Kültür Çıkmazı Dergisi 2. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

68 downloads 101 Views 24MB Size

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmenleri İlker Ardıç Şeyma Sakallı Editörler Burcu Kılıç Seda Kamburgil Yazarlar Aykut Körmamuoğlu Bayram Kaynakçı Ergül Yılmaz Esra Atabay Hacer Yıldırım İrfan Karabulut Melis Genç Meltem Gökce Muhammed Eyüp Yavuz Murat Erdoğan Murat Kandemir Murat Can Dolğun Nagehan Kazancıgil Nazlı Deveci Nazlı Yıldırım Özge Özgüner Ülkü Mehtap Zoroğlu Yasin Gel Misafir Yazarlar Gamze Öçal Onur Fatih Aladağ Hülya Şit twitter.com/kultur_cikmazi facebook.com/kulturcikmazi [email protected] İlk sayımızda bize destek veren herkese teşekkür ederek başlamak istiyorum. Son bir ayda dergimizde o kadar çok gelişme oldu ki hangisinden bahsetsem bilemedim. Öncelikle artık bize yeni internet adresimiz “www.kulturcikmazi.com” dan ulaşabiliyorsunuz. Sitemizin gelişimi hala devam ediyor. Yeni bir dergi olarak elbette çok fazla eksiğimiz var. Ama size daha güzel şeyler sunmak için bütün ekip olarak gece gündüz çalışıyoruz. Özellikle editör arkadaşlarımız sosyal ağlardaki sayfalarımızı aktif tutmak için sürekli iletişimde kalıyorlar. Ve gelelim yeni mail adreslerimize… Artık dergi ekibindeki bütün arkadaşlarımızın mail adreslerini standart hale getirerek isim soyisim ve @kulturcikmazi.com uzantısından oluşturduk. Beğendiğiniz, duygularınızı aktarmak istediğiniz bir arkadaşımız olduğunda kendisine mail atmanız yeterli. Son olarak bu aydan itibaren dergimizde misafir yazarlık başlamıştır. Her ay okuyucularımız arasından başvuran en fazla beş arkadaşımızın yazıları değerlendirmeler sonunda dergimizdeki sayfalarda yerlerini alacaklar. “Benim yazım da acaba yayınlanır mı” demeyin. Bizim amacımız edebiyat dünyasına bir şeyler katmak isteyen insanlara sadece ön ayak olmak ve sizler gibi değerli okuyuculara ulaşmalarını sağlamak. O yüzden benim de içi dolu kara kaplı bir defterim var diyorsanız bize Facebook sayfamızdan veya sitemizdeki iletişim bölümünden ulaştırabilirsiniz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere keyifli okumalar. Sevgili Kültür Çıkmazı okuyucuları; Bir ramazan ayını daha geride bırakmanın hüznü ve bayramın getirdiği sevinç ile geçmiş Ramazan Bayramınızı kutluyor; yoğun geçen bir ay sonunda aldığımız eleştiriler, yorumlar, övgüler sayesinde çıkardığımız ikinci sayımızla sizleri selamlıyoruz.


Sizin de bildiğiniz üzere Ağustos, Turgut Uyar ayıdır. İkinci Yeni'nin üç atlısından biri olan Turgut Uyar, ağustos ayında doğup ağustos ayında ölmüştür. Ölümü edebiyat çevresinde büyük yankı uyandıran büyük üstada dergimizin ikinci sayısında kendi dizeleriyle ve yazılarımızla sesleniyoruz. Bu ay dergimizin ilk sayfasında, Yasin Gel ve Şeyma Sakallı ile birlikte gerçekleştirilen Hayri Turgut Uyar röportajı yer alıyor. Tomris ve Turgut Uyar çiftinin oğlu olarak dünyaya gelen; şu an İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar, sorularımıza verdiği cevaplarla kendisini, annesini ve babasını daha yakından tanımamızı sağlıyor. Şeyma Sakallı “Göğe Bakma Durağı”, Nazlı Yıldırım “Acıyor”, Seda Kamburgil “Turnam Bir Gün Bırakmıyacağım Peşini” isimli şiirler üzerine yazdıkları yazılarla şairimizi mısralarıyla hem anıyor hem de kendisini daha yakından tanıtıyorlar. Burcu Kılıç “Edebiyatımızın Büyük Saati ve Aşkları” isimli yazısıyla şairin hayatını ve şiirlerine ilham kaynağı olan aşklarını bize anlatırken; Hacer Yıldırım “Semtin İçinde Bir Şair, Şiirin İçinde Bir Semt” isimli yazısıyla Turgut Uyar'ın şiirlerine konu olan Edirnekapı'yı, yaşadığı Vaiz Sokağı'nı anlatarak kaybolan izleri bizler için sürüyor. Turgut Uyar çalışmamızın ardından Nazlı Deveci, “Leyal” isimli yazısıyla özlemi, ayrılığı, sevgiyi sorduğu sorularda ararken; Şeyma Sakallı, “Zarra'ya Mektuplar” isimli yazısıyla korkuların, özlemin, üzüntülerin buruk bir tebessüme dönüştüğü duyguları açığa vuruyor. İlker Ardıç, “Bir İstanbul Masalı” isimli yazısında bir susam tanesinin yolculuğunu bizlere anlatıyor. Ülkü Mehtap Zoroğlu ve Meltem Gökçe, “Aşk” isimli denemeleriyle aşkın tasvirini yaparken; Muhammed Eyüp Yavuz, “Teklinin Günleri” isimli yazısıyla aramızda olan bir diğer yazarımız. Esra Atabay, İrfan Karabulut, Nagehan Kazancıgil, Yasin Gel, Aykut Körmamuoğlu, Bayram Kaynakçı birbirinden güzel şiirlerle bizimle olurken; Murat Kandemir'i şiir ve öyküleriyle bu sayımızdan itibaren okumaya başlayacağız. Misafir yazar köşemizde bu ay Hülya Şit'i “Rüzgâr”, Onur Fatih Aladağ'ı “Balıklar ve İnsanlar”, Gamze Öçal'ı “Bir Şehre Veda Etmek” yazısıyla tanıyacağız. Rasim Aşın “Çocuk Tiyatrosunu Önemsetmek” isimli yazısıyla çocuk tiyatrosunun hangi koşullarda ve nasıl olması gerektiğini, tiyatronun uzman kişiler aracılığıyla çocuklara öğretilmesi konusundaki bilgilerini okuyucularımızla paylaşarak önemli bir konuya değiniyor. Bu ay tanıtım köşemizde ise Melis Genç “Sevmek Zamanı” isimli filmi tanıtırken; Özge Özgüner “Bulutsuzlük Özlemi” isimli müzik grubuyla bizlerle olacak. İkinci sayımızın sonuna gelirken bizi kırmayarak kabul eden ve sorularımızı yanıtlayarak gerçekleştirdiği keyifli sohbet için Hayri Turgut Uyar'a bir kez daha teşekkür ediyoruz. Üçüncü sayımızda görüşmek temennisiyle... Herkese iyi okumalar diliyorum. İçindekiler Hayri Turgut Uyar Röportajı Ters Köşe Göğe Bakma Durağı Dikey ve Yatay Mutsuzluğun Şiiri “Acıyor” Turnam Bir Gün Bırakmıyacağım Edebiyatımızın Büyük Saati Edebiyat ve Mekan – Semtin İçinde Bir Şair, Şiirin İçinde Bir Semt İyi Geceler Bir İstanbul Masalı Zarra’ya Mektuplar Leyal Yeter Artık Akma Gözlerimden Pasaj Temmuz Bağzı Şeyler Kalan Geriye Aşk… Sakın Unutma Aşk Nerede O Eski Zamanlar Teklinin Günleri İstanbul Bu Mevsimde Ölünmez Ne Olur Bir Şehre Veda Etmek Balıklar ve İnsanlar Rüzgar Çocuk Tiyatrosunu Önemsetmek Sevmek Zamanı Red Special – Bulutsuzluk Özlemi


“Hayri Turgut Uyar” Röportajı İkinci sayımızda, ağustos ayında doğup-ölen şairimiz Turgut Uyar hakkında bir köşe hazırlamak ve kendisini anmak istedik. Sayımızı pekiştimek için de İTÜ'de öğretim görevlisi olan oğlu Hayri Turgut Uyar'a ulaştık. Kendisi bizi kırmayıp davet etti ve sorularımızı yanıtladı. Bunun için Hayri Turgut Uyar'a, Kültür Çıkmazı ailesi olarak teşekkür ederiz. Sohbet havasında geçen röportajımızda sorular dışında konuştuğumuz kısımları paylaşacağım sizlerle. Bilindiği gibi Hayri Turgut Uyar; öykücü ve çevirmen olan Tomris Uyar ile şair Turgut Uyar'ın oğlu. Sohbetimizde annesi Tomris Uyar'ın sosyal bir insan olduğunu belirtmeden geçmedi; "Annem gibi dost canlısı olmayı isterdim. Bu özellik kendisinde ciddi şekilde vardı. Ne yazık ki ben babama çekmişim o konuda. Biraz daha annem gibi olmayı isterdim." Bir diğer husus Türk Edebiyatında var olan “Palyaço” isimli şiir. Turgut Uyar'a ait olup olmadığı tartışılan bu şiiri oğlu Hayri Turgut Uyar'a sorduk ve duruma netlik kazandırdık. "Şiir babama ait değil. Kime ait olduğunu bilmiyorum. İlk okuduğum zaman benzetip benzetmediğim kısımlar oldu ama bariz şekilde değil. Babamı tanıyanlara sordum, onlar da Turgut Uyar'a ait olmadığını söylediler. Belli ki birisi Turgut Uyar gibi şiir yazayım diye şaka yapmış. Babamın imgelerine göndermeler var, ona ait olmayan, ruhuna aykırı olan şeyler var. Sorduğum bazı edebiyatçı arkadaşlarım Turgut Uyar zannedilmesine çok kızıyorlar, şiiri yazanın kötü niyetli olduğunu düşünüyorlar. Benim fikrim daha çok birisinin şaka yapmış olduğu. Sonra yanlış anlaşılma sonucu yayılmış ama bu yanlış anlaşılmayı düzeltmek gerekiyor. Yazan kişi Turgut Uyar değil ve Turgut Uyar hissi de yok. Sadece benzer imgeler var ve şiir düşük kalitede." Bizler de bu açıklamadan sonra gönül rahatlığıyla şiirin Turgut Uyar'a ait olmadığını söyleyebiliriz. Sohbetimizin sonralarına doğru Hayri Turgut Uyar, babası Turgut Uyar'dan bahsetti ve kendisini en çok etkileyen yönlerini açıkladı. "Babam çok içine kapanık bir adamdı bu zaten bilinen


bir şey. Pek sosyal değildi. En azından benim tanıdığım dönemde. Gençliğinde daha sosyal olmuş olabilir. Çok dürüst ve son derece alçak gönüllü bir adamdı. En belirleyici özelliği bu olur. Pek ilgi sevmezdi. Beni en çok etkileyen tarafı; konfor bölgesinin dışına çıkıp, acemi olduğu yerlere girmeyi sevmesi ve yanlış yapmaktan korkmamasıydı. Kendisini usta olarak görmezdi ve riskten kaçmazdı. Mesleği üzerine düşünürdü. Sadece şiir yazan değil; üzerinde düşünen, başkasının şiirleri üzerine yazı yazan bir adamdı... Benim için Turgut Uyar denilince kısaca; dürüstlük, alçak gönüllülük, yanlış yapmaktan korkmama gibi özellikleri gelir." Şeyma Sakallı [email protected]


Ters Köşe Bu sayımızda 20 sorumuzu Turgut Uyar’ın oğlu Hayri Turgut Uyar’a yönelttik. Buyurun Turgut Bey’i daha yakından tanımamıza yardımcı olacak sorular ve cevaplar. 1. En sevdiğiniz kelime? - Yeni 2. Nefret ettiğiniz kelime? - Vasat 3. Ne sizi heyecanlandırır? - Yeni bir şey öğrenmek, yeni bir işe başlamak. 4. Heyecanınızı ne öldürür? - Boşuna uğraşma hissi. 5. En sevdiğiniz ses nedir? - Müzik. İlla belirli birini seçmem gerekirse David Bowie’nin Ziggy. Stardust dönemi. 6. Nefret ettiğiniz ses? - Şımarık çocuk ağlaması sesi. 7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Parayla ilgili her hangi bir işi, mesela borsa ve bankacılık ile ilgili bir işi. 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - İnsan ilişkilerinde daha rahat olmayı isterdim. Annem gibi mesela daha dost canlısı ve kolay ilişki kurabilen biri olmayı isterdim. Ne yazık ki bu konuda babama çekmişim. Annem gibi kolay iletişim kurabilmeyi isterdim. 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Kendimden başka biri olmanın nasıl bir şey olacağını tahmin edemediğimden bir isim veremeyeceğim. 10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Şehirde yaşamak isterdim. Biraz daha sakin bir şehirde. Mesela gittiğim şehirlerden Prag gibi. 11. En önemli kusurunuz nedir? - Çok az konuşuyorum. İnsanlar haklı olarak rahatsız olabiliyor ve ukala, ters biri olduğumu düşünüyor. 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Tembellik ve çikolata düşkünlüğü.


13. Kahramanınız kim? - Isaac Newton ya da Alan Turing diyebilirim belki ama kimseye öyle fazla hayranlığım yok. 14. En çok kullandığınız küfür? - Rol yapıyormuş gibi görünmek istemiyorum ama küfür etme huyum yok. Edilmesine karşı değilim, hatta bazı insanların konuşmasına gayet güzel renk katabiliyor ama benim ağzımda iyi durmaz. 15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Rahat, keyifli. 16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - "Kendini iyi hissediyorsan telaşlanma, geçer." 17. Mutluluk rüyanız nedir? - Bir şehirde, bahçeli bir evde, kedi-köpek ve hatta belki başka hayvanlarla birlikte yaşamak. 18. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Burada babamdan kopya çekebilirim biraz. Yıllar içinde ufak tefek sıkıntıların birikerek bir kalıcı tortu haline gelmesi. 19. Nasıl ölmek isterdiniz? - Hızlı ve acısız. 20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - Hoş geldin. Pek hazırcevap biri olmadığım anlaşılıyordur herhalde. Yasin GEL [email protected] *20 Soru köşesini Marcel Proust bulmuş, Bernard Pivot ile James Lipton geliştirmiştir.


GÖĞE BAKMA DURAĞI "İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım" Tek geldiğin bu dünyada yalnızlığın tanımını bilmezsin ilk zamanlar. Eğer şansın varsa anne ve babanla mutlu bir çocukluk geçirirsin. Şansın yaver gitmezse onları erken kaybedebilirsin. Ve daha sonra hayatına girecek insanları... Kalbinin ritmine uyan bir insan bulursun sonra ve "bir" olursun. Zira, iki kişinin "bir"liğinden daha kuvvetli bir şey yoktur bu dünyada. Sevinç, üzüntü... Ne olursa olsun birlikte olursun ve bulutlara bakarsın. Kim bilir; belki de göğe bakarsın ve her şey yitip gider. Yıllardan beri dünyaya çekinmeden bakan gözlerin, onun gözlerinde kayboluyorsa ve ellerin, ellerinin içinde hapis olmaktan mutluysa, sevginin hükmü sonsuzdur onunla. Dert etme, al özgürlüğünü, dışarı çık ve göğe bak! "Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz" Anlık mutsuzluklar bu hayatın olmazsa olmazı. Hürriyetini kaybetmeyerek sokaklara dal, nasıl olsa her yer senin. Dert etme, al özgürlüğünü, dışarı çık ve göğe bak! "Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım"


Kimisi için karanlık görüp görmeme meselesidir. Kimisi için de güneşin doğduğu yer... Uykularda hep mücadele vardır. Uyanıkken ise yarım kalmış duyguların kekremsi tadı. Tüm dünyanın uyuduğunu düşün ama düşüncene fazla bağlanma. En masum olduğumuz uyumak fiilinde statü gözetme. İyi de uyusun kötü de. Her meslek uyusun. Sadece sen var ol bu isimleri tanımlanmış sokaklarda. İşte o zaman ne kurallar yaşanır ne de insanlar yaşlanır. Dert etme, al özgürlüğünü, dışarı çık ve göğe bak! "Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim" Dünyadaki tüm insanları düşün. Kabataslak bir sayı çıkar. Belki de milyarlardan bahsediyoruz. Şim-di de sadece kendi ellerini düşün ve benim için öne-mini anla. Anlayamasan da gözlerinde yolculuk yap-mama izin ver. Gözlerin, siyah-beyaz bir filmin en kavuşamamış yanı... Gözlerin siyah ve beyazdır çün-kü içinde acının, aşkın tarihi vardır. Dert etme, al özgürlüğünü, dışarı çık ve göğe bak! "Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım" İnsanların sana ulaşacakları yolu önlemek istedim. Emek kelimesini reddettim ve her şey aşktan oldu. Aynı yolu yürümek ve bir otobüsün aynı duraklarında yolculuk etmek için bencilce davran-dım. Adı kanıtlanmış sokaklara inat kimsenin bilmediği yerlere götürmek istedim seni. Ve bir karşı-lık beklediysem bu hiç şüphesiz ellerin oldu. Sen şimdi nerede olursan ol, ben seni en iyi ve kötü yönlerinle kendime ayırdım. Ama yine de kendini hatırlat. Bulutlara bakmak bahanesiyle göğe bak. Belki kendi yansımanı görürsün, yağmur damlası kirpiklerine düşer. Sevinç ve üzüntülerinde en fazla göğe bakarsın... Unutma, "ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım". Dert etme, al özgürlüğünü, dışarı çık ve göğe bak! Şeyma Sakallı [email protected]


DİKEY VE YATAY MUTSUZLUĞUN ŞİİRİ “ACIYOR” Turgut Uyar, 1954’ten sonra ortaya çıkan “İkinci Yeni” şiir harekâtının öncülerindendir. Yaşamın özünden ayrılmayan ve toplumsal sorunların insan üzerindeki sancıları dizelere döken şairin mutsuzluğu okurun da mutsuzluğudur. 1981 yılında Behçet Necatigil Ödülü alan “Kayayı Delen İncir” adlı kitabında yer alan şiirlerinden biridir “Acıyor”. Turgut Uyar, taşradan kente göç etmenin verdiği sıkıntıyı ve bununla beraber artan içsel bir karmaşıklığı dile getirir dizelerinde. Şehirleşmenin verdiği bir nevi sancıdır. “Mutsuzluktan söz etmek istiyorum Dikey ve yatay mutsuzluktan Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun Sevgim acıyor” Sevgilerin acımaya başladığı, ilişkilerin sanal yahut tensel bir sürece girdiği dönemde hep yalnızlıkla tinsel bir ıstıraba dönüşmeye başlar. Gitgide çağın getirdiği sorunlarla gelecek nesillerin düşeceği ağın aslında mutsuzluk ağı olduğunu da dile getirir. “Biz giz dolu bir şey yaşadık Onlarda orada yaşadılar Bir dağın çarpıklığını Bir sevinç sanarak” Nermin Menemencioğlu’nun şair için yazdığı metninde şöyle bir cümle geçer: “Uyar, kendi yaşamını şiire başlangıç noktası alarak, ulusu, çağı içinde büyük bir yolculuk yapmakta.” Hemen hemen çoğu şiirlerinde aynı hissi yansıtır okurlarına. Tıpkı çağını bir bütün olarak yaşayıp ve bir bütün olarak şiirlerine yansıtabildiği gibi. “En başta mutsuzluk elbet Kasaba meyhanesi gibi Kahkahası gün ışığına vurup da Öteden beri yansımayan Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi Öbürünün bir kadından aldığı verem Bütün işhanlarının tarihçesi Sevgim acıyor” Turgut Uyar, içli ve kırılgan bir çocuktur. Fotoğrafları hep mutsuzluğun çağrışımıyla doludur. Hatta Ece Ayhan bunun üzerine “Bütün fotoğraflarda sanki az önce ağlamış gibidir.” der.


“Yazık sevgime diyor birisi Güzel gözlü bir çocuğun bile O kadar korunmuş bir yazı yoktu Ne denmelidir bilemiyorum Sevgim acıyor Gemiler gene gelip gidiyor Dağlar kararıp aydınlanacaklar Ve o kadar” En özgün şiir sesine sahip olan şairin dizeleri çarpıcı, yol açıcı ve bir o kadar karmaşıktır. Yeterince derine inilmeyen, anlaşılmayan ve değeri kavranılmayan şiir yerini bulamamaktadır. Ancak Türk şiirinde gelmiş geçmiş en özgün ozanlarından biridir Turgut Uyar. “Acıyor” şiirinde hep bir sorgulama vardır. Mutsuzluğunu, acısını, yaşadıklarını, çağını, toplumu, insanları hep sorgulayışı vardır mısra mısra. “Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır Sonbahar geldi hüzün İlkbahar geldi kara hüzün Ey en akıllı kişisi dünyanın Bazen yaz ortasında gündüzün sevgim acıyor Kimi sevsem Kim beni sevse” Yine Nermin Menemencioğlu’nun sözleriyle başlayacağım. “Şehrin insanlar, nesneler kalabalığı içinde Uyar, herkes gibi, yalnız. Baskılar altında, şehir onu her yönden içine kapamakta. (...)Olmak istediği insan yaptığı işin yabancısıdır, işte çağımızın dramı ve Uyar’ın şiirin belki temel taşı. Ellerimizle yükselttiğimiz binaları, açtığımız caddeleri sevemiyoruz, istediğimizden başka bir şey oluyorlar.” Daha başka türlü anlatılamazdı diye düşünüyorum bu sözlerle. “Eylül toparlandı gitti işte Ekim filanda gider bu gidişle Tarihe gömülen koca koca atlar Tarihe gömülür o kadar “ Mevsimler bir yaşamın en büyük belirtisidir. Uyar’ın şiiri yaşamın ta kendisidir. Özünden ayrılmayan bir hüznün ayrılışıdır. Yaşamın insan özüyle tinsel bir bütünleşme sağlayan mevsimlerin –özellikle sonbahar ayları- insanla verdiği savaşın ateşkesle sonlanmasıdır aynı zamanda. Barışma sürecinin başlaması. Yaşam ve kendi ile. Turgut Uyar’ın şiiri yaşamdır. Tüm tezatlarla, mutsuzluklarla, acılarla, hesaplaşmalarla, öfkesiyle bütünleşmiş bir yaşam şiiridir Turgut Uyar. Hatta Şiir Günlüğü’ne şöyle bir not düşer günün ardından... “Çevremdeki herkes mutsuz. Kendi çevremdeki ben de dâhil. Çözmeye çalışıyorum, alışılmadık, çelişkiler çıkıyor ortaya. Çok özel nedenlerden bir dostuma ‘bir cehennem yaşıyorum bugünlerde’ dedim. ‘Ben de’ diye yanıt verdi. Çok düşündüm onun cehennem’ini. Sonra birden düşündüm: ‘Ben neden bir cehennem yaşıyor olayım?’ Bir de kendi yaşadığımı sandığım ‘cehennem’i başkalarına iletmenin tanımsız ve gereksiz hatta umarsız ve onur kırıcı bir çeşit savunmaya geçmenin ne anlamı var?” (Turgut Uyar, Ağustos/83, Şiir Günlüğü) Sorgulamalar süredursa da şiiri iliklerine kadar işlemiş ve bunu en ince sızısıyla bizlere hissettirmektedir. Kısacası şairin mutsuzluğu okura dâhildir! KAYNAKLAR: -Turgut Uyar’ın Şiiri, Nermin Menemencioğlu -Şiir Günlüğü, Turgut Uyar Nazlı Yıldırım [email protected]


Turnam, Bir Gün Bırakmıyacağım* Hüznün, tebessümün, çaresizliğin, umudun dizelere döküldüğü bir şair Turgut Uyar. Çaresizliğin içine gizlenmiş olan umudu görürüz kendisinin sessiz ama dizelerinin konuştuğu harflerde. Turnalar göçüp gider bu şehirden ve biz bir gün kavuşacağımız, kavuşsak da tutunamayacağımız bir umutla yaşayacağımızı ve bekleyeceğimizi biliriz. Mavinin her tonunu kana kana içerek... “Güz geldi mi göçüp gidiyorsun buralardan Mahzun kalıyor kalbim ve gözlerim.. Sen sevgileri ve yolları hatırlatıyorsun bana Turnam, bir gün bırakmıyacağım peşini, Ömrüm oldukça ardından geleceğim..” Toprağın suya, gökyüzünün griye gebe olduğu bir mevsimde sarının hüznüne bırakıyorsun bu şehri. Kanatlarına sığdırdığım umudu, çaresizliği, arayışı ve bekleyişi taşıyorsun başka göğün kucağına. Sen umudun ve çaresizliğin içindeki çelişkilere kanatlanıyorsun ve ben bu imkânsızlığın içinde sadece sevgimle tutunuyorum kanatlarına. “Bir yamalı yelkenden sular damlayacak, Veya gemici şarkıları söyleyeceğim bir şilepte. Merhaba rüzgâr diyeceğim, merhaba maden kömürü Verin elinizi, kahve kokulu sahillere.” Ve ben senin peşinden gelirken özgürlüğümü kanatlarına yoruyorum. Umutlarımı denizin mavisiyle boyayıp kucaklıyorum sana ulaşan tüm yolları. Kanatlarının çırptığı her bir yere ayak basarak anlamlandırıyorum yeni bir günü, yeni bir baharı... “Turnam, bir gün bırakmıyacağım peşini, Cümle sevgilere, tekrar buluşmak üzre, veda. Ormanlar, deniz çiçekleri, yunuslar Vatanım tuz biber gibi kalbimde ama Bu sevda başka sevda..” Tekrar kavuşmak için veda edeceğim sana. Biliyorum ki geleceksin, biliyorum ki bir bahar sabahı güneşe gülümseyerek açacaksın kanatlarını. Ormanlar, deniz çiçekleri, yunuslar dinleyecek kanatlarının şarkısını. Ölümle giden bir veda değil sevgiyle gelen bir merhaba olacak geri dönüşün. “Hiçbir zaman dertsiz kalmadı gönlüm Bir çift gözden, bir yapraktan, bir kuştan. Daima daha taze, daima yeni baştan Turnam bir gün bırakmıyacağım peşini, Sen nereye, ben oraya, adım adım İnsan sevdikçe iyileşiyor artık anladım..” Gözlerinde gördüğüm umuda kanatlanıyorum şimdi. Seni sevmeye önce kendimden başlıyorum. Sonra yaralarımı iyi ediyorum, göçüp gideceğin bir diğer güze kadar. Nazım'ın da dediği gibi “sev seve bildiğin kadar” diyor ve adımlarımı önce kanatlarına eşitleyip sonra gökyüzüne bağışlıyorum. *Şiirde geçen “bırakmıyacağım” kelimesi aslına sadık kalınarak alınmış; imlâ hatası yapılmamıştır.


“Bilmem nerelere gidersin gönlünce Hangi medar şehrine, bir akşam vakti. Gürültülü sokaklar, evler, iri kuşlar Çıplak kadınlar arpa döver taş havanlarda Bir pencereden ansızın bir hazin şarkı başlar…” Özgürlüğünün verdiği umursamazlıkla konuyorsun bir şehrin sıcağına. Kalabalığın dağıttığı insanlardan kaçıyorsun yalnızlığa sığınarak... Varlığın ve yokluğun insanların canına mâl olduğu bu dünyada kanatlarına karışan insan sesleri şarkıların oluyor. Hiçbir sese kulak vermeden karışıyorsun sonsuzluğa... “Bir basık meyhanedir köşedeki, kemerli Yol boyunca keşkül uzatır sıska çocuklar. Trahomlu ve sıtmalı bir viski içerim Sahilde zencefil yüklü gemiler uyuklar..” Sana ulaşan tüm yolları kaybetme korkusuyla adımlarımı sayıyorum. Bir çocuğun yüzü aydınlatıyor bana geleceğin günleri. Ve ben o çocuğun avuçlarında görüyorum umudun renginin mavi olduğunu. “Ne denmişse yalan hayat için, İşte o, yaşandığı gibi sokaklarda. Cümle geçmişimi aziz bileceğim Turnam bir gün bırakmıyacağım seni Yaşamak ve sevmek için art arda, Ömrüm oldukça peşinden geleceğim… “ Hayat; sokaklarda açlığın, yalnızlığın, yokluğun insan seslerini bastırdığı bir kaçış yoludur. Ben bu yalanın içinde seni var edip; geçmişimi seninle birleştiriyorum, geleceğimi özgürlüğünle inşa ediyorum. Ve ben yaşadıkça sevgimin, sevdikçe büyüyen umudumun içinde seninle birlikte kanat açıp; seninle birlikte yol alıyorum bir bahar sabahına. Seda Kamburgil [email protected]


Edebiyatımızın Büyük Saati Türk şiirinin büyük saati, 1927 Ağustos'un 4'ü idi dünyaya gözlerini açtığında ve yine Ağustos'un 22'siydi dünyaya gözlerini kapattığında. Bundandır ki Ağustos, Turguy Uyar ayıdır. Edebiyatımızdaki ''İkinci Yeni'' akımının üç atlısından biriydi. Ece Ayhan'ın deyimiyle ''logaritmik şiirlerin şairi'' idi. 6 çocuklu bir ailenin 5. çocuğu olarak Ankara'da doğmuştur Ahmet Turgut Uyar. Babası, Hayri Bey bir harita subayıdır. Mesleği gereği ailesinden uzak kalan baba, Turgut Uyar'ın naif kişiliğinin oturmasında etkili olmuştur. Yaşamının geri kalanında etkili olan bu ruh halini şöyle ifade eder Turgut Uyar : '' Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem ''Yapma oğlum derdi ona ; o içli bir çocuk..'' Edebiyatımızın Büyük Saati ve Aşkları O ''nedense hep ağlamaya hazır'', içli ve naif şekilde yaşamını sürdüren Büyük Saatimizin aşkla ilk tanışması henüz İstanbul'da öğrenciyken tanıştığı ve ilk evliliğini yapacak olduğu kadın, Yezdan Şener. Öğrenciliğinin son yıllarında yaptığı bu evliliğinden 3 çocuğu olur Uyar'ın. Evlendiğinde 18 yaşındaydı ve ailesinin isteği üzerine gerçekleşmiş bir evlilikti. Komşu kızı Yezdan ile evliliğinden olan ilk çocuk Semiramis; İstanbul'da, ikinci çocuk Tunga ; Terme'de , son çocuk Şeyda ise Posof'ta dünyaya gelir. Aynı yastığa baş koyduğu eşi ve 3 çocuğunun annesi Yezdan Hanım'dan 1960'lı yılların başında boşanır, Uyar. Bundan sonra büyük aşkı ise Tomris Gedik olacaktır.


Tomris, edebiyatı seven bir ailede yetişti. Annesinin çevirileri, babasının da şiir kitapları bulunuyordu. Arnavutköy Koleji'nde okurken yazmaya karar verdi Tomris. Gazetecilik Enstitüsünü bitirdi ve çeviriler yapmaya başladı. Ve ''Şeker Bebek'' edebiyat dünyasına adım attığı ilk çalışmasıydı. (Varlık Dergisi) Bu sıralarda Tomris gazeteci Ülkü Tamer ile evliydi. Aşkları kolej dönemlerine dayanıyordu. Kızları Ekin'in daha birkaç aylıkken talihsizce boğulma vakası boşanmalarının miladı oldu. Bu ayrılıktan sonra hayatına başka bir şair girecekti, gerçekten de başkaydı... Cemal Süreya onu, Gazeteci Ülkü Tamer'in öykü ve deneme yazan biricik eşi olarak tanıdı. İkisi de eşlerinden birbirleri için boşandılar. Tomris, Ülkü Tamer ile evliyken aşık olmuştu Süreya'ya... O dönemde çok ses getirdi aşkları. Edebiyatımızın hem en çok ses getiren hem de en önemli aşklarından biri oldu. Bu ilişki hem enteresan hem de dillere destandı. Yakınları bu hikayeyi şu şekilde anlatıyordu: “Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlıyordu Cemal Süreya. Bir gün Tomris Uyar, ‘Biraz gez dolaş, arkadaşlarınla falan buluş’ dedi. Ertesi gün geç geldi Cemal Süreya, daha ertesi gün de, hep geç geldi. Bu akşamlardan birinde, örtü silkelemek için pencereyi açan Tomris, apartmanın girişinde oturan Cemal’i gördü ve gerçek ortaya çıktı. Her akşam iş çıkışı eve geliyor ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya… Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: Şahsiyet Rötarı…” Kendisine hiç şiir yazılmamıştı ancak bir kadın olarak üç büyük şair onun için en güzel dizeleri meydana getirmişti. Kendi için yazılan her şeye nesnel bakıyordu. Bu dizelere kendini kaptırıp, gururun, kibrin esiri olmamıştı Tomris. Kendisini önemsemeyen bir tarzı vardı. Hayatı ciddiye almamak gerektiğini düşünüyordu. Evlendiği, aşık olduğu, dost kaldığı şairlerin onu elinden kaçacakmış gibi sevmeleri de bu yüzdendi elbet... Tomris, Cemal Süreya için şu şekilde düşünmüştü: ''Kendisini tanıdığımda ben evliydim, o da evliydi. Ankara’da tanıştık, Sanatseverler Derneği’nde -hiç unutmuyorum-… O bana herhalde bir arkadaşıyla, yani Ülkü Tamer’le evli ve edebiyata düşkün genç bir kız olarak ilgi gösterdi ama çok sıradan bir ilgi gösterdi. Ben de onun, sandığımdan çok daha -nasıl söylesem- daha derin demeyeyim de, daha keşfedilmeye değer bir insan olduğunu düşündüm.'' Cemal Süreya ile aşkları tam 3 yıl sürdü. Ancak dostlukları bitmedi. Aşkları üzerine ikisi de konuşmadı, yazmadı. Yaşanmış ve bitmiş güzelliklere saygı duydular. Cemal Süreya şu dizeleri kaleme almıştı Tomris için ; Ay ışığında oturduk Bileğinden öptüm seni Sonra ayakta öptüm Dudağından öptüm seni Kapı aralığında öptüm Soluğundan öptüm seni Bahçede çocuklar vardı Çocuğundan öptüm seni Evime götürdüm yatağımda Kasığından öptüm seni Başka evlerde karşılaştık İliğinden öptüm seni En sonunda caddelere çıkardım Kaynağından öptüm seni Başka dizelerinde ise nasıl umutsuzca aşık olduğunu anlatmıştır hep. Daha nen olayım isterdin Onursuzunum senin! Şeklinde seslenmişti Tomris'e. Tomris ise böyle anlatmıştı Cemal'le olan aşkını : ''Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikâyen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak” dedi ve doğrusu hiç yazmadı. Ve Turgut Uyar... Ankara faslını bitirip, altmışların başında İstanbul'a gelir. Tomris Gedik'le tanışır. Hikâyeler yazmaktadır Tomris Gedik o zamanlar ve Cemal Süreya ile olan ilişkisini yeni noktalamıştır. 1966'da başlayan ilişkileri, 1969'da nikahla resmiyet kazanır. Tomris Uyar, dönemi başlar Turgut Uyar'ın hayatında. Turgut Uyar'ın


eşi, saatlerce edebiyat üzerine konuştuğu meslektaşı, ölümüne dek sürecek hayatının yol arkadaşı olur Tomris Uyar. Bu evlilikten bir oğulları dünyaya gelir; Hayri Turgut Uyar. Tomris Uyar’ın Turgut Uyar ile evlenmesine yol açacak kadar yakınlaşmasının nedeni de şiir kuşkusuz: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim... Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu. Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu.” Tomris'in yaşamındaki en uzun soluklu aşktı kuşkusuz Uyar... Çünkü kendi deyimiyle “uzaktan sadece hayalini kurmaktansa, yanındaki gerçek mutluluğu kelimelendiremese de olur bahtlılığı” onunki. Turgut Uyar, Tomris için her kelimenin kifayetsiz kalacağını düşünüyordu. Tomris ise Turgut Uyar için, ''Bir ara ben onun dünyaya açılan pençeresi olmaktan da öte bir şeydim, bir parçası gibiydim. Ve kendimi bir parçası gibi hissettiğim için de sıkılıyordum tabii…'' demiştir. Uyar’ın onun için yazdıkları ilginçtir. En meşhuru da, o zaman-lar daktiloyla çoğaltılan, dönemin şiir matinelerin-de elden ele dolaşan bir şiirdir. Şu dizelerle ses-lenmişti Uyar biricik karısına; Herkes seni sen zanneder. Senin sen olmadığını bile bilmeden, Sen bile Seni ben geçerken Derim ki, Saati sorduklarında; Onu “O” geçiyordur Kimse anlam veremez. Tamir ettirmedin gitti derler şu saati. Ettirmek istiyor musun demezler. Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur. Zamanı durdururum yüreğimde, Sensiz geçtiği için, Akrep yelkovana küskündür. Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür. Bil ki akrep yelkovanı geçerse, Atan bu yüreğim durur. Bırak bozuk kalsın, hiç değilse Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur. Tomris ise böyle anlatırdı Turgut Uyar'ı; "Turgut, her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak; ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda, boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım." Turgut Uyar, hasta olduğu yıllarda ellerinde Tomris'in elleriyle ölümü bekleyecektir... Başka bir gerçeğe değinecek olursak, İstanbul ve Ankara'daki edebiyat çevresinin de çok iyi bil-


diği Edip Cansever'in Tomris'e olan hayranlığıydı. Her yıl Mart'ın 15'inde (Tomris Uyar'ın doğum günü) bir şiir yayınlayarak hayranlığını her yıl bıkmadan usanmadan anlatmıştır şiirlerinde. Bir adın vardı senin... Söz Edip Cansever'de; Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle Ve yarışırsa ancak Monet'nin Kadınlarına yaraşan giysilerinle Gördüm de Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç. Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında Öyle kısaydı ki adımların Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle Ölçülür ve denk düşerdi ancak Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç. Yok bir yanıtın ''nereye'' diyenlere Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç. Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki Hani Etiler'den Hisar'a insek bile Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın Çok yaşında her zamanki çocuksun gene Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç. Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar Mutfağın mutfak olalı böyle Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma Oysa güneş pek batmadı senin evinde Söyle Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç. Edip Cansever içinse şunları söylemişti Tomris Uyar: ''Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana." Tomris Uyar'ın Edip'e ona değerli bir dost ve şair gözüyle baktığı ise herkesçe bilinmektedir. Ancak Cansever'in ona bu gözle bakmadığı aşikârdı... O zamanlar Boğaz’da denizle öpüşen meyhanelerde, Tomris Uyar’la Edip Cansever’i baş başa rakı içerken gören çok oldu. Onları öyle görüp ellerini sıkma şansına erişmiş, edebiyata ve şiire meraklı bir gazeteci, Tomris Uyar’ın bir an evvel sevdiklerinin yanına gitmek için bu kadar çok içtiğini düşündü. Cansever’in bir peçeteye yazdığı dize ise dilden dile dolaştı: “Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” Evet Tomris Uyar rakıyı çok seviyordu. Çünkü hayatın ciddiye alınmayacağını düşünüyordu ve düşündüğü gibi yaşadı. İstediği tek şey ise başkalarının tahmin ettiği şekilde ölmek istememekti. Toplumu haklı çıkarmak istemiyordu ancak olmadı... 62 yaşında kemoterapi seanslarında her gün biraz daha eksilerek ama hep Tomris kalarak yaşama veda etti. Tomris, Edip Cansever'den etkilendiğini ölümünden kısa bir süre önce dile getirmişti ancak onu eleştirmekten de vazgeçmemişti. “Daha çok anlatan, daha süslü ve imgesi bol. Tekrarı seven bir şair…” Biz yaşananları bu şekilde sadece bilirken Tomris Uyar yaşıyordu ve bir eserinde şöyle söylemişti: “..yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka.” 1984 yılında siroz olduğunu öğrenen Turgut Uyar, tedavi olmak istemedi. 1985 yılının ağustosunda yani doğduğu ayda gelir ölüm. Bu nedenledir ki Ağustos, Turgut Uyar ayıdır. Yaşasaydı 85 yaşında olacaktı şimdi ise mısralarının yaşında. Üzerine ölüm yazılamayacak güzel isimlerdendir, o. Turgut Uyar üzerine; Can Yücel: “Şiirimizin o en kızıl saçlı levendi" der Turgut Uyar için. Edip Cansever bir şiir yazar ölümünün ardından, içinde “Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza kadar” mısralarının geçtiği. Ve Cemal Süreya “Öldüğü gün hepimizi işten attılar.”


Turgut Uyar'sa bir şiirle anlatır ölümü. Anlatır ve fazla da söze hacet bırakmaz: “Ben bir gün giderim ki neyim kalır, Eksik bıraktığım her şeyim kalır. Yaz günü kim ister ki öldüğünü Eksik bıraktığım her şeyim kalır" Burcu Kılıç [email protected]


EDEBİYAT VE MEKÂN SEMTİN İÇİNDE BİR ŞAİR, ŞİİRİN İÇİNDE BİR SEMT Bu yazı bir iz sürme yazısıdır. Her şey Beyazıt Kütüphanesi’nde İstanbul’un edebiyat haritası için yapılmış bir çalışmada Turgut Uyar’ın “Edirnekapı Üstüne Şiir” adlı şiiriyle karşılaşmamızla başladı. Çalışmada Edirnekapı üzerine bir bölüm yoktu fakat kitap açılışı bu şiirle yapılmıştı. “İstanbul dediler mi benim aklıma Vaiz sokağı gelir hemen” Daha bu ilk iki satır neredeyse bizim aklımızı aldı ve hemen o gün kütüphaneden çıkar çıkmaz otobüse atlayıp soluğu Edirnekapı’da aldık. Küçük bir gezintiyle Vaiz Sokağını bulduk. Demek annesinin dediği gibi içli bir çocuk olan şairimiz bir dönem bu sokakta yaşamıştı. En fazla iki ya da üç katlı, ahşap ve taş ayrıntılarıyla eskiden kalma olduklarını hemen gösteren, bir taraftan da yaşamın hâlâ sürdüğü ve belki de bilmeden günün birinde burada bir sanatçının yaşamış olduğunu anlatırcasına renkli boyalı evler... Dantel gibi işlenmiş çıkmalar, hafif rüzgârın dışarıya uçuşturduğu perdeler... Surların dibinde hâlâ yaşayan bir sokak Vaiz Sokağı. Buraya gelme amacımız Turgut Uyar’ın yaşadığı evi bulmaktı. Bir zamanlar burada yaşamış bir şaire ait en ufak bir iz bile yok tabela vs olarak. Sokaktaki muhtarlığa sorduk, “O kim” ! yanıtını aldık, bile bile... Oysa biliyoruz ki yurtdışında işler böyle değil. Şairlerin, yazarların yaşadıkları evler, gittikleri kafeler çoğunlukla bir tabelayla adamakıllı açıklamalı levhalarla ya koruma altındadır ya da turizme kazandırılmıştır. Neden mi? Nedeni çok basit aslında. Kültürü gelecek nesillere taşımanın, en basit anlatımıyla toplumsal hafızayı oluşturmanın en iyi yollarından biri olduğu için. Çaresiz çıktık sokaktan. Surların içindeki çay bahçesinde oturup bir yandan ah ah dedik bir yandan yine bıkmadan edebiyattan konuştuk. Bu bir günlük geziyle kalmak istemedim. Eve gelince yine kısa bir araştırma... Gördüm ki geçen senelerde şairimizin adının Edirnekapı’da bir sokağa verilmesi için imza kampanyası başlatılmış fakat ne yazık ki olumlu sonuçlanmamış. Bugünleri sezdiğinden midir bilinmez Edirnekapı’daki günlerini anlatırken bir dönem yaşamış olduğu Aktar Kerim Sokağı için de şu sözleri bırakmış bize Turgut Uyar: “İnsanın inanacağı gelmiyor! Bu dünyada Kerim adlı bir aktar yaşasın ve iyiliğinden midir, kötülüğünden midir, bir sokak onun olsun.” İz sürmeye devam, bir bilgiye daha ulaştım. Turgut Uyar’ın Vaiz sokakta 70 numaralı evde yaşamış olduğunu öğrendim ve bir hafta sonra


aynı geziyi yapmak üzere üç arkadaşla sözleştik. Fotoğraf makinamızı da yanımıza alarak bu sıcak temmuz gününde sokağı baştan sona gezdik fakat 70 numaraya rastlayamadık. Muhtemeldir ki kapı numaraları bir tarihten sonra değişikliğe uğradı. Sokaktan birkaç kare fotoğraf aldık. Evleri şöyle bir izledik. Genç Turgut Uyar’ın herhangi bir kapıdan çıkıverdiğini hayal ettik ve aynı şiirden tekrar satırlar hatırladık; Vaiz sokağına gelir eve varırım Kapıya iki üç defa vururum Karım kapıyı açar, çocuklar koşuşur Ekmeğimiz var, yemeğimiz var Yemeğe iştahımız var. Oturur yemek yeriz cümbür cemaat Alnımızın terinden, elimizin emeğinden Etrafa yayılınca makarnanın buğusu, Bize ne elalemin on türlü yemeğinden... Alır karımı gezmeye götürürüm Bir dolmuşa bineriz Edirnekapı’dan. Sultanahmet’te atkestanelerinin en güzeli Elli kuruş verir, cambaza gireriz. İstanbul bizim memleket, yaşımız yirmibeş Basmayı da, ipeği de aşkla giyeriz. ……….. Ve yine surların içindeki çay bahçesinde dilimiz döndüğünce edebiyattan konuşup şairimizi andık. Edirnekapı. Fatih, İstanbul’u almak için burada karargâh kurmuş. Suriçinde bir yerleşim bölgesi, Turgut Uyar’ın şiiriyle içinden geçtiği semt. En azından bir otobüse binmeli, Edirnekapı durağında inmeli. Vaiz Sokağı baştan sona adımlamalı, çay bahçesinde çay içerek bir soluklanmalı. Edirnekapı’ya, sokağa, göğe tekrar bakmalı … Hacer Yıldırım [email protected]


İYİ GECELER En evvel yağmuru sev Hem çok yüz göz olmazsın Senede bir bahar Aranıza girenler olur; yanar,solar,donarsın O hep bekler seni çözmek için Onun için Bırak yüzüne çarpsın gözyaşlarını Sonrasında aşık ol maviye Renk bırak tozlu geç kalınmışlıklara En çokta siyah çıksın hayatından Ucu yanıklara pembe at gitsin Tozunu savur yele Kürkçü dükkânın beyaz olsun mesela Kara gün için sakla Gözün değil bakışın mavi olsun Her kulaç attığında Yut aşkını kana kana Tadı, tuzu olsun Sarıdan uzak dur Sana her baktığında Değiştir kabuğunu Sıyrıl paçavralarından Kırmızıyı üstüne giy Eskidikçe atma Ve Kara/ya basma Ya toz olur, ya iz olur Aslında en çok rengi beğen Kokarken düşlerin taş parçasında Griye sarıl Ve en son Örterken üstünü Kahverengi çek İyi geceler... Bayram Kaynakçı [email protected]


BİR İSTANBUL MASALI Sıra ona gelmişti sonunda. Onun yalnızlığı kalabalığındandı. Bir tezgâhın altında kendisi gibi binlercesiyle beklemesiydi belki de. Ama bugün o çok merak ettiği şehri görecekti sonunda. Sabaha karşı üstü biraz tozlu, ceketine yorgunluk bulaşmış bir amca girdi içeri. Onunla çıkacaktı, son macerasına. Aylar sürmüştü bu şehre gelmesi. Önce bir çuvala atmışlardı sormadan, sonra büyük bir geminin ambarında bekletmişlerdi. Kilometrelerce yol gelmişti anlatılanların gerçekliğini görebilmek için. Ve işte sonunda beklediği gün gelmişti. Sağa sola uzanan bir elin sabırla kendine ulaşmasını bekledi. Seslenmek istedi, alnından ter damlayan adama. “Beni de gönder bu amcayla, gitme vaktim artık gelmedi mi?” Sesini duyuramadı ama kendi gibi binlercesiyle o da tezgâhtaki yerini aldı. Hayatın yorgunluğu sakallarında birikmiş adam, bugün de kazanacağı paranın mutluluğuyla gülümsedi. Tezgâhını en bilindik sahillerden birine sürdü. Tarih kokan caddelerden geçti alışılmış adımlarla. Herkesin para derdine düştüğü bu şehirde, sağa sola koşuşturan insanların arasında bir tek o dikkatle izliyordu her yeri. Sessizce kıyıya yaklaşan bir vapurun martılarla dört bir yana selam yollamasını sadece o fark etmişti bir simit tezgâhının köşesinden. Küçük bir susam tanesiydi o yalnızca. Diğerlerinin aksine hayalleri olan bir susam tanesi... Etiyopya’da iki küçük siyah el toplamıştı onu. Daha ambara konulduğu ilk gün gideceği yerle ilgili şeyler dinlemeye başlamıştı. Eğer şansı yaver giderse İstanbul’a gitme ihtimali bile vardı. Bunun için gece gündüz dua etti. Bu dünyadan yok olup gidecekse, İstanbul’u görmeden yaşamış sayamazdı kendini. Gözlerini dikmiş fark edilmeyi bekleyen detayları izliyordu sessizce. Bir kedinin; karnını doyuran güvercinlere attığı sinsi bakışı mesela ya da köşe başındaki boyacının emek kokan bağırışlarını. El ele geçen sevgililere de bakıyordu bazen. Aslında görmek isteyince o kadar çok güzellik vardı ki, hepsini bir güne sığdıramamaktan korktu. Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp tezgâhın sahibine baktı bir de. Soğuğa aldırış etmeden


hevesle siftah yapacağı anı bekliyordu. Uzunca süre ellerini ovuşturduktan sonra tekrar ceplerine koyup beklemeye başladı. Sakalı ağarmış, sol elindeki bastonundan destek alan bir adam emin adımlarla tezgâha yaklaştı. Bir simit istedi simitçiden, “Ama gevrek olsun haa...” Simitçinin uzanan eli kendi bulunduğu simide denk gelsin diye dua etmeye başladı susam tanesi. Bu yaşlı adamın doğru kişi olduğunu biliyordu çünkü. O da İstanbul’un güzelliklerinin farkındaymış gibi derin bakışlar atıyordu etrafına. Küçük bir kağıda sarıldıktan sonra yaşlı adamın elindeki yerini aldı susam tanesi. Merakla bekliyordu gözlerini açacağı yeri. Kim bilir nereye gidiyorlardı bugün, nereleri göreceklerdi. Yaşlı adam simidin kağıdını açıp eline aldığında Kadıköy vapuru çoktan hareket etmişti. Adam simitten aldığı ilk lokmadan sonra güneşin doğduğu kıyıya baktı. Tam da tahmin ettiği gibi vapuru gören martılar geliyordu sıra sıra. Susam tanesinin de üzerinde olduğu bir lokma kopardıktan sonra korkuluklara doğru yaklaştı. Önce manzarayı izletti susam tanesine ya da susam tanesi öyle düşünüyordu. Yaşlı adam derin bir nefes alıp gücünü topladıktan sonra ilk simit parçasını martılara doğru fırlattı. İlk yetişen martı çoktan kapmıştı sabah kahvaltısını. Ayaklarıyla sıkı sıkı tuttuğu simit parçasıyla kıyıya doğru kanat çırpmaya başladı. Bu susam tanesinin bile hayal edemeyeceği bir olaydı. Hayalini kurduğu şehre gökyüzünden bakıyordu işte. Dört bir yanına baktı uzun uzun. Önce kız kulesinin yanından geçtiler, sonra başka bir vapurun üstünden. Bir süre daha baktıktan sonra artık ayrılık vakti gelmişti. Sert bir rüzgâr esti susam tanesi için, kendini rüzgâra bırakıp başka diyarları görebilsin diye. O da yapması gerekeni yaptı, kendini rüzgâra emanet edip çevresindeki güzelliklerin farkına varamayanların olduğu başka bir masala doğru yol aldı... İlker Ardıç [email protected]


“Ömür" diyerek gerçekten kendini hissedebilir misin? Yaşadığın hayatla özdeşleştirebilir misin? "Evet, yaşadım bitti." diyebilir misin? Diyemezsin Zarra. Unutmadığın bir şey var. Ben içimde özlem biriktirirken, hiçbir şey bitmez. Bitti demek dilde pelesenk olmuşken sana, kalbinin inanmadığı bu yalana anca gözlerim gülümser. Hazır göz demişken... Hani şu salıncakta sallanan çocuğu bile kıskandıracak kadar masum olan gözlerin... İnsanların koyu bir renk, benimse kendimi gördüğüm gözlerin... İşte şimdi onlar nerede gezinir bilirim. Benim olmadığım yerlerde; belki bulutların üstünde, belki de başka bir çift gözün en derininde. Peki sen gerçek nedir bilir misin Zarra? Senin gerçeklerin sahiden gerçek mi? Yoksa tatlı görünsün diye cebime sinsice iliştirdiğin zehir mi? En başta bana müthiş derecede korku veren detaylar şimdi sadece buruk bir tebessüm ettiriyor. Bu belki de acılarımın bana en büyük mirası. Miras meselesi karışık şey doğrusu. Kimisi somut şeylerin peşine düşer kazanır. Kimisi de en soyut şeyin, ona ait olmayan bir kalbin peşine düşer kaybeder. Kısacası kazanılan/kaybedilen şeylere miras derler, tecrübe derler. Bize de inanmak düşer. Bu arada unutmadan söyleyeyim Zarra. Gülüşün... Tek suçlu bu. En iyisi okumadan yırt at bu sayfayı. Gülüşünü seninle bile paylaşmak istemem. İçimde yeniden bir umut var zanneder, kendini kandırırsın. Ben o zaman yine üzülürüm. Bu zamana kadarki üzüntülerimi yok sayarak tekrar doldururum hüznün saniyelerini. Ve bu senin hoşuna gider. Sonra yine her zamanki gibi aklından uçar gider. Bir mum ışığı ol Zarra. Beni aydınlat ama sadece kendini yak. Verdiğin her bir söz, ettiğin her bir kelime için kendinden eksil. Emeğinin de bir erdemi olsun. Ve tabii ki beni unutma. Mevlananın da dediği gibi: "Susuyordum, sana masallar söylettim. Zahittin, musikiden hoşlanmıyordun, ben sana şarkılar söylettim..." 23 Haziran 2014 / Pazartesi / 02:45


LEYAL Az evvel bir ışık süzüldü pencereden. Sırtımda saklanan parıltı yüzüme vurunca hayrete düştüm; ben hayalhaneme inciler dizerken, arkamda büyük ve ışıltılı bir resim varmış meğer. Artık onu görmezden gelemezdim. Kâğıda yansıyınca yazım okunmaz oldu, tek gördüğüm; senin suretindi. Karanlığı ne kadar sevdiğimi bilirsin, karanlıkta saçlarının ışıltısını görebilmeyi yalnızca. Sahi karanlıkta da beni sever misin? Yüzümü seçemeyince gözlerini mi düşünürsün, beni mi? Gündüzleri sevgin, akşamları hasretin yokluyor kelimelerimi. Sevgi nasıl bir histir ki ayrılıktan evvel özlemi getiriyor. Nasıl yörüngemden ayrıldığın an, içim ezilmeye başlıyor? Nedenlerle, nasıllarla boğuşmamamı söylemiştin. Sana bu yöndeki arzumu ifade ederken bile sorguluyordum sevgimizi. Ben sorularla işleyen bir akılla yaşıyorum, kalbim bile susuyor bazen. Nasıl oluyor da dünyada bin bir çeşit acı varken, ayrılığımız canımı bu kadar kavuruyor? İşitmenin bile dayanılmaz olduğu, düşünmenin bile ruhu boğduğu ağrılar var yüreklerde. Bir sevdaya bu kadar kıymet vermek seni de düşündürüyor mu? Elimde değil derken ellerime hiç bakmadığımı fark ediyorum, belki de yapabilirdim; bu denli sevdaya kapılmadan durabilirdim. Ama zaman aramızdaki o incecik bağı kuvvetlendirdi bize sormadan. Ellerim onu koparmaya yetecek güçte değil. Ellerim zamana düşman… Şimdi düşünceler duygularımı huzursuz ediyor; ama vicdanım da sevgimizle dostluk kurmuş. Vicdanım gözlerine dayanamıyor. Leyal... Benim en güzel karanlığım… Keşke aralıklı ve kısa konuşmalar değil, bana çığlıklar bıraksaydın. Mektuplarla değil yüksek sesle anlatsaydın hep meramını. Sesin daha fazla süslerdi kulaklarımı şimdi. Şiddeti azalarak silinirdi kulaklarımdan, ama ben en güçlü işittiğim tınıları saklardım kalbimin ritminde. Leyal… Benim en inanılası hayalim… Ben hayali hakikate yeğlerim, bilirsin. Sen ister hakikatim ister hayalim ol; ama var ol. Benimle var olmaktan korkma, kalbinin civarında ruhumu gezindirmeme izin ver. Düşünüp huzursuz olan ben olayım; sen de benim huzurum ol. Sen huzurlu bir sabaha uyanmama sebep ol; ister uykum, ister rüyam ol ama benim-le ol… Nazlı Deveci [email protected]


Yeter Artık Akma Gözlerimden Bu gece yine yavaşça süzüldün gözlerimden. Ağır ağır, Kırmadan... İncitmeden düşüyordun kirpiklerimden. Yavaşça inerken yanağımdan aşağı, Tüm hıncını alır gibi yanaklarımdan öpüyordun. “Kim için? Ne için aktığını biliyor musun?” diye soruyordum sana. “Hayır.” diyordun. Ve sana çok kızıyordum ey gözyaşım. Elimin soğuk kısmıyla siliyordum değdiğin her yeri. Ummadığım anlarda doluyordun gözlerime, sonra kirpiklerime tutunuyordun. Göz kapaklarımı kapattığımda üzerine, yüreğim yanıyor. İçli içli büzülüyordu dudaklarım. Sana karşı koyamıyordum uzun süre. işte, yine dövüyordu ıslaklığın göz kapaklarımı, Dayanamayıp aralıyordum. Ve yine damla damla süzülüyordun yanaklarımdan... Tüm yaşanılamayan “keşke” leri hiçe sayarak... Sancıyan yüreğime aldırmadan süzülüyordun. Değdiğin her yeri kavuruyordu sıcaklığın.


Yavaşça dudaklarımın arasından sızdığında içime, Bedenimi kor bir ateş gibi yakıyordun. Hesap soruyordum sana, Hiç aldırış bile etmiyordun bana... Yavaşça, Aldırmadan... Umursamadan akıyordun anılarımın üstüne, Görenlere aldırış etmeden, beni rezil etmek istercesine... Damla damla, Acımasızca... Birbirinize değmeden düşüyordunuz. Bir de utanmadan yanaklarımı okşuyordun. Mutluluktan akmadınız hiç gözlerimden. Mutlu olmam bu kadar mı dokundu kanına? O giderken elvedayı ben mi düşürdüm dudaklarına? O giderken bir kez olsun dur demedim. Gittiği yerde mutlu olur belki diye, Dudaklarımı kapadım sızlayan yüreğimin üzerine. Sustum. Sadece o mutlu olsun diye... Gözyaşım, Acımazsızca süzülen tuz tadında damlalarım... Yeter. Dolma artık gözlerime. Dolupta taşma, Taşıpta akma artık, Sızlatma yüreğimi yeniden. Yeter. Esra Atabay [email protected]


PASAJ Sevdiğim bir arkadaşım vardı Her şeyimi onunla paylaşarak Onu parasızlıktan çıkarabildim Ama parasızlığı onun içinden çıkaramadım. Aynı sevdiğim kadın gibiydi... Hani vardır ya bazı kadınlar: Onlar için ne kadar savaşıp mücadele ederseniz edin Onları mutsuzluktan belki bir nebze çekip çıkarabilirsiniz Ama mutsuzluğu onların içinden çıkaramazsınız. Sinmiştir bir kere teninin her zerresine anlayamazsınız. Murat Kandemir [email protected] TEMMUZ Her şey yolundaymış gibi görünüyordu Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı söze gelince. Zaman saçlarımızı okşuyordu sadece. Sevmiyordu aslında bizi Aynada her yüz yüze geldiğimizde Sanki aynalar bu gerçeği vurmak için vardı yüzümüze. Her sabah biraz daha ağarıyordu saçlarımız Geride bıraktığımız her şeyde. Akşam'ı Yağmurlar yağıyordu sanki Gençliğimizin üstüne. Aslında uzun bir ölümdü yaşadığımız ömür diye. Murat Kandemir [email protected]


BAĞZI ŞEYLER Düşünsene Kaç milyon kelime var Bazen hiçbirinin Hiçbir işe yaradığı yok İnsan sevdiğinin içinden sevgiyi kürtajla aldırabiliyor da Nefretin kürtajı yok. Murat Kandemir [email protected] KALAN GERİYE Dost, henüz uyanmamış düşmandır Ve mutluluk En güzel köşeleri fahişelerin tuttuğu afili bir romandır. Rafında kendimin denk gelmedim hiçbir hikâyeye Çocukluğumdan bir ben kaldım geriye Ben de eskidim Bakmayın böyle büründüğüme ete kemiğe. Murat Kandemir [email protected]


AŞK… Aşk… Neydi sahi aşk? Yıllardır işittiğim üç harfli bir kelime. Neden şu sıralar daha çok işliyor içime? Anlamını dahi henüz idrak edememişken neden yakıyor bu kadar canımı? İşte böyle sorularla can çekişirken ruhum, yalnız kitaplardan medet umarken biçare, hiç tatmadığım bir duyguya esir oluyorum. Evet, kendimi aşka dair mana ararken İbrahim’in ateşlerinde yanarken buluyorum. Gözyaşlarım har oluyor ateşlere, dilim kırbaç oluyor kalbime. Aşkı bilmeden aşk ateşinde yanıyor, maşuk olmadan âşık oluyorum. Kulaklarımda yalnız altı telli bir tını ve yüreğe düşen ince bir sızı. Omuzlarımda asırlık bir yük. Aşıkların sitemi. Maşukların nazı, şahitlerin niyazı var üzerimde. Ateşlerdeyim hâlâ… Başucumda kırık bir ayna ve avuçlarımda sayfalarca saatli bomba… Avareyim, kulaç atıyorum yalnızlığa. İçimdeki kara boşluk dile geliyor Yunusça. Alın terim bir yetim duası olup can buluyor minik avuçlarda. Kâh bir dilenci oluyorum aşk yolunda maksud, kâh bir maşuğun mendilindeki motif. Kâh da kana susamış uslanmaz bir cellât. Haz veriyor sıcacık kan… Kana kana aşk içiyorum, dudaklarım çatlarcasına yanıyor. Susuyorum, içtikçe daha çok artıyor susuzluğum. Nabızlarımda aşkın büyülü tınısı… Ellerimdeki kan kurudukça kabuk bağlıyor kalbimin odaları. Yorgunum artık, bitap düşmüşüm, yenilmişim gündüzlere. Zaferlerim hâlâ gecelerde. Bir sır gibi saklıyor koyu bir çayın deminde… Aşk kapısında durup soluklanıyorum. Gözyaşlarımla meydan okuyorum bu kez sağır sokaklara. Evet yorgunum… Yalnızım. Evet, korkutuyor beni kırıklıklar. O kadar çok mücadelem var ki bugüne ait. O kadar çok tek başıma savaşım var ki yarınlara dair… Aşk sadece teselli geliyor kulağıma. Sadece bir avuntu, belki bir sığınak. Kendi rüzgârımdan kaçışım. Evet, yorgunum, yalnızım belki bir parça korkutuyor ama yenilmedim henüz, aşka. Sadece Aşk’a aşık bir savaşçıyım bu dünyada… Ülkü Mehtap Zoroğlu [email protected]


SAKIN UNUTMA Kapılmamalı insan her rüzgâra Kaptırmamalı kendini dönüşü olmayanlara, Zor bunu anlamak, kavramak, Başarmak Hızla akıp giden günlere dur deyip, Neyin nasıl olduğuna bakmak. Bir bakmışsın artık çok geç, Olanlar olmuş, Geri dönüş yok, elde sonuç yok... Zamanına üzülürsün önce, Sonra iyi tarafından bakar “Bana çok şey kattı." dersin. Daha sonra aklına yıpranmışlık gelir, Zordur kalpte açılan yaranın kabuk bağlaması, Yine iyi tarafından bakar “Biraz zaman, biraz huzur. Eskisinden daha iyi olurum." dersin. Sonra bir bakmışsın ki, Artık birine bir şeyler hissetmek bile istemez olmuşsun. Bakarsın bakarsın da iyi bir yan bulamazsın. Sevmedikten, aşık olmadıktan sonra ne farkın kalır Masadan, tahtadan, makinadan? En basitinden kalem Kağıda aşıktır mesela, Onsuz hiçtir. Yazarak anlatır bunu, Her dokunuşunda hisseder kağıdının ruhunu. Düşünsene yazmayan bir kalem Ne yapar, nasıl yaşar, Ne hissedebilir ki bir kağıda Ona dokunamadıktan sonra. Bakarsın ve anlarsın Sen de o kalem gibi olmuşsundur. Seni sen yapan şeyleri yitirmişsindir, Bu her zaman böyle olur, Gidenler çok şey götürür. Zaman gider, umudun gider, hayalin gider, Hatta ömründen ömür gider. Ve sana sadece kabuk bağlamamış o taze yara kalır. Hadi bak bakalım iyi yanından Çok şey falan değil, Hiç bir bok katmadı sana Eskisinden iyi falan da olamazsın Dua et de daha kötüsü olma Ve bir dahakine Hani olmaz da Eğer ki olursa Daha çok seven olma. Bunu sakın unutma. Yasin Gel [email protected]


AŞK Şimdi seni düşünmek hayatımın en zor sınavı kendimce... O ilkbaharı; mavilikle yeşilliğin en güzel tonunun sen olacağını benden başka hiçbir kainat varlığı bu kadar derinden hissedemezdi. Düşünüyorum. Hayatımda o ilkbahardan beri var olduğunu düşünüyorum. Oysaki yanıldığımın çok sonra farkına varıyorum yine; çünkü benim hayatımda nasıl var olduğunu ve ne zamandan beri seni beklediğimi bilemezsin. Ana rahminden beri bekliyoruzdur belki de birbirimizi. Özlemle beklenen bu sensizlik, yaşanmayı bekleyen zamanlar olarak çıkıyor karşımıza. Mutluluk da seninle birlikte geliyor bana. Mutluluğun çok uzak olmadığı zamanları düşünmek, özlenmeyi bekleyen anılar olarak kalıyor hafızamızda. Özlemeyi bil! Özlemek; elimizde olanın kıymetini o bizimleyken bilmektir. Geriye kalan zamanlarda ise özlemek; hiç bu kadar acımasız olmayacak demektir. Yaşıyorum. Her şeyi sensiz yaşıyorum. İnsanlar aynı; değişmeyen yüzler, değişmeyen siluetler, aynı sahte gülücükler ve yüzlercesinde senin bakışlarını gördüğüm aynı gözler. Hep aynı günler, aynı tenha sokaklar ve sensiz attığım her adımımı sayan yıpranmış milyonlarca kaldırım taşı. Hepsi birden aynı ezilmişlikleriyle sesleniyorlar bana. Tüm şehir bunu fısıldıyor kulağıma: “Her şey sessizce olsun, diyorlar. Sessizce olsun ki onu sevmelerinin kalp atışlarını duysun hücrelerinde.” bütün direnişlere inat ilkbaharın neşesinden sıyrılıp ses(N)sizleşiyor. Sensiz yaşadığım şeylere bu da ekleniyor sessizlikle birlikte. Hissediyorum. Kalp atışlarımın seninkisine karışıp, o ilkbahar gününde maviliklere sarıldığını hissediyorum. Böylelikle sana bir dudak izi kadar daha yakınlaşıyorum. Seni düşünmek; özlemle beklediğim şarap kokulu öpüşleri defalarca yaşamak gibi bir şey oluyor şimdi. Düşünüyorum. Tüm bu tenhalıkların hangi köşesi şahitti küçük mutluluklarımıza? Satırlar biterken, sonsuzluğa seninle birlikte binlerce özlem cümlesi bırakıyorum. Şimdi değişmeyen tüm siluetler birden sen oluyor. Yaşamanın bu kadar anlamlı olabildiğini o ilkbahar günü bahşediyor bana. Oysaki o gün aynı uğursuzluğu birlikte tatmıştık belki de. Sonsuzluğa bıraktığım özlem cümlelerimi sana armağan edip, şarap kokulu öpüşlerin maviliklere karışıp seni bulacağı uzak diyarların kıyılarına tek satırlık paragraflar haykırıyorum: “SENİ SEVİYORUM.” Meltem Gökce [email protected]


NEREDE O ESKİ ZAMANLAR? Sinek vızıltılarından başka hiçbir ses yoktu. Yastığıma sarmalanmış, yorganımı bacaklarımın arasına almıştım. Vücudum otuz dokuz derece! Sıcak… Tazeydi bütün yaşananlar, Dumanı tüten sorunlarımla bir başımaydım. Ev halkı miting alanını doldurabilecek kadar kalabalıkken Ben, odamın on metre karelik alanında sığıntı ve sağırdım. Nefes alabileceğim tek penceremden Halı yıkayan adamın tazyikli su sesi geliyordu. Oysaki şelale, göz bebeklerimden kendini yeni çekmişti. Adımlarımı eve attığım anda kaplardı içimi huzursuzluk. Ayağı yanmış köpekler gibi gezmeyi severdim ben. Sokaktaydı hayat. İnsanların bakışlarında, Duvarların soyulmuş reklam panolarında, Ve gizlenmiş mahalle aralarında… Beton yığınlarına sıkışmak Beni yavaş ama sancılı bir şekilde bitiriyordu. Ciğerlerim sigaradan çok, Bu odanın havasında çürüyordu. Bir yandan düşünüyordum; “Nerede o eski zamanlar?” diyebileceğim her şey Aslında bu odada gerçekleşmişti; İlk aşk mektupları, En güzel giysiler… Sağlam kafalar bu odada çekildi. Yatağın başında asılı olan dünya haritasıyla Bu odada karşı karşıya geldim. Ah o Prag… Hiç çıkmıyor aklımdan. En mutlu rüyalardan Umutsuzca bu odada uyandım. Ve koleksiyonlar… Eski püskü ne varsa bu odada yıllandı. Buna şarap şişeleri de dahil. Çöp ev dedikleri bu olsa gerek. Bazen yarım kalan bir mum karanlıkta yürümeyi, Bazense tek ayağı kırık bir sandalye ayakta durabilmeyi öğretti. Nagehan Kazancıgil [email protected]


TEKLİNİN GÜNLERİ Arafat gözünü açtı. Arafat dünyanın şalterlerini bir kere daha kapattı. Kanının bütün hücrelerini canlandırmasını an be an yaşadı. Dirilişi gördü. Ölümü gömdü. Garip bir şeyler oldu. Her zaman istediği bir şeylerden… Uzandığı yerden kaldırıldı. Yüzüne birkaç kere daha su çarpıldı. Duraktaki metal oturaklara oturtuldu. Laleli sonunda öcünü almıştı. Kimse Arafat’ın neden bayıldığını anlayamadı. Yankesiciler hariç kimsenin umurunda da olmayacaktı. Buraya nasıl geldiğini hatırlayamadı. Anlaşılan hatıraları da bayılmıştı. Bir su döküp onları da ayılttı. Sonra geleceğini düşündü. Ne yapması gerektiğini şimdiyi bozarak başlayabileceğini fark etti. Belki de zaman tek boyutluydu. İnsan hatıralarıyla geçmişe, hayalleriyle geleceğe, varlığı ile de şimdiye aittir. Ama o şu an olduğu yere ait değildi. İnsanların arasından sıyrılıp yürümeye başladı. Arkasından bakanlara aldırmadı. Cüzdanı olmadığı için yanına gelmeyeceklerini biliyordu. Bu zamandan bağını koparmadan biraz da geleceğe gitmek istedi. Düşüncelerinin kapısına balyozla daldı. Ölümün dâhilikten sonraki aşama olduğunu anlayabilmesi için seneleri sigara gibi içmesi gerekmişti. Her geçen sene ciğerlerini biraz daha karartmış olmalıydı. Dünya aydınlandıkça kararıyordu. Karardıkça beynindeki sinir hücreleri otobanda karşı yöne geçip kafa kafaya çarpışıyordu. Cern’deki atom çarpıştırıcısından daha kuvvetli olan bu çarpışmalardan karşıt düşünceler doğuyor, zihni gitgide büyüyordu. Ona göre Evren; Tanrı’nın zihniydi. Onun yaşadığına ‘Bing Bang’ kendisinin yaşadığına ise beyin nöronlarının kazası deniliyordu. Onun çarpışmasından elektronlar, nötronlar, protonlar çıkıp atomu ve karşı maddeyi oluşturuyor. Kendisinden çıkanlar ise en fazla karşıt düşünceyi oluşturuyordu. Her ikisinin de zihin evreni genişlemeye devam ediyordu. Tanrı olduğunu ilan edebilmesi için Tanrı’dan daha uzun süre yaşamalıydı. Matematiksel zaman kuramına göre bu olanaksızdı. Ona göre her şey izafiydi ve zamanda izafi olmalıydı. Uzun süre yaşamak için izafiyeti kullanmayı akıl etmek zamana hükmetmekti. Geçen her dakikadan, saniyeden ve mikro saliselerden hatta zamanın kendisinden iğrenerek yaşamak, zamanın hızını fazlasıyla yavaşlatıyordu. Fakat nefreti çok daha artmalıydı. Zaman kendisini elinden almış ve sağlığına civa dökmüştü. Zaman tarafından tecavüze uğramış, günlerce aç bırakılmıştı. Ama yine de yeterli nefrete ulaşamıyordu. Zamanı durdurmanın başka yolunu bulmaya çalışırken nefretin kendisi olmaya karar verdi. Eğer kendisinin zamanına hükmetmekte bu kadar zorlanıyorsa başkalarının zamanına hükmetmeliydi. O gün kararını verdi. Nefreti bile kendisine nefret ettirdi. Hayatı boyunca ne kadar fazla para kazandıysa o kadar fazla para kaybetti. Her zaman kazanmanın bir yolunu buldu ama kaybetmenin yolunu bulamadı. Zaten para kaybetmenin bir yolu yoktur. Bu bir dünya kuralıdır. Sadece parayı


kazananlar vardır. Kaybedenler aslında paralarını kazananlara devretmiştir. Parayı kazanmanın en kısa yolu yarışmalardır. Onlarca sponsor sayesinde paraları şov eşliğinde dağıtmayı seven televizyon programları kendi başına bir sektördür. Yarışmaların formatları genellikle basittir. Çünkü zekâya değil çabaya yöneliklerdir. Önemli olan yarışanlar değildir, izleyenlerin televizyon karşısındaki hipnozları ve reklamın bu insanlara nasıl sindirildiğidir. Kendi yarışma formatını tasarlamayı düşündü. Sonucunda ne kazanılacağı bilinmeyen, hatta yarışmayı kazananın ödülü kaybetme ihtimalinin dahi olabileceği, mental ve fiziksel gücün matematikle bir arada kullanılmasını gerekli kılan bir yarışma. Yarışmayı hazırlarken Leonardo Da Vinci’den etkilenebilirdi. Yarışmacılar Da Vinci’nin "Vitruvius Adamı" gibi bir daireye bileklerinden bağlanacaktı. Oranlarla ilgili gelen sorulara yanıt verilirken ise daire dönmeye başlayacak, düşünme yöntemlerini tersine koşturacaktı. Bu görüntü aklında canlandığında Da Vinci’nin Vitruvius Adamı’nı çizerken pentagramdan yararlanmış olabileceğini düşündü. Çizdiği Vitruvius Adamı’nın orijinal nüshasında kenarlarında ve bütün sayfalarında oranlarla alakalı yazılar vardı. Dünya oranla yönetilebilir ve yok edilebilinirdi. Pentagram da bu yönetimin başka bir mitolojik unsuruydu ve dört elementin ruh ile oranlanmasını ifade ediyordu. Vitruvius adamının uzuvları ateş, su, toprak ve havaya; başı ise ruha denk geliyordu. Pentagram yıldızının içine Vitruvius adamı orantılı olarak yerleştirilebiliyordu. Asıl rivayet ise spiritüalizm ile alakalıydı. Evrenin kötüye gittiği andan itibaren Pentagram yıldızı tersine dönmüştü ve bir gün yeniden iyilik galebe çaldığında ise yıldız tekrar düz haline dönecekti. Yarışmacılar ise dairenin attığı her turda iyilik ile kötülük arasında gidip gelecekti. Cevapların sonunda düz kalabilen ise kazanacak, belki de dünyanın kaderi göz önüne alındığında asıl kaybeden olacak ve hiçbir şey kazanamayacaktı. Kaybedenin kazandığı tek yarışma olması ile format uygunluğa ulaşmış oldu. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın hiçbir şey düzüne dönmeyecekti. Hiçbir şey düzenini yitirmeyecekti. Sadece yanından geçtiği Süleymaniye Camisi gibi camileri artık padişahlar değil kendisini padişah zannedenler kibirlerinden yaptırıp dört tane de minare koydurtacaklardı. Süleymaniye’yi sağına aldı. Süleymaniye’yi hep sağına alacaktı. Çünkü hiçbir zaman oradan geriye dönmeyecekti. Güzergâh her zaman Beyazıt’tan başlar, İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk ve Eczacılık fakültesinin arasındaki yoldan devam ederdi. Karşısında camiyi, sol omzunun hemen yanında ise kuru fasulyecileri gördüğü zaman istikametinde sapma olmadığını fark ederdi. Sağına aldığı cami sayesinde sağ omzundaki meleği de memnun ederek yürürken ikinci kez sağ köşeyi döndüğü vakit müftülük binasıyla bir kez daha karşılaştı. Osmanlı zamanında ne fetvalar buradan çıkmıştı. Müftülükten Eminönü’ne kadar olan bu yokuşun adına boşuna fetva yokuşu denilmemişti. O zamanlardaki kâtip çelebiler gibi Eminönü’ne oradan da Gülhane içerisinden Topkapı Sarayı’na koşmayı düşündü. Sonra nedense vazgeçip fetvayı havan topuyla göndermek istediğini fark etti. Nereye düştüğünün önemi yok. Nereye dü-


şerse düşsün herkes fetvalara inanır. Fetva fetvadır. Din dindir. Kitabı vardır kimse okumaz, fetvası verilir herkes itimat eder. Kişi istediğini yazar, kişi hepsine itaat eder. İtaat itlikten gelir. Diğer adı köpekliktir. Köpekler iki şekilde itaat ettirilir. Korkutularak ve şartlandırılarak… Bu Pavlov’un bulduğu büyük yalanlardandır. Bunu bulanlar insanoğlunun ilk hayvanlaştığı zaman olan homo sapiens dönemlerindeki insanların ta kendileridir. Bu yüzden dinin özünü yakalayan tasavvuf ehli insanlar kediyi yüceltmiştir. Çünkü kediler köpeklik yapmaz, itaat etmezler. Çünkü kediler bir mitolojide, bir medeniyette, bir tipolojide başkarakterdir. Karakteri olduğu toprak ise Antik Mısır’dır. Antik Mısır, karakterlerini sonsuzlaştırmanın yolunu bulan ilk medeniyettir. Mumyalaştırma egoizmin form kazanmış ilk halidir. Egoizm ise sadece Ankara’da rastlanılan bir tür ulaşım hastalığıdır. Arafat, Eminönü’nün kalabalığında kaybolmak için fazla kaybolmuştu. Hava ılıktı ve mevsimi bilmesine gerek yoktu. Balık ekmek satan tekneler sadece turistlere ilginç geliyordu. Hâlâ açtı ama parası olsa teknelere değil yeraltı girişlerinin köşelerinde kaçak sigara satan çocuklara gider, Djarum marka vişne aromalı bir sigara alırdı. Galata Köprüsü'nü üstten geçmeyi tercih etti. Galata bir nevi ikilemin görseli gibiydi. Üstte balık tutup kimseye karışmayanlar. Altta balık satmak için insanlara musallat olanlar vardır. Biri balık avlar öteki insanı. Mühim olan avcı değil avdır ve Arafat bugün av olmak için fazla zayıftı. Köprüdeki avcıların dikkatini çekmeden köprüyü geçti. Hiç zor olmadı çünkü ilgi alanlarında değildi. Karaköy tarafına vardığında alt geçitten geçmek yerine geçiş önceliğini tramvaya bırakarak yolun karşısındaki iskele tarafına geçti. Bu sefer yanında Haliç manzaralı Ziraat Bankası'nın tarihi binası vardı. Bankayı sağına alıp yürüdü. Dine biraz da para katınca sağındaki melek iyice mutlu olmuş olmalıydı. Hazır mutlu etmek demişken bir arkadaş daha ziyaret edilerek mutlu edilebilirdi. Hayatındaki iki tek arkadaşından birini bugün için görebilirdi. Bunun için fazla efor sarf etmesi gerekmeyecekti. Yürüdüğü yoldan birkaç ayrım sonra Kabataş’ı işaret eden bir caddeye girdi. Karşısında doğa sporları malzemeleri satan dükkânların tabelalarına baktı. Aradığını buldu. “Tur Outdoor Dağcılık ve Kamp” yazan mağazanın kapısından içeriye girdi. Kapıdan gelen tıkırtıyı duyan Musa arkasını döndüğünde Arafat’ı gördü. Mağazasının boş zamanlarına denk gelmiş olmasından mıdır yoksa fazla heyecanından mıdır kendisinin de bilemediği bir sebepten bağırarak konuşmaya başladı. “Nerelerdeydin sen birader?” Arafat cevap vermedi. Etrafa bir göz attı. Sıra sıra dizilmiş olan elli, altmış ve yetmiş litrelik çantalara baktı. Mağaza sağında oldukça uzadı. Duvarlarda bulunan dağcı posterleri ve tırmanış fotoğraflarıyla kendi sıçrayışlarını kıyasladı. Daha birçok şey yaptı ama cevap vermedi. Konuşmaktan çok yorulmuştu. “Gel haydi dikilme öyle, otur bakalım.” Musa’nın çektiği sandalyeye oturmak yerine Musa’nın kendi döner koltuğuna oturdu ve girdiği kapıya bakarak konuştu. “Çok acıktım, yiyecek bir şeyler var mı?” Eğer dışarıdaki arabaların motor sesleri mağazanın içerisini fabrikaya çevirmeseydi Arafat’ın midesinden gelen sesler onun konuşmasına gerek bile bıraktırmayabilirdi.


“Bende tam biri gelse de yalnız yemek yemesem diyordum. Gerçi alıştım dağlarda, kırlarda yalnız olmaya ama insan şehirde arıyor işte birilerini. Dur bakalım ben yandaki büfeden bir şeyler söyleyeyim. Bu arada ne istersin?” Yine bir cevap duyan olmadı. Duysalardı da anlamazlardı. Çünkü dili farklıydı. Arafat dünyadaki bütün insanlardan farklı bir dil kullanıyordu. Birçok konuşan insan vardır. Düşünüp konuşanlar, konuşup düşünenler, konuşurken düşünüp düşünürken konuşmaya çalışanlar. Ya da hiçbirisini konuşmayan-lar-! Eğer Arafat’ın birden çok olduğunu kabul etmezsek –lar ekini kaldırmak en doğrusu olur. Konuşan o değildir. İçinden gelen içi konuşur. Ya da sadece saçmalar. Başka bir seçenek olamaz. Olsa da olduramaz, olan yalnızca gerekliliklerdir ve gereklilikler dünyadaki en gereksiz şeylerdir. Bu sefer kapıdan Musa girdi. Ama o girdiğinde mağaza sağa doğru uzamadı. Sola doğru da… Mağaza kareydi, gerçek olan da buydu. Gerisi yanılsamaydı. Yanıldığını kabullenmeyen herkes için yanılsamak bir gerçektir. Tıpkı karenin her kenarının birbirine eşit olup farklı yerlere uzaması gibi!... “Yemekler birazdan gelir. Kaç aydır yoksun oğlum, merak ettik seni. Neler yaptın bakalım?” Son birkaç aydır uyuyordu. Onun öncesinde de köpek gibi içiyordu. Ara sıra bu yüzden Korsakov Sendromu geçirdiğini biliyordu. Hatırlamıyordu lakin hatırlasa Amnezinin am-nezdinde bir yerlerine koymuş olacağını gayet iyi biliyordu. “Çok fazla şey yaptım. Şimdi bunları anlatacak vakit yok. Öteki nerede?” Bir şey sormuştu. Bir ara kendisi de şaşırır gibi oldu. Ama biraz normal davranmalıydı. Kendisinden gitmek için çok zamanı vardı ama kısaltmalıydı. “İşinde gücünde adam… İşleri de baya büyüttü. Artık zor buluruz onu. Zaten kendisinden on beş yaş büyük nakliyat kraliçesiyle evlendiğinden beri bizi görmez oldu. Şimdi farklı sektörlere girmiş. Neyse boş ver onu bir gün buluşuruz hep birlikte. Nerede kalıyorsun?” “Şu an hiçbir yerde. Bir süredir kaldığım bir yer vardı, ayrıldım.” “Sana kalacak bir yer ayarlamak lazım. Bir süre bende kal istersen, kardeşim Harun’da yurtdışında hem.” “Gerek yok. Bana bir çadır bir de uyku tulumu ayarlaman yeterli.” “Uzatma oğlum işte, yabancı mıyız? Ne yapacaksın çadırda. Hem evde kimseler de yok, rahat edersin, mis…” “Bakarım başımın çaresine. Sen ayarla yeter.” “Tamam tamam, benim malzemeleri alırsın öyleyse.” Arafat uzun bir aradan sonra doymuştu. Doyan sadece midesiydi. Bir süre onun tarafından konuşturulmayacaktı. Musa “Quechua” marka çadırını, uyku tulumunu ve arkadaşının rahatını düşünerek bir tane de mat getirdi. Arafat ayağa kalktı. Çadırı, tulumu ve matı aldı. Allah ziyade etsin ya da kesene bereket diyebilirdi ama demedi. Hatta öpüşüp sarılmadı bile. Kapıya yaklaştığı anda vücudunu geriye çevirdi. “Üç gün sonra uğrarım. Akşam size geçeriz. Ötekine de haber ver o da gelsin. Görüşürüz…” Arafat kapıdan çıktı. Önündeki yol sadece bir yöne akıyordu. Arabaları takip etti. Karaköy’den Kabataş’a doğru yürüdükçe yürüdü. Meclis-i Mebusan Caddesi'nin kaldırımlarını çiğnedi. Yorulduğunu fark etti ve daha fazla yürümeyi istemedi. Sağında Fındıklı Parkı'nı gördü. Parkın ortasındaki kucağında çocuk olan baba heykelini arkasına alacak şekilde çadırını kurdu. Çadırın ağzına baba portalı dedi. Böylelikle çadıra her girdiğinde hiç hatırlamadığı babasının kucağına oturan çocuk olacaktı. Terlediğini ve koktuğunu çadırın ağzını kapatınca iyice hissetti. Fermuarı açtı ve karşısındaki denizi gördü. Geldiğinden beri ilk defa fark ediyordu. Çadırın içinden batmak üzere olan güneşi seyretmek istedi ama doğuya baktığı için göremedi. Denize batmayan


güneş hiçbir yere batmamalıydı. Güneş olmaya karar verdi. Çırılçıplak soyundu ve adımlayarak denize doğru yürüdü. Yürüyüş yolunun ucunda, denizin başlangıç noktasında durdu. Herkesin onu izlediğini fark etmedi. Fark ettikleri şey onun çıplak olmasıydı. Oysa daha dikkat çeken başka şeyler de vardı. Arafat’ın vücudunda birçok dövme mevcuttu. Daha doğrusu dövmelerin Arafat’ı vardı. Göğüs kafesinin üzerinde ikiye bölünmüş bir elma tüm profilini kaplıyordu. Elmanın çekirdek kısmına denk gelen göğüs tahtasının üzerinde yukarıdan aşağıya doğru alacalı harflerle “LİLİTH” yazıyordu. Elmanın sapının olduğu yerden ise patlayan bir volkan vardı. Elmanın sağ kısmında kaburga kemiklerinden birisinin üzerinde ise üstü karalanmış bir yazı vardı. Yazının sadece ortasında “w” harfine benzer bir şey gözüküyordu. Elmanın sol tarafında ise kalbin tam üzerine gelecek şekilde “ADEM” yazıyordu. Fakat “a” harfinin üzerinde uzatma işareti yoktu, yani aslı olan Arapçadaki “el adem” sözcüğüydü. “Hiçlik.” Arafat hiçliği görmek değil yaşamak istiyordu. Işığı görememek için ışık, hiçliği yaşamak içinse var olmak gerekir. Ve Arafat var olmaktan da yorulmuştu. Düşünmeyi bıraktı ve aydınlatmak üzere denize atladı. Fakat Arafat hiçbir zaman aydınlatan olamayacak kadar kararmıştı. Muhammed Eyüp Yavuz [email protected]


İSTANBUL Ey İstanbul Acılar kraliçesi İstanbul denizinde dert açar Ne ben mutluyum ne de Sen üzgünsün Sevgilimi dertlerinde saklarsın Durup durup Hep Kız Kulenle övünürsün Gizli mabedinde saklı sevdan Aşklarında hüzün, hıyanet var Neden bir araya gelemiyor Aşkların, âşıkların Hep birbirine hasret iki yakan Bak Galata Kulesi ağlayıp durur Hasretle bakarken aşkı Kız Kulesi'ne Ve sen hâlâ övünürsün Kızını mavi Marmara’da saklarken Ayasofya’da yeni güne hazırlanır Bir telaş sarmış sahillerini Kum kapıda balık kokusu varken Haliç'te gemiler dolusu aç yatar Fatih'in ordusu aşmış denizleri Ve namın yürümüş senin Salacak'tan Kız Kulesi'nin sesi gelir Nazım'ı uğurlayan hıçkırıklarla Kabataş'tan Galata Kulesi'ne hediyesidir Gece karanlığında fener alayı Ve sen inatla aşklara karşı niye direnirsin Ki sen ey şehr-i İstanbul'sun İrfan Karabulut [email protected]


Bu Mevsimde Ölünmez Bu mevsimde ölmek için evvela yaşamak gerek Hoyratça içinde yangınların olduğu yüreğin mesela Ve ille de ölmeyi koymuşsan kafana sarı sıcakta Aşklarını yaşamalısın önce Ve öleceksen beraber öl sevdiğinle el ele Son nefesleri son kez alıp yine son kez vermeli tebessümle Ya da hazır değilsen ölmeye bu mevsimde hazırlan Ölürken arkana bakma kendin ve sevgin için Hazanı bekle ölmek için ne çıkar ki Bence bu mevsimde ölünmez Ama illaki öleceksen uğruna aşkın ve istiyorsan Son isteklerini gerçekleştir az/alan zamanda Hazan mevsiminde beraberce uyuyun son/susuzluğa Yeni bahar gelmiş ve el elesin aşk ile Ölmek için daha erken sendeki har’da Bir bir işleri yoluna koymalı evvela Randevulara gitmeli atlamadan dikkatlice Tüm hesaplarını kapatmalı sanalın vedalaşarak E-maillere cevap vermeli süre/siz ve son kez Hayalleri gerçek kılmalı en kısa vakitte Mevsim bittiğinde biletini almalı tek yön zamanı dilenerek Bekleme yapmaz zaman ertelenemez de Ölmeye ihtiyaç varsa hiçbir şeye gerek yok Sadece son ziyaretleri yapmalı son kez Tadını çıkar şimdi son mevsimin Çünkü son mevsimi yaşayacaksın ölmek için Ve senin yerine zaman işler sen acele etmesen de İşte son şiirlerini yaz sadece zamana Zamanın dar aralığında yaşayan şiir ol kendince Ben seni bekleyen şairim edebimce Yani her mevsimde Yüreğinde yaşayıp her aşkta ölen hani Mevsim bitmeden her sabaha mutlu Yanı başında şiir karalamaların Solgun gün ışığında saçlarını yıka Güneş dolaşsın saçlarında parmakların yerine Bu koca şehirde ufak boşluk yarat sadece Ve şimdi şeytan doldurmadan bakışlarını Hazanda ölmeyi bekle ki aşk’ta bitsin Ve son yaprakta düşünce usulca kilitle yüreğini Aşkını dudağınla son defa öp yastığına kokunu sürün Sadece bir kez elveda de Öyle uzun uzadıya olmasın elinde elvedan Sessizce uykusuna buruk gülüşünü bırak Ve en sevdiğin şairin Son şiirini tutuştur parmaklarına Kapıyı son kez aç hiçbir öteberi alma yanına Senin yerine her şeyi aldılar vakit tamam Ben kim miyim? Tanırsın yüreğine sor istersen Her mevsimde seninle ölmeye hevesli Aşkı tek taraflı ateşte yaşayan Classic Şair’inim İrfan Karabulut [email protected]


NE OLUR Gelirse senden olur en fazla, o da kayıp değil, adı aşk Bu fırtınanın kaçış yolu yok, kendine sarılmak başka, ölüm başka. Gelirse bir kokuyla gelir, o da en fazla yeryüzünü cennet eder, Burada bir bakış, cennetten bin bahçeye bedel. Şu gölgeye bak; beden güçlü, silüet hazin En samimiyetsiz veda busesiyle süslediğin yazım İşte bir tütün, birazcık paranoyayla cüssem yollara hazır Biraz içimi özlem alsa, baş ağrılarım tüm hevesimi kazır. Görürsem bir hayalle gelir, olan en fazla gecelerime olur Bu serzenişin anlamı yok, gözümü kapasam ne olur, açsam ne olur? Bu kaçışın anlamı yok, bir şeyler koşsam da bana “dur” diyor. Şimdi dirensem ne olur, kaçıp gitsem ne olur... Bir ölüşüm, bin dirilişimden daha umut verici Ben ne zaman ayağa kalksam bir yanım hiç kendine gelmedi Bu kargaşayı sen yarattın, hayata döndürmemen hayret verici Şimdi ciğerlerime yaşama sevinci dolsa ne olur, dolmasa ne olur. Koparsa kıyamet, bir şehri terkedişten olur en fazla O halde yolların kana bulanışı kenti şaşırtmaz da Kaç kaçış hakkım var bilemem, olan en fazla yeteri kadar silinemeyişime olur Şimdi beni kainata değişsen ne olur, değişmesen ne olur! Bir vazgeçişten, koca bir dünya başkaldırış yarattın Hücrelerime değin milyonlarca orduyla gelsen ne çare Bir hakikat, bir öksürüş, bana geçmişten ne kalsa iyi? Sineme bir yumruktan koca bir intikam yağsa dahi... Ellerimde sönen benim mukadderatımın son sahnesi, Bundan iki anlam çıkar; ya yıpranacağız ya da susalım en iyisi... Gözyaşlarıma damla damla dediğinden, şimdi okyanustan beter Utancıma eşlik eden ne sence? Şu iki fincan çay, içtiğimiz. Gözlerime bir dakika değsen olan zihnime olur, Yani pencereden benliğimi at, değişen tek şey sahneleniş olur. Vakit varken çekip kendimi rüzgârından kaçmalıydım Daha bir düzine tufan vardı, gururumu kalkan yapmasaydım. Elde olan ne ki? Sabaha sağ salim ulaşmaktan ne çıkar? Benim bildiğim engebeli tüm yolların ucu sana çıkar Şu göğsümde patlak veren sızlanışım elbet ki son bulacak Sahi artık kara toprağa el uzatsan ne olur, uzatmasan ne olur? Aykut Körmamuoğlu [email protected]


Bir Şehre Veda Etmek Bir şehre veda etmeye ihtiyacı varsa yüreğin geç kalmamalı yollara düşmeye. Şehirler geçmeli, mevsimler akmalı yürekte. Dört mevsimi yaşayan yüreğe en iyi gelecek tesir bir tutam acı ve bolca gerçektir. Ötesi yok... Bir otobüs yolculuğu olmalı ya da tren... Gittiğini hissetmeli bedenin, otogarın o garip hüznünü hissetmeli. Yalnız çıkmalı yolculuğa, manzaralar olmalı tek dostu. İlk manzara insanlar ve kalabalık... Son dakikalar beklenmemeli yerini almak için. On dakika erken oturup izlenmeli vedalar. İnsanlar, ayrılırken sanki daha bir gerçek. Sahtelikleri akmış, maskelerini bir anlık da olsa çıkartmışlar gibi. Gözlerine bakmalı camdan bir bir, “Nasıl bir veda bu?” diye. Ki ancak gözlerden anlaşılır ayrılışların anlamı. Sözler durur ya bazen, tam da o an... Ya buruk bakar ya mutsuz ya bir mutluluk vardır o bakışta ya da gözler kaçar gözlerden... Bir şehre veda işte böyle başlar. Sonrası (daha) kolay. Evler azalır şehre veda ettikçe, yol çizgileri dikkat çekmeye başlar. Daha da uzaklaştıkça yol kenarındaki tarlada yetişen mahsulü tanımaya çalışırsın. Ekinler, ağaçlar, yalnız, düşünüyor... Çağrışımlar alır götürür. Mutluluk başlar çünkü zihin dinlenmeye başlamıştır. Sakinlik, sükunet, manzaranın ıssızlığı yüreği dinlendirir. Bir melodi çalmaya başlar kulağında ve gelsin yine çağrışımlar... Gözler dolar o boşluğa bakarken. Boşlukta dans eder zihindeki hayaller, sözler... Yaşananlar dokunur, acıtır yüreği. “Son” der mantık, “Son doluşları gözlerimin!” Kararlılık yüreğine işler ve hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz. Sanki yol çizgileri atlandıkça ağır gelen her şey kalpten yollara dökülür. Biter... ..... Bir şehre veda etmek hiç bu kadar iyi gelmemişti yüreğime. Kalbim bunu diliyormuş aylardır farkında değilmişim. Yol aktıkça anlıyorum, zihnim duruluyor, kabullenmeye başlıyorum. Bir inanmak varmış, bir de görmek. Ayrımına varmak çok önemliymiş yolda fark ettim. İnanmak bazen bir hiç, görmek ise hayatın gerçeğiymiş. İnanmanın bir HİÇ olabileceğini daha önce hayal etmediğimden olsa gerek bu gerçeği kabullenmekte zorlanıyorum biraz. Ama açığım tüm doğrulara. Aylardır ihtiyacım olan bir şeylerin olduğunu bilmem, bunu aramam, o yakarışlarım sonuç bulmuş. Aradığım gerçeklermiş. Acı ama samimi... Çizgiler alıyor hüznümü. Geçmişin masumiyeti akıyor bir makyaj gibi. Geriye kalan gerçek gözüme çok çirkin görünüyor. Yüreğimin merhamet edemeyeceği kadar çirkin... Kendimi o çirkinliğin içine koyamıyorum. Zihnim “Oradasın!” dedikçe kaçıyor bir yanım “Olmamalı!” der gibi. Yol akıyor, kalp görüyor. Sanki gerçekler iki tokat çakıyor suratıma. Uyanıyorum. Yüreğim kış oluyor, çok çetin bir kış... Üşüyorum, hayal kırıklıkları bir rüzgâr gibi sanki. Titretiyor bedenimi ve yalanlar midemi bulandırıyor. Üşüdükçe canlanıyorum. Birkaç damla yaş... Bahar geliyor sanki. Yolculuğum yüreğimin mevsimleri oluyor. Hafifliyor kalbim aradığını buluyor. İyileşiyorum. Ve hayatıma eklediğim yeni dua: “Allah'ım her daim gerçekleri göster bana...” oluyor.


Bir şehre veda etmek bana güzel bir ders oluyor. Artık daha anlamlı bakışlar. Gözlem yapmaya bayılan gözlerim alıcılarını daha iyi kullanmaya başlıyor. Anlıyorum ki geride kalan şehir benden eksiliyor ve vedalar beni gerçeğe götürüyor. Gerçeğe yürüdükçe büyüyorum... Sahtelikler küçülüyor ben büyüyorum. “Önce hayaller ölür, sonra insanlar.” Shakespear Gamze Öçal


BALIKLAR VE İNSANLAR -Steınbeck Tadında- *NOT: Bu yazı, Yann Tiersen – “Amelie” - Le Moulin' fon müziği eşliğinde kuvvetli hislerle yazılmıştır. Okuyanın da bu müzik eşliğinde okuması rica olunur. Balıklar üzerine, Balıklar ve insanlar... Yanlış sularda yüzenlere... Şu an spor salonunda akvaryuma başımı yaslayıp onları izlediğim için yazmıyorum bu yazıyı. (Yalan söylüyorum, elbet akvaryuma baş yaslamanın bir etkisi oldu.) Genel bir hayvan sevgisi ve hakları üzerine kurulmuştur bu yazı... (Bak bu tamamen doğruydu ama. Her neyse.) Ben, Bir balık olmak isterdim mesela... Tatlı su balığı olurdum belki... Buram buram lepistes olanından. İhtimaldir ki, Anarşist bir balık olurdum kanımca... Anadolu deyimiyle; anarşik... ***** Etimden yararlanmasını istemezdim insanların. En azından, İzinsiz... Evet belki “aklım” olmazdı ama, En azından “hakkım” olurdu... Yaratılış sebebimin de falan canı cehenneme!.. “Ton balığı” başlığı adı altında o iğreti konserve kutularına hapsolmak istemezdim... İzinsiz bedenimden yararlanılıp, Başka bedenlere kas olmak istemezdim... Saklardım değerlerimi içimde telif hakkımla beraber izinsiz kullanılmasın diye... Proteinimi... Fosforumu... Neden balık yendiğinde ağır bir koku kalıyor üzerimizde anladınız mı? (Tamam tamam biliyorum, diğer et ürünlerini de yiyoruz ama koku bu denli ağır olmuyor. Zaten, bu yüzden: “Balıklar ve İnsanlar”) *****


Balık olmayı gerçekten isterdim ama... Çünkü, Bir balık, Diğer bir balığın arkasından konuşmaz, Bir balık, Diğer bir balığa tazminat davası açıp icraya vermez, İttifak olup bir diğerinin akvaryumunu kazmaz. Sınavda diğer balık daha çok net yaptığı için hırsına mağlup olmaz... ***** Yüzdesel hesaplarda boğulup maneviyatından gayrı düşmez. Bir balık, diğer bir balığa çirkin tekliflerde bulunmaz. Diğer bir balığın hakkını gasp etmez bir balık. Balık tacirliğine zorlayamaz onu hiçbir balık evladı... Vücudundaki solungaçlarını, Duyu ve tat alma organlarını, Dudaklarını, Farinkstelerini, Burun epitelerini, Ve o güzel pullarını para karºılığı satmazlar... Ki zaten satsalar ne çıkar ki, Parayla pulla ne iºleri olur ki... Yerim sizi ben be! Hayır hayır; yerim derken, öyle değil... ***** Evet, Belki büyük balık küçük balığı yer ama, En azından bu bir içgüdünün ve doğal dengenin emridir. Kasti yahut 9 (dokuz) kusurlu bir hareket yoktur ortada daha ziyade... ***** Bir balık diğer bir balığa sırılsıklam aşık olur belki ama, En azından ilişkinin ardından solungaçlarına jilet atıp arabeske bağlamaz. Suyun içinde gözleri yaşla dolar belki ama, O da anlaşılamaz... Çünkü, Suyun cezasıdır bu!.. ***** Bir balık olmayı isterdim gerçekten... İstanbul trafiğinden, Yorgunluğundan, Depreminden uzak, Suya yakın... Etimden yararlanmasını istemezdim insanların. Paylaşmazdım kimselerle. En azından, İzinsiz... Evet belki “aklım” olmazdı ama, En azından “hakkım” olurdu... Balıklara, hakka, sevgiye ve ilgiye ilgili olunması dileğiyle... Sevgimle... Onur Fatih Aladağ


RÜZGÂR Dönüp gitmek, kaybolmak... Bu yerde ölüp başka bir yerde ellerine doğmak istedim. Çaresizliğime son verip her şeye yeniden başlamak zor değildi benim için. Hiçbir hayatta mevsim olmadım ben. Sadece gelip geçici bir rüzgâr. Herkese farklı esintiler getiren. Kimine sert kimine ılık. Kimi kaderin yakıcı satırlarında serinletti kendini, kimi hiç tanımadığı acıyı kamçı misali savuruluşumda tanıdı. Sonra sana rastladım, hiçbir şeyde böyle kalmak istemedim. Seninle usandım esip geçmekten. Durgun bir denizdin sen. Her halinle kalıcı. Benimle alay edercesine yalnızlığıma, savrukluğuma inat vefalı munis... Oysa gittiğim her yeri heyecana bulamayı severdim. Geçtiğim yerlerde kıpırdanırdı mavi yeşil. Bir tek sen sessizlikle karşıladın varlığımı... Önce şaşırdım, ardından seni hareketlendirmek, fırtınalara gebe bir çılgınlığa sürüklemek istedim. Sertçe daldım içine, içinde barındırdığın hayatlara aldırmadan. Dalgalanışınla sarsıldılar. Korktular, alışkın oldukları sakinliğinin dışına akışın güvenlerini zedeledi. Ve ilk defa kıyıya vurdu hayatların. Bense gururlandım. Sen bir ölü bense sana hayat veren İsa'ydım. Yaşayacaktın, hem de benim istediğim gibi. Bir şairin kaleminden dökülen isyankâr mısralara dönüşecektin. İstediğim buydu. Muvaffakiyete erince seni terk edip; tatlı sert görevime devam edecektim. Ama sen çok inatçıydın. Kabına çekilip sazlıklara, çiçeklere, fundalıklara bıraktın kıyılarını. Çok kızdım. Kabından taşırmak için seni esip gürledim. Sen bile korktun fırtınamda tanıdık dostlarının mırıldandığı müzikten. Aldırmadım kıyılarına, üzerindeki sandallara, bir çift sarhoş sevgiliye... Kara bir bulutta peyda olan ışığa gark ettim seni. Aydınlanışın dahi ürküttü doğanı. Kazandığımı sandım fakat yanıldım. Gece ilerleyip gücüm tükenince ay usulca üzerine düştü. Bir ninni fısıldadı kulağına ve sen tutulduğum renk, tekrar dost oldun sazlıkların titreşen musikisine. Yapamayacağımı anlayınca ehlileşen ben oldum. Sabahı yağmurla bekledim, kendi gözyaşlarımla ıslandım ve karışsın diye yaşlarım rengine içine bıraktım. Sana zarar vermek için başlattığım oyunda yaralanan ben oldum. Senden uzaklaşacak gücü dahi bulamadım. Tepelerinin ardına sığındım. Yıllardır beni coşturan boşluk içime


battı. Ben zamanın satır aralarında dolaşan, her iklimde hayat bulan, her mevsimin kucakladığı, binlerce güzelin tenine tanıdık, onlarca şairin kulağındaki uğultu, özgürlüğün bedeni sana esir oldum. Tutuklandım. Kelepçelerimden sıyrılıp kurtulamadım. Ruhumdaki deliliğe tutunup aştım tepelerini. Kızgın güneşin buyruğundaki çöllere vurdum kendimi, yanmak fayda etmedi. Yükseklere tırmandım, donmak fayda etmedi. Bir güzelin saçlarına dolandım, sabrım vefa etmedi; yüzümü sürmek için toprağına, sana geri döndüm. Gidişim aslında için için dönüşüme gebeydi. Ne yazık ki dönüşümde yarama merhem olmadı. Birkaç saat gezindim kıyılarında, öylesine uysaldım ki bir çift böceğin yuva diye altına sığındığı kuru yaprağı dahi yerinden oynatmadım. Sen yine sakin, onca hayatı içinde barındırmaya alışkın tavrınla bana yer gösterdin. Oysaki hatıraların izi silinmemişti. Bunu pürüzsüz tenindeki titremeden anlayabiliyordum. Kal demen hakikatte ılık tabiatının alışkanlıklarından biriydi. Şeffaf vücudumdaki yaraları görsen belki daha içten bir ısrar yükselirdi dudaklarından. Ne yararı vardı ki şimdi kalmam. Yalnız son bir dokunuş arzusu getirdi beni buralara. Benimle birlikte vursun diye dalgaların kıyıya, estim. Yalayıp geçince toprağı rengin; ayrılığı heceledi kaderim. Yıldızların ışığı bile söndü, ay yalnız sana teselli. Burada durmuş varlığıma sığmayan bu duyguyla taşarken benliğimden, devam edemeyeceğimi anladım. Artık asi, özgür rüzgâr kendini teslim etmişti. Taşıdığım ağır yükle yola devam etmem imkânsızdı. Bu yüzden dönüp manzarana aşina o toprağa serptim tohumlarımı. Şimdi ne emrine amade olacak kadar yakın ne de esaretimden kurtulabilecek kadar uzağım sana. Vücudumun başkalaştığı bu boşlukta her geçen gün biraz daha katılaşıyorum. Yani anlayacağın görünür oldu yaralarım. Bir an öncesinde kaldı kıvraklığım. Katılığımsa geleceğe mahkûm. Şimdiki zamanda kıvranışım o gecenin hatırasında, yağmur perdesinin arkasında kaldı. Hülya Şit


ÇOCUK TİYATROSUNU ÖNEMSETMEK Türkiye'de "Çocuk Tiyatrosu Felsefesi" konusunda eksikliklerimiz oldukça düşündürücüdür. Bu konuda dünyada akademik ve pratik çalışmalarla ilgili yüzlerce bilimsel çalışma vardır. Sitem etmeden önce duygularınızın yanında bilimselliği de dikkate alınız. Kimseyi eleştirmek değil amacım ama bir sanatçı dayanışması içinde olabileceğimizi bekliyorum. Ama travmatik derecelendirme ile adeta suçlarcasına olan eleştirel yaklaşımlara cevaplarımı daha bilimsellik sferasında vermeyi tercih ederim. “Reji”, “oyunculuk” ve “dramaturji” eğitimim yanında “pedagojik formasyon”a sahip olmam ve yıllardır çocuklarla çalışmam yaş gruplarına göre metinleri yazma, yazdırma ve sahnelememi destekledi. Çocuk tiyatrosu yazımında ve sahnelenmesinde yeni bir model oluşturulurken, bu alanda çalışacak herkesin pedagojik formasyona sahip olması gerekliliğine dikkat çekmek istiyorum. Yine bu alanda çalışacak herkesin gönüllü olması, çocuklarla çalışmak istemesi gerekir. Oyuncuların yaratıcı drama çalışmalarına katılarak çocuklarla çalışmaları, onları daha aktif hale getirecektir. Böyle bir modelin gerekliliğinin yaşama geçirilmesi aşamasında; yönetmen ile birlikte tiyatro sanatını da iyi bilen çocuk gelişim uzmanı, psikolojik danışman ve pedagog dramaturgun da prova sürecine katılarak disiplinler arası çalışma aşamasını daha dolgun yapmak için metnin kağıt üzerinden sahneye taşınması esnasında gerekebilecek değişimleri oyuncular ile birlikte gerçekleştirileceklerdir.


Çocuk oyunlarını sahnelemede öncelikle tercih ettiğim ve önem verdiğim “Dede Korkut Hikayeleri” tarzında kendi tarihimiz içindeki epik konular olan nazım-koşuk, "halk türküsü, mani, şiir, destan" tarzında epik yazılmış eserlerle, çocuklar geçmişe yaptıkları yolculukta o güne kadar görmedikleri ya da günlük hayatlarında kullanmadıkları birçok aksesuarla karşılaşacaklardır. Örneğin; kopuz, ok yay, su kabakları, tahta oyuncaklar vb. gibi aksesuarların renkliliği çocukların ilgisini çekecektir. Bu ilginin meraka dönüşmesinde oyunun başlangıcında yarı yarıya boş sahnede önce çocukların aracılığıyla çadır kurulur. Aksesuarlar, çocukların yardımıyla yerlerine yerleştirilir. Ayrıca oyuncunun rolden role geçişi, oyun için de oyunu çocuğun kavrayabilmesi için de tıpkı oyuncunun role bürünmesi gibi aksesuarlar da işlevsel olmalıdır. Anlatılmak istenene dikkat çekmek ve merak uyandırmak için aksesuarlardan yararlanılır. Dönemi vurgulamak adına bir fon yaratılması, çocuğun zihnini pasifleştirir. Özellikle görüntü olan, kullanılmayan aksesuarla donatılmış bir sahne çocuk için çekiciliğini hızla yitirecektir. Çocukların yaratıcılığını geliştirme konusunda aynı yaş çocukların birlikteliğinin daha faydalı olduğu konusundaki pedagojik ve psikolojik esaslar çocukları belirli bir sanatsal oluşum içinde olmada “aynı yaş ve aynı sınıf” ortamının getirdiği şartların sağlanmasını gerektiriyor. Aksi takdirde farklı yaşlarla yapılacak çalışmalar travmatik sorun olarak gördüğümüz noktaya gelebilir. Bu konuda pedagojik ve psikolojik eğitimler alınması daha yerinde olduğu için sadece oyunculuk eğitimi almış olmak çocuklarla tiyatro çalışması yapmaya yeterli olmadığı, dünya sistemliliğinde kabul görmüştür. Dünya ve Rus sistemliliğinde çocuklarla sürekli olarak resim, müzik, heykel, folklor, tiyatro, spor etkinlikleri yapmak ve öğretmek isteyenler mutlaka alan mezunu olmaktan başka bildiğini ve yeteneğini daha iyi sunabilmek ve öğretebilmek için “pedagojik formasyonu” master - yüksek lisans seviyesinde Pedagoji Üniversitesinden alma mecburiyetleri vardır. Çocuklar için, çocuklara rağmen çocuk tiyatrosu yaptığını zannedenlere karşı uyarmak için.. “Doğru Çocuk Tiyatrosu Poetikası” üzerine felsefi, pratik ve teori çalışmalarımıza dikkatleri çekmeye çalışıyoruz. Amacımız çocuklara kendi yaşına uygunluluk esasında tiyatro yapmak. Siz yoksanız biz bir eksiğiz ! “Rasim Aşın OYUN Çocuk Tiyatrosu" ilkokullarda, her seans da sadece bir sınıfa ve bir sınıf mevcudiyeti kadar çocukla beraber çocuk tiyatrosu oyunları sahneler. Animasyon yapmaz. Biz, bilimsel, pedagojik, sanatsal etkinlikler içinde disiplinler arası yöntemle yaratıcı drama temelli tematik çocuk tiyatrosu yapıyoruz. Peki, Türkiye’de kimler “çocuk tiyatrosu” ve “sanat eğitimi” veriyor ?! Pedagog Rejisör Dr. Rasim Aşın \ Çocuk Tiyatrosu Araştırmaları Koordinatörü OYUN Çocuk Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni [email protected] 0551 407 15 25


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.