyor musun bizden gidenleri? “Acı” dediğini duyuyorum. Evet Gau, acı… Öldükçe kalbimizdeki acı da gittikçe güç kazanmaya başlıyor. Buradayım diyor, ölümü unuttuğun her saniye sana kendini hatırlatıyor. Nefesin, sanki boyunu geçen türlü türlü dikenli otların arasından zor şer yürüdüğün zaman hissettiğin his gibi, geçip gidiyor ciğerlerine. Acı… Hiç yaşamayacakmışsın gibi ama hep yaşıyormuşsun gibi. Tıpkı hiç ölmeyecekmişiz ama aslında hep ölüymüşüz gibi… Ben artık dayanamıyorum Gau. Görmenin de ötesinde bu baktıklarım. Bu yüzden bir günün daha ölümünü izleyecek dermanım kalmadı. Ölmüş zamanın içinde var olmuş herkesin tükenip gitmesine biraz daha dayanabileceğimi sanmıyorum. Perdelerin kapalı kalmasını istemem bu yüzden Gau. Bırak gökyüzünün perdeleri hep kapalı kalsınlar. Bulunduğumuz bu karanlıkta, görmekten ve şahit olmaktan uzakta sanki hiç ölmemiş gibi yapalım. Ölmüş zamanlarımız ve yaşanacak zamanlarımız yokmuş gibi yapalım. Hatta sanki hiç zaman yokmuş gibi yapalım. Bu örtülü göğün altında zamansızca durarak, var olmakla var olmamak arasındaki o ince ama bilinmez çizgide, karanlığın biraz daha tadını çıkartalım. Ta ki bu karanlık bizi de yutuncaya dek… Neslihan Şahin [email protected]


“Çiğdem Erken” Röportajı Her ay olduğu gibi bu ayda sanatçılarımızı sizlerle buluşturmaya devam ediyoruz. Bu ayın konuğu Çiğdem Erken. Açıkçası bir tesadüf eseri tanıdığım ve “neden daha önce duymadım?” dediğim müzisyenlerden. O kadar çok müzisyen çıkıyor ki, galiba ister istemez kaçırıyoruz. Sohbete geçmeden önce, Çiğdem Erken’den kısaca söz etmek isterim. Küçük yaşlarda müzikle tanışan Çiğdem Erken, 7 yaşında piyano çalmaya başlamıştır. Ankara Devlet Konservatuarı'nın ardından Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde Master ve Sanatta Yeterlik Programlarını bitirmiştir. 1994-1999 yılları arasında Ankara Devlet Operası'nda korepetitör ve orkestra sanatçısı olarak görev yapmıştır. 1994-1999 yılları arasında Ankara devlet Konservatuarı'nda ve B.Ü Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi olarak görev yapmıştır. 1999-2010 yılları arasında Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesinde Yardımcı Doçent statüsü ile görev yapmıştır. Geçtiğimiz sezon İBBŞT'de sahnelenen "Binali ile Temir" adlı oyuna yaptığı müzikler ile X. Lions Tiyatro Ödülleri Direkler arası Tiyatro Ödüllerinde "Yılın Özgün Tiyatro Müziği" ödülünü kazandı. Zaman zaman kendi yazdığı şarkılar ile konserler veriyor. Önceleri profesyonel yaşantıdan uzak tuttuğu şarkıları paylaşım sitelerinde büyük bir ilgi ile karşılaştı. Çoğunluğu re minör tonunda olan şarkılarının gördüğü ilgi üzerine "Kız Kafası" adlı albümünün kayıtlarını tamamladı. Ve sanatçı tiyatro müziği ile piyanist, müzik direktörü ve besteciliğini İstanbul da sürdürmektedir. - Sizce müzik, televizyonlarda mı, radyolarda mı, internette mi yoksa sokaklarda mı? Neden? - Müzik her yerde tabi ki. Müziğin büyüsü, dünyanın tüm organlarına yayılmış olmasında. İlkokuldaki çocuktan tutun da, halde sırtındaki yükü taşıyan işçiye kadar herkes bir şarkı mırıldanıyor. Müzik insanoğluna ilaç bir nevi. - Sizi müziğe çeken en büyük etken nedir? Sizce gençler bu aralar özellikle bir şeylerden


etkilendiği için mi bu kadar yetenek patlaması yaşanıyor? Yoksa başka nedenlerden dolayı mı? - Ben çok küçük yaşlarda müziğe vurulup yolumu ona göre çizdim. Dolayısı ile dinleyici olma şansını kaçırmışlardanım. Çok küçük yaşlarda nota öğrenmiş olmam ve enstrümana karşı büyük ilgi, müzikle yoğrulmuş bir yaşam armağan etti bana. Yetenek patlaması derken ne dediğinizi pek anlayamıyorum. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda her ülke ve ortamda olduğu gibi bizde de iyi ya da kötü, yetenekli ya da yeteneksiz, idealist ya da fırsatçı vs. türlü türlü müzisyen bu potada kaynıyor. - Yeni yetenekler demişken, müzik ile uğraşan gençler dizilerden, filmlerden, reklamlardan… Ama özellikle şu sıralar dizifilm jenerik müziklerinden çıkıyor. Olması gereken bu mudur? Yani artık ünlü olmanın yolu buralardan mı geçiyor? - Televizyon çok önemli bir araç. Normal yollardan insanlara ulaştırmakta zorlanabileceğiniz şarkıyı televizyon dizisi aracılığı ile bir çırpıda dinletebiliyorsunuz. Geçtiğimiz aylarda MedCezir dizisinde ünlenen “Dünyayı Durduran Şarkı” adlı şarkım bize bu kapıyı açtı açıkçası. Çok farklı bir dinleyici profili ile tanıştık. Şarkı yurtdışında da olmak üzere haftalarca listeleri zorladı. Burada sadece şarkının güzelliği değil aynı zamanda bir senarist ve yönetmen marifeti rol oynuyor tabii ki. Ama bu şu demek değil ki televizyonda çalan her şarkı birdenbire dillere düşer ve onu yapan kişi popüler olur. Televizyon dizilerinde sıfırdan patlamış çok fazla şarkı bilmiyorum açıkçası. Daha çok diziler tutmuş şarkıları bölüm içlerinde kullanarak seyirciyle kolay yollu bir empati kurmaya çalışıyorlar diyelim. - Hazır bu konu üzerinden ilerliyorken, iki şarkı ile meşhur olanlar var bir de… Onlar genelde “disko müziği” adıyla tabir edilen müziklerle popüler oluyorlar. Sizin bu kadar albümünüz olmasına rağmen isminiz onlar kadar anılmıyor. Sizce, bu tür müziklerle yüz binlere ulaşmak mı, sağlam işler yapıp kemik bir kitlenin kalbinde yer almak mı daha değerli? - Ben başkalarının adına böyle bir değer hesaplaması yapmak istemem doğrusu. Hayat bir seçimler yolculuğudur. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Ben kendi adıma iyi müzik yapmaya çalıştım bugüne kadar ve bundan sonra da öyle ilerleyeceğim. Bir şarkıyı yazarken ismim nerelerde anılır acaba gibi hesaplara girerseniz oradan ne çıkar bilmiyorum doğrusu. Popüler olmak bir müzisyen için asla kötü bir şey değildir. Ama iyi müzisyenler müziğini "ben ne kadar popüler olabilirim acaba?" sorusu üzerinden ilerletmezler. Bir yaz dinlenip kaybolacak bir şarkı yerine damaklara yavaş yavaş yerleşen şarkıyı tercih ederim. - Son çıkan albümünüze gelecek olursak adı, “Manita.” İsim babası kim? Ya da şöyle sormak gerekirse, albümlerinizin isimlerini belirlerken neleri göz önünde bulunduruyorsunuz?


- Albümlerimin isimlerini hep gönlüme göre belirledim. İlk albümüme "Kız Kafası" ismini koyarken de bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmemiştim açıkçası. Kız Kafası yıllar içinde bir söylem haline geldi neredeyse ve mahlasım olacak düzeyde benimle özdeşleşti. İkinci albümüm "İstanbul Kızı"'nın ismini de artık iyiden iyiye İstanbul'lu olduğumu hissettiğimden koymuştum. Manita yine benden çıkmış bir isim. Uzun zamandır yeni bir albüm yaparsam adını Manita koyarım diyordum. Manita çok sevdiğim bir kelime. Zaman içinde erkek dünyasında biraz hoyratça kullanılmış ancak ben onu "Sevgili" anlamında kullanıyorum. Üçüncü albümüm "Manita" çok sevdiğim birisine veda albümüdür. Dolayısı ile benim o kişiye son kez "sevgilim" demek arzumdur. - Albümde Halil Sezai ile düetiniz var, “Dünyayı Durduran Şarkı.” Şarkınızın hikayesinden ve Halil Sezai ile nasıl bir araya geldiğinizden bahseder misiniz? - Dünyayı Durduran Şarkı benim Vasıf Öngören'in Zengin Mutfağı oyunu için yazdığım sözlerini Aslı Öngören'in yazdığı bir sahne düeti. Şarkıyı albüme koymak fikri bir dinleyicimin sosyal medya üzerinden bana ulaşması ile oldu. Şarkının orjinal haline yakışacağını düşündüğümden bir oyuncu ile birlikte seslendirmek istedim. Halil Sezai eski bir dostumdur. Birlikte tiyatro sahnesinde de çalışmalarımız olmuştu. İlk aklıma gelen ve aradığım kişi o oldu. Teklifimi sevgiyle kabul etti ve geldi. İskender Paydaş'ın da müthiş katkılarıyla şarkı bu haline büründü. - Albüm hazırlarken, bir tema üzerinden mi gidiyorsunuz, yoksa kalbinize ve ruhunuza dokunması yetiyor mu? - Ben plansız bir şarkı yazarıyım. Bir günde iki şarkı yazdığım da olur üç sene bir şey yazmadığım da olur. Albümlerimi hazırlarken bohçada birikmiş şarkılarımı önüme alıp kalbimin sesini dinliyorum. Zaten neredeyse tamamıyla yaşadıklarımdan, çektiklerimden yazıyorum. O günlerde beni en iyi anlatan şarkılar hangileriyse potaya onlar giriyor. Yeni albüm yapıyorum haydi şarkı yazalım durumuna ben inanmıyorum. Albüm için şarkı yazmak bence suni bir üretim. - İleriki çalışmanızda ya da çalışmalarınızda düet yapmak isteseniz, aklınızdaki isim kim? Düet yapacağınız sanatçıyı hangi kriterlere göre belirliyorsunuz? - O kadar çok sevdiğim müzisyen var ki. Ne mutlu bana ki birçoğu ile albümlerimde buluşma şansım oldu. Kiminle düet yapacağınıza biraz da şarkı karar veriyor. Şarkı sahibini seçiyor çoğu zaman. Hangi şarkıyı söyleyeceğime karar vermeden kiminle söylemek istediğimi bilemiyorum doğrusu. Ama üstatlarımızdan kim çağırsa koşa koşa giderim tabii ki :) - Dizi ya da film teklifleri geliyor mu? Düşündüğünüz oluyor mu oyunculuk yapmayı? Yoksa “müzisyenlik dışında bir iş yapmam” diyenlerden misiniz? - Oyunculuk yapmayı asla düşünmüyorum. Belki bir projede minik bir konukluk olabilir ancak.


Herkes iyi bildiği ve sevdiği işi yaparsa dünya daha güzel bir yer olur. Sırf iyi kötü yapabildikleri için sanat dalları arasında dolanan insanların kendilerine ve genel kaliteye zarar verdiklerini düşünüyorum. Ülkemizde çok rastlanılan bir durum açıkçası. Herkes oyuncu, herkes müzisyen… Müzik dışında yapacağımı tahmin ettiğim tek şey yazmak. Çocukluğumdan beri bir şeyler karalıyorum. Emeklilik hayalim budur. - Röportajımızın sonuna geliyoruz. Vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için Kültür Çıkmazı Dergisi ailesi adına teşekkür ediyorum. Son olarak neler söylemek istersiniz? Belli olan konser, etkinlik tarihlerinizi de paylaşabilirsiniz. Son söz sizin… - Konser tarihlerimizi sosyal medya üzerinden düzenli olarak duyuruyoruz. Dinleyicilerimiz twitter, facebook ve instagram üzerinden her türlü detaya ulaşabilirler. Sizlere ve müziğimi takip eden herkese sonsuz sevgilerimi sunuyorum… Selin Sabcıoğlu [email protected]


- Onur Kırkaç -


- Onur Kırkaç -


Yazmak Yazmak, en eski anlatım şeklidir. Konuşmak ve dokunmaktan da eski… Taşların üzerinde başlamış serüveni ve günümüze kadar türlü maceralar yaşamış. Kalem ile yazmanın yerini de zamanla klavye ele geçirmiş. Ama ben hala elle yazarım. Çünkü onun yerini hiçbir şey tutmaz. Gözleriniz sürekli ekran ile klavye arasında gelir gider. Bir süre sonra iki yeri birden takip etmekten yorulursunuz. Ama kağıda yazarken, sadece oraya odaklanırız, düşüncelerinizi, hayallerinizi yani bütün duygularınızı daha iyi duyabiliyoruz. Hem ne şarjı bitiyor, ne de elektrik çok tüketiyor. Ufak bir ışık bile yetiyor, yazmak için… Her yere daha rahat taşıyoruz. Yazmak sadece anlatım şekli değil. Bir sırdaş aslında, oturup saatlerce yazsanız bile hiç kimseye tek kelime etmez. Sayfalarının arasında sonsuza dek saklar. Bütün şairler, yazarlar yazarak hayata dair her şeyi anlatmışlar ama yazmanın bizzat kendisini kaç kişi anlatmış? Yazarın hayatı anlatılmış ama yazmanın hayatı anlatılmış mı? Dili olsaydı, kim bilir neler anlatırdı? Kim bilir asla söylemez dediğimiz kaç sırrı ortaya saçardı? Belki hepsini, belki azını, belki de hiç birini… Ben ikinci dil olarak tanımlıyorum. Çünkü konuşmadan çok sonra öğreniyorsun. Hatta yazmayı konuşmadan çok seviyorsun. Benim gibi… Hatta belki de mesleğin bile oluyor, ya da olacak. Konuşacak insan bulamadığında hemen kalem ve kağıt aranıyorsun. Üçüncü elin gibi oluyor. Bazen hayattan soyutluyor, bazen de tam aksine hayatın tam ortasına bırakıyor. Yalnız da kalıyorsun o orta yerde, milyonlarla da yürüyebiliyorsun. Bazen kimisinin “Bir bez parçası” dediği şeye öyle bir şey yazıyorsun ki, katılanlar da oluyor ortalığı birbirine katanda… Yere yazıyorsun, duvara yazıyorsun. Çünkü kağıt yetmez oluyor. Ya da o kağıt dayanıksız, korunaksız kalabiliyor. Daha güçlü bir şey arıyorsun ve bir de bakıyorsun ki, duvar. Yazıyorsun, ne olduğunu o an umursamadan ya da çok umursayarak yazıyorsun. Başına türlü işler geleceğini bilsen de aldırmıyorsun. Sonuç olarak yazmanın ucu bucağı yoktur. Deniz gibi, gökyüzü gibi… Onu nerede, nasıl, hangi amaçla kullandığına bağlı. Kötüye kullanırsan eline


ayağına dolanır sonun da yalnız bırakır. Ama iyiye, doğruya, sanata yönlendirirsen değil yıllar, yüzyıllar hatta asırlar geçse de seninle birlikte yürür. Senden sonra o yürümeye ve yanında yaşadığı kadar, seni de yaşatmaya devam eder. Benden tavsiye yazın. Ama kağıda yazın, kağıdı terk etmeyin, kalemi, silgiyi öksüz bırakmayın. Klavye unutur ama defter asla unutmaz. Klavye hafızasında tutmaz ama defter asla unutmaz. En güzel terapi yöntemi yazmaktır. İnsanı alır diyar diyar dolaştırır. Hayaller alemini keşfetmenize olanak sağlar. Hem de ücretsiz. Yazın dostlar, yazın ki tarihler silinmesin. Tarih yazın, hem de yazdıklarınızla, hem de yazınızın sağ üst köşesine. Tarih yazın k, ne zaman yazdığınızı bilin. Yazın dostlar yazın. Ne demişler, “Söz uçar, yazı kalır.” Ben daha çok yazarım aslında ama her şey gibi yazmayı bir yerde bırakmak lazım değil mi? Bırakmak dediysem de yeni bir yazıya kadar, tamamen değil. Defterle kalın, kalemle kalın hoşçakalın… Selin Sabcıoğlu selinsabcıoğ[email protected]


Kalemin Bedenleri ellerim kirli kirli oturdum sofraya Clementine. ellerimin kiri, oyunumun kiriydi... oyun oynamaktan geliyorum dedim, -kurbağalara bakmak gibi bir şeydioysa sayamadığım birçok ayak, koşa koşa çıkmıştı merdivenlerden. beni, çağırmaya gelmişlerdi... (şiirimi intihal ediyorum Clementine çöz boğazındaki ipi.) oyunumun kiri, temizler mi insanlığın görüntü kalitesini? ya da canlandırabilir mi senin renklerini? yoksa, benim mi ellerimi yıkamam gerekli? ben, sorularımın yanıtlarını beklerken gel Clementine. otur şöyle... sana tost, bir de kivi ısmarlayayım. maksat; “soundtrack”siz kalmasın çocukluk... öyle ya, “bize yol gösterecekti” Clementine. biliyor musun? yollar kapalı Clementine... kanla karışık yağmurlar, karlar var burada. yollar kaygan... park halinde yaşamlar çarpıyor çamurdan pastalarımıza. ben yine de yıkamayacağım ellerimi, çamurumuzun biraz da onlara bulaşması adına... beni mavi kabarcığın içine al Clementine! “bu çok tehlikeli olsa da...” Ayça İşbilen [email protected]


Masiva II Zaman kaybolmuştu avuçlarında. Ellerinde bir miktar yalnızlık... Ve ürkek bakışları üzerine çekmişti, yitip giden bir sonbahar şafağında. Bir gül tüm güzelliğini unutmuş ve eşsiz kokusunu sanki ona adamıştı. Herkeste bir heyecan, şu kasvetli göğe bakıp en renkli düşlerini gözleri önüne getirmiş onu seyrediyordu. Onun gülüşüne sahip olabilmek için bir kuş neredeyse özgürlüğünden vazgeçecekti. Ve terk edilmiş her bir çocuğun gece buğulu camlara sevdiklerini yazması kadar duygusal bir tebessüm, yüzde beliren. Herkesin gözüne hitap eden bir güzellik bu bahsettiğim. Yeşerirdi tabiat, sanki binlerce çiçekle süslü bir botanikte. Mesela onu milyonlarca kelebeğin içinden seçebilirsiniz. O her şeyin başlangıcıydı. Ve ben ondan önceki hayatımı hatırlamıyorum. Sanırım miladım onu görünce başlamıştı. Yaşlanmak onun için zamana meydan okumak gibiydi. Güzelliği zamanın ötesinde, ay ve güneşin sessizliğinde varlığı. "Aşk, bir masumun cebine sıkıştırılmış birkaç satır yalnızlık…” Bilal Çakıl [email protected]


Mektup Ritüeli Altıncı Mektup: Matruşka Nergis Sen bir şekilde karşıma çıkana dek rüyalarımın tek hakimiydim. Sense gelip benim rüyalarıma hükmetmeye başladın. Kendi rüyalarımda figüranlaştım. Seni tanıdıktan sonra tek perdede bitirebildiğim bir gece olmadı. Uzun soluklu pek çok sahneni izledim. Bir geceye kendini defalarca nasıl sığdırabiliyorsun bilmiyorum. Psişik güçlerinin olabileceğine dahi ihtimal vermeye başladım. Zaten kara büyü var gözlerinde ve bu bilinen bir şey falcı. En renkli karayı gözlerine bahşetmişler. Mücevherlerin tüm renkleri soğurmuş. Umarım kargaları neden bu denli sevdiğimi anlamışsındır artık. Kara düşler kitabında siyaha mühürlendim çünkü. Siyahına... Şüphesiz ki sen ruhumu kalbine düğümleyip beni büyüledin. Bu büyüleyiciliğinin yan etkileri var üzerimde. Bazı geceler kalkıp ölüme üstüme alınmak istiyorum. Senin hiç üzerine alınmadığın sevgimin aksine... Oysaki aksettiğim her yerde sen varsın. Narsis'in düştüğü göl şahidim olsun ki bana senden başka bir şey yansımadı, yansımıyor. Başka hiçbir falcı düğümleyemedi ruhumun damarlarını. Sen bilinenden farklı olarak, uyuduktan sonra kulaklarıma çalınan bir ninnisin. Dünya üzerinde ki en efsunlu şarkı... Ekho perisi kulaklarımda yaşıyor senin sesinle yankılanarak. Ses tellerinden bana göç edenler şimdi sonsuzluğa meydan okuyor. Misafir sandığım tınılar tüm benliğimi esir alıyor. Sende doğdukları bildiğim su perileri de hüznüme yardımcı oluyor sonra. Gözyaşlarımın yetersiz kaldığı yerde, senden aldıklarıyla bana sakilik ediyor. Bay Narsis ölüyor... Yazık ki kimse çürümüş bedeninin aslında aşk külü olduğunu bilmeyecek. Çünkü seni daha görmemiş olduklarından, birçok kişi efsanelere inanmıyor. Bilmiyorlar ki ben bir efsaneyi yaşıyorum. Bir efsaneden uzakta...


Sen şimdi küllerimden doğ! Bu efsanenin Nergis'i sen olmalısın. Ve bilmeli ki herkes ben sadece bir çiçeğe aşığım. Aslında ben bir “sadece’nin” çok azıyım. Yani sakın ola da alınma. Ben sana Çiçek de derim, Nergis de, Nur da, Meliha da... Çünkü güzel şeylerin tek bir ismi olmaz. Senin birbirinden farklı 23 ismin var. Seni ufacık bir kalple, nasıl bu kadar çok sevdiğime de anlam veremiyorsan eğer endişelenme. Bu, sevgimin yalan olduğundan değil. Sadece kalbimin ''içi dışından daha büyük.'' Sen hiç açtıkça içinden daha büyük olanlarının çıktığı matruşka bir bebek gördün mü? Ben bir keresinde buna benzer bir şey görmüştüm rüyamda. Sen gelmiş kalbimi söküyordun. *Narsis/Nergis Efsanesi'ni incelerseniz yazılanlar size daha anlamlı gelecektir. Fatih Albayrak [email protected]


Künye: Yazar: Neil Gaiman Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş Yayınevi : İthaki Yayınları Sayfa Sayısı: 192 Baskı Yılı: 2014 Dili: Türkçe Tür: Fantastik Kurgu Arka Kapak Yazısı: Bir kelebeğin kanatları kadar narin ve hüzünlü. Karanlıktaki bir bıçak kadar tehditkâr ve korku verici. Neil Gaiman, sarsıcı eseri Yolun Sonundaki Okyanus'ta, insanı insan yapan tüm duyguları ortaya çıkarmakla kalmayıp, okurlarını onları çevreleyen karanlıklardan korunmaları için geçmişin sığınağına davet ediyor. Hikâye, kahramanımızın çocukluğuna dönmesi ve evinin yanındaki gölün aslında bir okyanus olduğunu iddia eden Lettie Hempstock'a dair anılarının canlanmasıyla başlıyor. Bu andan sonra; küçük bir çocuğun fazlasıyla ürkütücü, garip ve tehlikelerle dolu geçmişine doğru bir kapı açılıyor. Artık, yolun sonunda neyle karşılaşacağını kahramanımız da bilmiyor… İnceleme Aslında kitabı alırken hiçbir şey düşünmedim. Hatta itiraf etmem gerekirse aldığımdan bile pek haberim yoktu. Öylece almışım. Nitekim bir solukta okudum ve bitti. Öncelikle kapaktan başlamak istiyorum. Kapağın mavi oluşu ve görseli kitabın içeriğiyle oldukça örtüşüyor ama kapağın ortasında armut gibi çevirmenin isminin yazılmış olmasına bir anlam veremedim. Beni rahatsız etti. Yabancı yazarların her kitabının çeviri olduğu açık ama neden bu kadar göze sokarcasına orta yere yazılmış anlam veremedim. Bence çok itici duruyor. Nedendir bilmem tüm kitap boyunca beni en çok rahatsız eden tek şey buydu. Yazar aslında son sayfalarda bir hikâye yazmak adına başladığını belirtmiş ve sonuç olarak bir hikâye olamayacağını, bir kitap olacağını anlamış. Tam anlamıyla bir roman


diyebilir miyim bilmiyorum. Yani alışılagelmiş okuduklarımdan biraz uzak göründü bana. Daha çok uzun soluklu bir öykü diyebilirim. İçeriğe gelirsem ana karakterin kendi anlatımı karşılıyor bizleri ve inanın ana karakterin adı nedir ben de bilmiyorum. Okumadığıma eminim ya da aslında sanki okumuşum da, aslında hiç okumamışım gibi geliyor. Kitabın içeriği dolayısıyla da böyle bir hisse kapılmış olabilirim. Geçmiş ve geçmişe dair yaşanan anılar ve bu anıların unutulmuşluğu ya da hatırlanış biçimiyle alakalı bir kitaptı. Eh, çokça unutkan olan benim gibi birinin, kendinden birçok parçayı bu kitapta bulması ve kahramanla kendini bütünleştirebilmesi zor olmuyor. Kitapta hoşuma giden diğer şeylerin karanlık ile alakalı olan kısımlar olduğunu söylersem, sanırım beni tanıyanların anlayışla karşılayacağını varsayabilirim. Kara kediler, unutkanlık, evren, hiçlik, kendini içine çeken karanlık gibi şeyler hep hoşuma gitmiştir. Tüm bu olguların ve tuhaf bir ailenin de iç içe geçtiği bir kitap bu. Üstelik kahramanda yedi yaşında. Biraz daha değişik çalışsaymış yazar masal diyebilirdim aslında. Kitap incelemelerinin çok da mantıklı olduğunu düşünmem. Nedeni ise; içeriğin neredeyse bir kısmının açıklanması gerektiğinden ötürü. Bu sebeple sanırım kitabın arka kapak yazısı bu işi benim yerime yapıyor. Farklı bir fantastik dünya, farklı bir bakış açısı ve farklı bir olay örgüsü demekten de başkası gelmiyor elimden. Belki de hiç aklınıza gelmeyecek birkaç şey ile karşılaşabilirsiniz. Belki de bazı şeyler size daha önce farklı romanlarda okuduğunuz bazı yaratıkları hatırlatacaktır. En azından benim için böyle oldu. Kahramanın başına gelenlerin talihsizlik mi yoksa şans mı olduğuna siz karar vereceksiniz. Unutmadan ilk sayfadan itibaren su gibi akıp giden bir anlatıma sahipti ya da benim için böyleydi. Sonuçta her insanın bir kitabı okuma şekli değişiktir. Benim okurken devam edemediğim bir kitabı, bir başkasının kısa bir sürede okuyup bitirdiğini de gördüm. Bu kişiden kişiye değişse de olay örgüsündeki hareketlilik bence bir çırpıda okumaya imkân sağlıyor. Ayrıca betimlemedeki incelik de hoşuma gitti. Benim diyeceklerim bu kadar. Okumayı düşünenlere iyi okumalar dilerim. Neslihan Sahin [email protected]


Serüven bir sevda serüvenidir arzum… bir bulutun üzümünü yıkamadan yemek bir asmanın yağmurunda ıslanmadan yürümek... erbabına uymayarak yaşamak yani... akıntısına kavuşup bir denizin kapılmak belki sevgiliye... girdabından taş çıkarmak... bir şelalenin sonunu bilmeden başına varmak... yüzyıllar boyunca mitolojiden etimolojiye ortaçağın uyuşukluğundan günümüz şehirlerin hareketliliğine feyz alarak ne varsa yaşanmamış yangınlara atılarak inadına köpük köpük kaynamaktır isteğim… zaman ayrımı bilmeden farkına vararak sevip tersine çevirerek yaşamak her şeyi... daha söyletmeyin beni... Sibel Ayan [email protected]


Garip Çeşme Dün bir çeşme gördüm virane olmuş Yollarına güller saçmaya durdum Ata yadigârı sarıp solmuş Eğilip suyundan içmeye durdum Kalbi yaralanmış gözyaşı akar Masum çocuk gibi yüzüme bakar Hüzünlü kalbinde şimşekler çakar Makûs talihini açmaya durdum Sevgiye hasretti mimarı kayıp Bu vefasızlığı yapmayın ayıp Ben onu bir Şirin bir Leyla sayıp Koluna girip de kaçmaya durdum Mevlana, Yesevi, Yunus izinde Dersimi almışım aşkın dizinde Akyüz der Sinan’ın dost denizinde Umut gemisiyle geçmeye durdum. Birkan Akyüz [email protected] “İçime Gül Damladı” kitabından.


“Tool” İnsan ruhuna işleyen ve albümlerinin her biri başyapıt niteliğinde olan bir grubu tanıtmak istiyorum size. Delilik ve dahilik arasındaki ince çizgide bir o tarafa bir bu tarafa geçen, sözlerini hem anlayabildiğin hem anlayamadığın, kafandaki sorulara cevap verirken bir yandan da yeni sorular oluşturan ve müziğe bambaşka anlamlar yükleyen grup… Tarzı ve deneysel müziği ile entelektüel boyuta sahip nadir gruplardan birisi olan Tool’dan bahsediyorum elbette. Şimdi bu grubu daha ayrıntılı inceleyelim. Tool, 1990 yılında davulda Danny Carey, vokalde Maynard James Keenan, gitarda Adam Jones ve basgitarda usta bir isim olan Paul d’Amour kadrosuyla kuruldu. Bu grubu kategorize etmek her zaman zor olmuştur. Müzik eleştirmenlerinin birçoğu “alternatif metal” olarak tanımladılar. Tool, sözleri ve klipleriyle dünyada yankı uyandırmış bir grup. Kariyerleri boyunca birçok grup ile birlikte isimleri anıldı. J. Keenan ayrıca A Perfect Circle, Puscifer gibi birçok grupla çalışmıştır. Grubun müziğini etkileyen birkaç grubu sıralamak gerekirse onlar: “Led Zeppelin”, “Pink Floyd” ve “Rush”tır. 1991 yılında kendi adını taşıyan ilk demoyu piyasaya süren grup, aynı sene Rage Against The Machine, Rollins Band, Fishbone ve Skitzo gruplarıyla konserler vermeye başladı. Tool profesyonel müzik kariyerine 1992 yılında “Opiate” adlı EP ile sesini duyurdu. Albümde sosyolojik sorunları dile getiren Tool üyeleri, enstrümanların üzerindeki yetenekleriyle büyüleyici bir ses yakaladı. Grup genellikle uzun şarkı yapmaktadır ve Keenan’ın mükemmel sesi, gitar efektleri, mükemmel riffler ve sololarla şarkılarını çok iyi harmanlayan nadir gruplardan biridir. Tool birkaç yılını en iyi albümü kaydetmek için harcasa da, bütün bu zamana değmiştir. Bu albümden “Hush” ve “Opiate” single olarak yayınlandı ve “Hush” parçasına bir de klip çekildi. İlk albümünü 1993 yılında “Undertow” adıyla piyasaya süren grup, kapağıyla ve içindeki kitabıyla oldukça dikkat çekti. Albüm birçok metal hayranının en sevdiği albüm haline geldi ve albüm içeriğinde progressive müziğini de


barındırmaktaydı. Bazı şarkıların Dream Theater’ı andırdığını bile söyleyebiliriz. Albümde bulunan “Sober” ve “Prison Sex” parçalarını single olarak yayınladılar. Bunlara Adam Jones yönetiminde klip çeken Tool, Prison Sex’in rahatsız edici içeriği nedeniyle birçok televizyon kanalı tarafından yayından kaldırıldı. Aynı sene “Lollapalooza Festivali”nde verdikleri konserde yoğun bir ilgiyle karşılaştılar. Canlı performanslarıyla adeta devleşen grup, konser sonrasında “Undertow” albümünün satışlarının artmasını sağladı. Henüz ilk albümlerini yayınlamalarına rağmen oldukça iyi bir başlangıç yaptılar ve bu başarı onlara altın plak getirdi. 1995 yılında ikinci albümlerinin kayıtları sırasında basçı Paul d’Amour gruptan ayrıldı ve yerine Peach grubundan Justin Chancellor geldi. 1996 yılının ekim ayında “Stinkfist” adlı single yayınlayan grup, bu parçaya da Adam Jones’un yönetiminde video çekip bir kez daha televizyonda görünmekte zorlandı. Ardından “Ænima” adlı ikinci albümlerini yayınladılar. Grup bu albümü, Amerikalı komedyen Bill Hicks’e adadı. Dinleyiciler ve eleştirmenlerce iyi izlenimler alan albüm bir önceki albümlerine oranla daha fazla ilerici ses barındırıyordu. Bu albümden “Stinkfist” dışında “H.”, “Ænima” ve “Forty Six&2” parçaları single olarak yayınlandı. 1997 yılında “Ænima” parçası “En İyi Metal Performansı” kategorisinde Grammy ödülüne layık görüldü. 1999 yılında grubun solisti Keenan ve Tool’un gitar teknisyeni Billy Howedel ile birlikte A Perfect Circle grubunu oluştururken, medyada Tool’un dağıldığına dair söylemler konuşulmaya başladı. 2000 yılında “Salival” adlı box set albümünü yayınlayarak bu söylemlere cevap vermiş oldu. 2001 yılının başlarında “Systema Encéphale” olarak açıklanan ancak mayıs ayında “Lateralus” adıyla üçüncü albümlerini yayınladı. Bu albümde de karmaşık sesini devam ettiren grup, albümün sözlerinde felsefe, mistisizm ve simya bilimi gibi konular işledi. Albüm yayınlandığı hafta Billboard listelerinde zirveye yerleşirken, “Schism”, “Parabola” ve “Lateralus” parçalarını single olarak yayınladı. “Schism” ve “Parabola” parçalarına klip çeken grup aynı zamanda “Schism” şarkısıyla “En İyi Metal Performansı” kategorisinde ikinci Grammy ödülünü kazandı. 2005 yılının sonlarına doğru iki tane DVD piyasaya süren Tool, bu DVD’lerden sonra bir kez daha sessizliğe gömüldü. 2006 yılının mayıs ayında “10,000 Days” adlı dördüncü albümlerini piyasaya sürdüler. Amerika listelerinde yeniden zirveye yerleştiren albüm büyük beğeni topladı. Ayrıca Adam Jones’un tasarımladığı üç boyutlu albüm kapağı fazlasıyla ilgi çekti. Albümün sözlerinde farklı kültürlere göndermelerde bulunan Tool, “Vicarious”, “The Pot” ve “Jambi” parçalarını single olarak yayınladı. 2006 yılında “En İyi Albüm Kapağı” kategorisinde Grammy ödülünü kazandı. Tool, yaptıkları müzikle Staind, Cold, Disturbed ve daha birçok gruba örnek oldu. Red Special • Tool’un ilk albümü olan “Undertow”, ismini Karl Marx’ın ‘toplumların en önemli uyuşturucusu dindir.’ sözünden etkilenerek koydu. • Kapağıyla ve içindeki kitabıyla dikkat çeken “Undertow”, içerdiği bazı resimlerden dolayı bazı


müzik dükkanlarında satışa sansürlü olarak sunuldu. • “Undertow” albümünün arkasında bulunan domuz resmi, Adam Jones’un evde beslediği domuzlardan biridir. • İkinci albümleri olan “Ænima”, Carl Jung’un psikolojide sıkça kullandığı terim olan ve hayat gücü anlamına gelen “anima”dan geldi. • Danny Carey, “Lateralus” şarkısında attığı ritimler fibonacci dizisi oluşturur. Yani ritimler 1,1,2,3,5,8,13 olacak şekildedir. Bunu “Black then white are, all i see in my infancy. Red and yellow then came to be, reaching out to me. Lets me see” kısmını dikkatle dinlediğinizde duyabilirsiniz. • Danny Carey’den asla alışılmış bir ritim duyamazsınız. Yazmış olduğu davul ritimleriyle gitar birbirini tamamlar. Carey’i dinlerken “bu ritimleri atabilmek için insanın fazladan bir kolu daha olmalı” diyebildiğim nadir insanlardan. Hatta davulcular arasında “Danny Carey is god” sözü dolaşır durur ve bu da ne kadar iyi bir davulcu olduğunu kanıtlar nitelikte. Stüdyo albümleri • Undertow (1993) • Ænima (1996) • Lateralus (2001) • 10,000 Days (2006) Özge Özgüner [email protected]


Ayrılığın Avuçları Bu gece yüzümü tartaklayan heceler silsilesinde: Seni özler, Dudaklarımın eti. Seni sorar durur, Dilimin kaynar sularında bekleyen kelimelerim. Sessizlik denen asi, Boğazımda çığlık olup ufak ufak dağılıyorken Yüreğimin yokluğunla terbiye edilmiş, Issız sokaklarına; Bir kuş olmuşçasına uçar öylece Sinemdeki mutlulukları çalıp giden bir umut. Sonra gözyaşlarım, ruhumda bir yol bulup Acıları peşine takarak Akıp gider usulca Tenimi yalnızlığın selinde boğarak. Pencerelerde yüzünü görmek isterim Ama bilirim ki Sensizlikle sarıldığım yastıklar bile Düşmandı aslında bana. Çünkü onlar kimsesizliği, her zaman tek kalmayı seçmişti Fakat ben bir türlü beceremiyordum, Yokluğunla geçecek saatlerde Yapılacakları. Bu gece, duvar saatimde neden geçtiğini bilmeyen zaman Uzanıyorken öyle sere serpe Kulaklarımı deli eden bir suskunlukla; Gözbebeklerimin kırılan camlarından sızan Bir anlamsızlıkta: Dudaklarıma bir gömlek misali giydiğim gelmeyişinle Bir sabaha daha uyanır şehir ve ben, Kirpiklerimin kabrine bir hasret daha serpip Alnımın yıkılmayı bekleyen duvarından atlayarak Düşerim bedenimi bir ölüyü yıkarcasına yıkayan Ayrılığın avuçlarına… Barış Ünlü Misafir Yazarımız


Hayata Merhaba Ben sevgilerden sevgi beğenmiştim Hayatta kalmayı becermek için, Ben anılardan anı beğenmiştim Geri dönüp arkama bakakalmamak için, Ben hayatımı beğenmiştim Karşımdaki aynayı kırmamak için Ve her insan ilk kendi çocukluğundan beğenirmiş. Bu hayatsa neler var olacağını kendisi sayarmış, Bu hayat sadece kendisini beğenen bir inatçıymış. Bu yollardan kendime ne yollar seçtim, Ne çok ettiğim yeminlerden terk ettim, Eski acıları boş sayıp es geçtim Bildiğimi sandığım bu hayatı öğrendim. Yaşamaya değecek şeyler varsa da Çekingenliğimle serdim önüme eskileri, Kurcaladım ve düşündüm uzun uzun Bazılarını da unutmaya çalıştım ama Atılmaya değer çok şey olsa da silinmezmiş Önümdeki bu insanlar, bu ev, bu yabancı ve bu hayat. Bu hayat Neler olup biteceğini gösteren, Sürekli sürprizleri sergileyen Yaşlı gözlerimden bir alanmış. Bu hayat Rüyalardaki meşhur periyi getiren, Sonra birden gözümün önünden kaybeden Ve hemen unutmamı isteyen Hinayetmiş. Sabah olduğunda ben başka bir hayatta olacağım. Herkesin çekindiği bir yer vardır ya Benimkisi de burasıymış. Bu sabah buğulu penceremden baktığımda, Başka bir şehrin selamıyla, Başka bir açıyla HAYATA MERHABA. Emin Can Soyuçok Misafir Yazarımız


İnsan Üzerine İnsan olmak zor demiştim daha önceleri, içinde cevherler olmalı demiştim. Hala da öyle düşünmekteyim. Lakin herkese insan denmez. Ben kalbi olan insana, sevmesini bilen insana insan derim. Günümüz şehir hayatının yozlaştırdığı toplumun bir üyesi olarak acımaktayım başta kendi halime… Düşünmekteyim ve arayıştayım çıkış yolunu. Yoz topluma modern diyen fanatik batı düşünceli vatandaşlara da tepkiliyim. Bu muydu batı batı diye direttiğiniz? Değerlerimizi hiçe sayıp unutmak mıydı? Önceliğimiz olan insanlığı, varlığımızı, benliğimizi unutmak mıydı? Zannetmeyin ki doğu-batı ayrımı yapan biriyim. Ne doğu ne batı, insanın doğusu batısı olmaz. Hisleri olur insanın, duyguları, öncelikleri, atmakta olan bir kalbi ve düşünen bir beyni. Sizlere sesleniyorum ben duyarlıyım diyenler! Kaç kez ziyarete gidiyorsunuz akrabalarınızı? Bir gelmesinler bakalım evinize, siz de onlara gidiyor musunuz? Ya da kaç kez bağış ve sadaka da bulunuyorsunuz? Veyahut en basiti kaç defa bir yaşlıya otobüste yer veriyorsunuz? İnsanları dinleyip onların derdine ne kadar ortak oluyorsunuz? Hiç düşündünüz mü? Komşunuz sabahleyin size ne diyor? Günaydın nedir hatırlıyor musunuz? Karşılaşıp selam vermekten hepimiz kaçmıyor muyuz? İşte gelinen nokta budur günümüzde. Tabi bu duyarlı insanlar yok demek değildir elbette. Vardırlar lakin gün geçtikçe nesli tükenmektedir. Sormakta haklısınız elbet sen ne kadarını yapıyorsun bu dediklerinin? Diye. Belki ben de farksızımdır yozlaşmış yeni nesil insandan. Yalnız ayırt edici bir noktam vardır. Olan bitenin farkındayımdır. Ve kendi kalbimden başladım insanı düzeltmeye! Herkes kendinden başlamalıdır bence dünyayı düzeltmeye… Daha iyi bir dünyada görüşmek üzere… İsmail Mert Düzel Misafir Yazarımız


Deniz Kıyısında Denize bakıyorum. Ufkun ötesinde bir yerdesin biliyorum. Bulutlarla örtülmüş yolların görüyorum. Ellerinde solmuş papatyalar biliyorum. Al pembe yanaklarından süzülen göz yaşı hissediyorum. Gün ışığında karanlığa gömülüşün görüyorum. Karanlıktaki keskin çığlıklarını duyuyorum. Ufak ufak kayboluşunu hissediyorum. biliyorum. Doğukan Paker Misafir Yazarımız


Bir Sabah Ezan Okunmasa Şehirde Bir sabah ezan okunmasa şehirde Yakışır üstlerine, ötüşleri martıların Günlük tutar öğrenciler belli belirsiz Saat üçte ki dersler hep boş geçer Bir sabah ezan okunmasa şehirde Tan vakti gibi kokar sevdiğimin saçları İntihar olur süsümüz, parfümümüz şehvet Ağlamayı unuturuz otuz iki dişimizle Bir sabah ezan okunmasa şehirde Yatmalara doyamasak sabah sessizliğinde Kaç defa isterim, kaç defa olmaz bu Bilmem ki ne vakit şiirler kabul olur? Süleyman Berç Hacil Misafir Yazarımız


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.