Kültür Çıkmazı Dergisi 4. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

97 downloads 105 Views 29MB Size

Recommend Stories


introduction Part 1 The Firebird Folk Tale Say: EYE-vun Say: Zarr VIS-lav Say: Dim-EAT-tree Say: Va-SILLY
The Firebird Folk Tale Part 1 introduction Say: “EYE-vun” Say: “Zarr VIS-lav” Say: “Dim-EAT-tree” Say: “Va-SILLY” :10* Había una vez, hace mucho ti

Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Muhammed Atalay Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Didem Onmuş Ergül Yılmaz Furkan Bademli Gizem Köprülü İsmail Onur Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Murat Kandemir Nazik Çam Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Selin Sabcıoğlu Sibel Ayan kultur_cikmazi kulturcikmazi Uzun bir çalışma döneminden sonra yeniden merhaba. Bu ay gerçekten yoğun bir süreçten geçtik. Sizin için hazırladığımız Cahit Sıtkı Tarancı çalışmalarını ve yeni yazı dizilerini umarım beğenirsiniz. Yaptığımız özel çalışmalar, yazarlarımızın bireysel yazıları ve misafir yazarlarımızın katkılarıyla tam 74 sayfalık bir dergi sunduk size. Bu çalışmaların karşılığı olarak Kültür Çıkmazı ailesine verdiğiniz destek sayesinde her ay daha da büyümeye devam ediyoruz. Sosyal medyadaki hesaplarımızdan Facebook sayfamız 5000 kişiyi geçti. Yine Twitter hesabımızı da 1500’den fazla edebiyatsever takip ediyor. Tabi biz elimizden geldiği kadarıyla diğer platformlarda da sizlere ulaşmaya çalıyoruz. Bu sebeple Instagram (@kulturcikmazi) hesabımızı da aktif hale getirdik. Ayrıca dergimize yine, yeni isimler katıldı. Misafir yazarlık sistemimiz sayesinde yazılarıyla dergimizde daha önceden yer almış yazarlarımızdan kadromuza dahil olanlar oldu. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. En iyisi sizi daha fazla tutmayayım, 5. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”


Kültür Çıkmazı Dergisi büyümeye devam eden kadrosu ve gizli yeteneklerin kendilerini göstermesine fırsat yarattığı misafir kadrosuyla ekim ayında da sizlerle. Bu ayki sayımızı ekim ayında doğup yine bir ekim ayında ölen, yolun yarısını bizlere öğreten Cahit Sıtkı Tarancı’ya adıyor ve hayatı, edebi yaşantısı ve şiirleri ile ilgili incelemelerimizi sizlere sunuyoruz. Sadece Cahit Sıtkı Tarancı ile kalmıyor ve edebiyat dünyasında tanışmamış olanlarınız için İsmail Onur’un tanıttığı ve iki şiirini çevirdiği İranlı şair “Mehrdad Arefani”ye, Gizem Köprülü’nün kaleminden “Amin Maalouf”a ve Selin Sabcıoğlu’nu kırmayarak yaptığı röportaj ile “Recep Aktuğ”a da dergimizde yer veriyoruz. İnceleme ve tanıtım yazılarının dışında her zamanki gibi yazar kadromuzun şiir, deneme ve öyküleri ile dopdolu bir sayı sizleri bekliyor. Hepinize iyi okumalar. Misafir Yazarlar Ayşe Coşkun Bilal Maral Doğukan Doğan Evren Hatemi Fatih Üstünay Mehmet Gökdoğan Meryem Sunna Murad Ertaylan Sefa Aktaş Sena Sabcıoğlu Reklam ve Sponsor [email protected]


İçindekiler 5 Ekim 2014 4. Sayı 5. Ölüm Şairi’nin Edebi Yaşantısı Üzerine - Nebi Eren Bayramoğlu 7. Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hayatı ve Eserleri - Bilal Çakıl 8. Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Müzesi - İlker Ardıç 10. “Otuz Beş Yaş” Şiirinin İncelemesi - Ayça İşbilen 13. “Abbas” Şiirinin İncelemesi - Ayça İşbilen 15. “Fani Dünya” Şiirinin İncelemesi - Ayça İşbilen 16. Yaşama Koşan Şair… - Didem Onmuş 17. Balıkçı - Sibel Ayan 18. Telefon Kulübesi - Bölüm 1: Bozuk Düzen - İlker Ardıç 21. Kütüphane’ye İlgi(sizlik) - Selin Sabcıoğlu 22. Bir Dirhem Merhaba - Bilal Çakıl 23. Yarım Buçuk Şiir - Bilal Maral 24. Peymane - Merve Mutlu 26. “Recep Aktuğ” Röportajı - Selin Sabcıoğlu 28. Yolun Sonu - Bayram Kaynakçı 29. Sol-n Veda - Bayram Kaynakçı 30. Birlikteyken Yalnız… - Hamid Yıldızgil 31. Eflatun, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve Nietzsche’den Örneklerle Değişim Üzerine - Mehmet Gökdoğan 32. Bir Bulutlar Eksikti Onlar Da Koşuşturuyor - Nebi Eren Bayramoğlu 35. Kayıp 13’ - Nazik Çam 36. Amin Maalouf - Gizem Köprülü 38. Kısa Pantolonlu Hırsız - Murad Ertaylan 39. Gözlerin… - Murat Erdoğan 40. Şair Çıkmazı - Bilal Çakıl 41. Arayış - Hamid Yıldızgil 42. Mehrdad Arefani - İsmail Onur 44. İmlasızlar - Murat Kandemir 30 Yaş - Murat Kandemir 45. Kısalan Şeyler - Murat Kandemir Yerimiz Dar - Murat Kandemir 46. Günop Tanışma Kahvaltısı - Bilgilendirme 47. Issız Sokaklar - Benan Şahindoğan 48. Yol Mektupları - İlk Mektup - Özge Özdemir 50. Aşk - Birkan Akyüz 52. Dost Yalnızlığım (Ağrı Dağı) - Ergül Yılmaz 53. Bursa ve Zaman - Furkan Bademli 54. Şahsi Yalnızlıklarım - Ali Koç 56. Okkalı Virgül - Ayça İşbilen 57. Ressamın Kalbi - Sena Sabcıoğlu 58. Neyi Görebilmek - Evren Hatemi 59. Böylece Edecek Duam Kalmadı - Merve Nur Doğan 60. Ne Mutlu İnsanız Demek - Ergül Yılmaz 61. Herkes İçinde - Furkan Bademli 62. İyi Heceler - Ayça İşbilen 63. Çember - Merve Nur Doğan 64. Sevme Kızım Diye Söylerdi Annem - Fatih Üstünay 66. Yaz’ılası Şiirler - Doğukan Doğan 67. Mine Çiçeği - Ayşe Coşkun 68. Kadın Dediğin - Sefa Aktaş 69. İnsanın Dua Edebileceği Biri Olmalı Hayatında - Meryem Sunna 70. Academy Garden Dergisi - Yeni E-dergi 71. Konu Sadece Ağaç Değil - Sergi 72. Çakışan Karanlık - Sergi 73. Mehmet Güler - Sergi Keyifli Okumalar…


Ölüm Şairi’nin Edebi Yaşantısı Üzerine… Vefatından sonra bile hâlâ aynı heyecanla ve tam tabiriyle edebiyatımızda ‘’yapıtaşı’’ halini almış şiirlerle birlikte anılan üstadımızın, yazmayla hemhal olması lise yıllarına dayanmaktadır. Kimileri “Muhit” ve “Servet-i Fünûn/Uyanış” dergilerinde yayımlanan şiirlerini, 1933 yılında “Ömrümde Sükût” adlı kitapta topladı. Şükran Kurdakul edebi yaşantısı için: “Muhit ve Servet-i Fünun dergilerinde (1930) çıkan ilk şiirleri, temiz dili ve yeni buluşlarıyla dönemin edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırdı. Belli duyguları hece ölçüsüne bağlı olarak işlediği bu evresinde Ahmet Hamdi, Necip Fazıl etkileri taşırken, giderek XIX. yüzyıl Fransız şairlerinin dünyasına girdi. Özellikle Baudelaire’i, Verlaine’i severek okudu. Kimi şiirlerini dilimize çevirerek onların biçim güzelliği anlayışına yaklaştı. Daha sonra Varlık, İstanbul, Doğuş, Yaratış dergilerinde (1934-45) yayımladığı şiirlerde Garip hareketinin yönelişlerinden esinlendi. Hece ölçüsünde durakları atarak yeni uyumlar arama kaygılarına bağlı eski tekniği değiştirdi; biçimde daha serbest, konularda yaşama, gerçeğe daha açık şiirler yazdı. Her döneminde içten, Türkçe’nin olanaklarını kullanmada başarılı, “şairane”ye kaçma eğilimini yendiği zaman etkili şiirleriyle kendisinden sonra yetişen kuşaklara yeni söyleyiş ufukları açan bir kimlik kazandı.” İfadelerini kullanmıştır. Bugün, şiirle ilgisi olan olmayan, istekli ya da isteksiz, belki de bir dikta vesilesiyle, hatta tesadüfi bir şekilde okuyan insanların bile, yüreklerinde tarifi mümkün olmayan derinlikte bir girdap bırakan o şiir-i meşhuru, ‘’Otuz Beş Yaş’’ı, 1946 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği yarışma neticesinde layık olduğu birinciliği kendisine getirmişti. O; ününe ün katan, Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli şairleri arasında yerini alan ve günümüze kadar yarattığı tesirde hiçbir azalma olmadan okunan, sevilen, zaman zaman şiirlerinde konaklanılan, dizelerine sığınılan Cahit Sıtkı Tarancı ile tanışıklığımız, işte bu birincilik sürecinden sonra başlamıştır. Düşüncelerimizle bağdaşık olarak Behçet Necatigil’in kendisi için söylediği şu sözlere değinmek yerinde olacaktır: “Ömrümde Sükût’un ilk şiirlerinden birindedir şu mısra: “Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem!” Sık sık bir dua gibi tekrarladığım, en sıkıntılı zamanlarımda Hızır gibi imdadıma yetişen bu kurtarıcı mısradaki üzgün dileği, işte şimdi iki yoldan gerçekleşti: Önce başkalarının ancak sonradan duyacakları, görecekleri, yürüyecekleri bir kapı açtı; hayata giden yolları, yaşamanın güzelliğini gösterdi, peşindekileri o yana çağırdı, Otuz Beş Yaş şiirindeki acı, kötümser ama geçici havanın rağmına her doğan günün bir dert değil, hayır, ne olursa olsun bir nimet olduğunu işaret etti. Sonra yadelde kimsecikler duymadan bu sefer, tekneyi sarmış dalgalar arasında, çok eskiden bir ara ümitlerini bağladığı ölümün kapısına yöneldi, bu kapıyı açıp gitti.’’ İfadelerini kullanmıştır. Hakiki mânâda, yaşarken ölümün soğukluğunu, acziyetini iliklerimizde hissettiren; “Ölüm Şairi”ydi artık o…


Ruh hallerini ve gündelik yaşantısını kalemle kağıdın Vals’i eşliğinde okurlarına sunan Cahit Sıtkı, şiirlerinde bir dönemin büyük tartışmalarına sebebiyet veren “Sanat kim/ne içindir ?” Sorusuna ‘’Sanat sanat içindir’’ ilkesini özümseyerek cevap vermiştir; ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. O, şiirlerinde her zaman yeniliğin peşine düşen ve bunu kusursuz bir biçimde yepyeni buluşlarıyla süsleyen nadir Ediplerdendi. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştı. Bu tutumu onu edebiyat çevrelerinde aranan bir şahsiyet haline getirmişti. Yaşantısı ve yazdıkları arasındaki tutarlılık şüphesiz hafızalarda bu denli yer etmesindeki en mühim etkendi. Şiirlerinin muhtevası genellikle; yitik aşklar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemleri gibi melankolik konulardı, yalnız çok az da olsa -bilhassa- son dönemlerinde yaşama sevincini, umudu da ele almıştı. Fakat, -yukarıda da zikrettiğimiz üzre- ‘’Ölüm Şairi’’ yakıştırmasının sebebi ise takdir edersiniz ki, ölüm hususuydu . Ölümü düşünmekten yaşamaya fırsat bulamamış, naif, daimi olarak çehresinde hüznü gezdiren bu farklı şairin, şiirlerinde mütemadiyen ölüm psikolojisini, ölümün donuk yüzünü tema olarak işlemesi kaçınılmazdı. Ancak ne olursa olsun bu korkusunu hiçbir zaman gizlememişti, şayet herhangi bir şiirinde yitip gitmeyi anlatacaksa, bunu açık ve sade bir üslupla, uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına itibar etmeden yapmıştı. Ancak, zaman zaman bazı imaj ve imgelere başvurmuş olduğunu görebilmekteyiz. Üstad’ın biçemini Ahmet Hamdi Tanpınar şu şekilde değerlendirmiştir: “İlk şiirlerinde kendi şuuraltını alaca karanlık bir âlem gibi yoklayan Cahit Sıtkı Tarancı’da daha bu devirden itibaren saz ve tekke şairlerinden gelen bir taraf vardır. Genç yaşta ölümüne çok acıdığımız bu şair ikinci devre şiirlerinde (CHP Şiir Mükafatını kazanan Otuz Beş Yaş) Verlaine’in kıvrak lirizmine varmasa bile, ona çok yakın bir duruşa erer. Tarancı’nın şiiri daha ziyade üstü örtülü bir merhametin ifadesi olan intimisme’in, bir iyileşme sıtmasına benzeyen küçük ihsasların ve saadet hülyalarının şiiridir. Bu intimisme ve ürpermeler ölüm düşüncesiyle yazdığı şiirlerde bir çeşit büyük ses kazanır, hatta denebilir ki, ilk şiirlerinden biri olan ve halk şiirimizle temastan doğmuş hissini veren Sanatkârın Ölümü manzumesinden beri onun şiiri ölüm aynasında küçük ve dağınık tuşlarla bütün hayatı ve insan kaderini toplar.” Yazımızın sonuna gelirken cismen aramızda olmasa da kalplerimizde sonsuzluğunu koruyan bu büyük şairimizin edebi yaşantısını ele almak, bizim için büyük onurdu. Bizim indimizde her şairin bir mevsimi vardır, Cahit Sıtkı Tarancı’nın mevsimi kuşkusuz ‘’Hazan’’dır. Zira yapraklar sararıp zemin ile muhabbet kurmaya başladıklarında dallarına çoktan veda etmiş olurlar, o da geçirdiği bir kriz sonrası felç olup, kendisine fazlaca ağır gelen konuşma yetisine veda etmişti. Bu yüzden Ekim, Cahit Sıtkı ayıdır ve bu ay onu çok sevmiş olacak ki, doğumunu ve ölümü içinde barındırmıştır. (4 Ekim 1910 - 13 Ekim 1956). Bizler bu vesileyle kendisini tekrar anıyor ve rahmet diliyoruz. Şiirle kalın… Sürç-i lisân ettiysek af ola… Nebi Eren Bayramoğlu [email protected]


Cahit Sıtkı Tarancı Hayatı Ve Eserleri Asıl adı Hüseyin Cahit olan Tarancı 4 Ekim 1910’da Diyarbakır’ın Camii Kebir Mahallesi’nde dünyaya geldi. İlkokulu Diyarbakır’da bitirip, ortaokulu İstanbul’da Saint Joseph’te okumasının ardından, liseyi okumak için Galatasaray’a geçen Tarancı, sonradan yakın dost olacağı Ziya Osman Saba ile bu okulda tanıştı. Mülkiye Mektebi'nde başladığı, ancak başarı gösteremediği yüksek öğrenimini, o sırada Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmaya başlayan hikayelerinden kazandığı parayla, Paris'te Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni tamamlamak istemesine rağmen, İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine, Türkiye’ye dönmek zorunda kaldı. Askerliğini yaptıktan sonra, Anadolu Ajansı ve Çalışma Bakanlığı'nda çevirmen olarak çalışan Tarancı, Baudelaire’in eserlerini de çevirmiştir. Edebiyat dünyasında ilk defa, 1930 yıllında dikkatleri üzerine çeken Tarancı’nın, ilk şiiri Servet-i Fünun Dergisi’nde yayınlandı. Cumhuriyet döneminin önemli şairlerinden olan Tarancı, şiir yazmaya, lise yıllarında başladı. Batı’nın etkisinde kalan şairlerimizden olan Tarancı’nın, şiirinde divan edebiyatının etkisine rastlanmaz. Daha çok, halk şiirine yakın gösterilebilecek bir tarzı olan şairin, Fransız okullarında okumuş olması, ilk şiirlerindeki, Fransız şairlerin üsluplarıyla benzerliklerin sebebidir. Şiir hakkındaki düşüncelerini, çeşitli makale ve denemelerle gazetelerde belirten ve Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952), Sonrası (1957), Ziya'ya Mektuplar (1957) ve Bütün Şiirleri (1983) adlı kitaplarda eserleri birleştirilen şairin, arkadaşı Ziya Osman Saba'ya yazdığı mektuplar da yazarı tanıma açısından önemlidir. Aralık 1954’te ağır bir akciğer hastalığına yakalanan ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için Viyana'ya devlet tarafından gönderilen Cahit Sıtkı Tarancı, 13 Ekim 1956’da, burada vefatının ardından, Ankara'ya getirilerek, toprağa verildi. Tarancı ölümünden sonra, 1957’de, Varlık Dergisi tarafından düzenlenen bir ankette, en beğenilen yazar seçilmiştir. Bilal Çakıl [email protected]


Cahit Sıtkı Tarancı Kültür Müzesi Diyarbakır evlerinin özelliklerini en özgün biçimde muhafaza eden ve en güzel örneklerden birisi olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi, Diyarbakır il merkezindeki Camii Kebir Mahallesi’nde şairin adıyla anılan sokakta yer almaktadır. Büyükçe bir avlunun etrafında bulunan değişik yapılardan oluşan konak 1733 yılında inşa edilmiş ve sonradan Cahit Sıtkı Tarancı’nın ailesine intikal etmiştir. Konak, Haremlik ve Selamlık olarak iki ayrı bölümden oluşmaktadır. Fakat bugün görünen kısım yapının sadece haremlik bölümü, ne yazık ki zaman içinde selamlık bölümü yıkılmış ve iki bölümü birbirine bağlayan giriş örülerek kapatılmıştır. Konak kalan kısmıyla toplam 14 odadan oluşmaktadır. Edebiyatımızın usta kalemi Cahit Sıtkı Tarancı, 4 Ekim 1910 yılında bu binanın "baş odasında" hayata gözlerini açmıştır. Asıl adı Hüseyin Cahit olan şair daha sonra babasının adını alarak Cahit Sıtkı Tarancı olarak adını Türk edebiyatının altın sayfalarında ölümsüzleştirmiştir. Diyarbakır'daki görkemli konak 1973 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınıp müzeye


dönüştürülmüş ve 29 Ekim 1973 yılında da ziyarete açılmıştır. Müzede, şairin özel eşyaları, kendi el yazısıyla yazılmış mektupları, kitapları ve özel aile fotoğraflarının yanı sıra Diyarbakır yaşamını anlatan etnografik eserler de sergilenmektedir. Eğer ki bir gün Diyarbakır’a giderseniz. Ünlü şairimiz doğup büyüdüğü yerleri mutlaka ziyaret etmenizi öneririz. Sağlıcakla kalın… İlker Ardıç [email protected]


“Otuz Beş Yaş” Şiirinin İncelemesi Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin şüphesiz en önemli isimlerindendir. Cahit Sıtkı'yı, şiirlerini, sesini ansiklopedik bilgilerden uzak; ansiklopedik silgilerle ele alacağım. Zira, hiçbir duygunun, heyecanın açıklaması ansiklopedilerde yoktur. Sunay Akın'ın tabiriyle "kazı kazan" gibi şiirleri kazıyıp anlam çıkarmaya da çalışmayacağım, şiirlere biraz dokunup, naif duygulara bakıp çekileceğim. Belki biraz düş parlatma... Dostlar, sizden de bir ricam olacak; Otuz Beş Yaş şiirini incelerken bir de fonumuz olsun istiyorum. Lütfen fonunuzu “Hümeyra - Yaş Otuz Beş” parçasına ayarlar mısınız? "Yaş otuz beş yolun yarısı eder Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher Yalvarmak, yakarmak nafile bugün. Gözünün yaşına bakmadan gider." Ölüm şairi olarak bilinen Tarancı, bu şiirinin ilk mısrasında ölüme selam vererek usulca şiire başlamıştır. Şair, Dante'nin de sesini almış ve bu sesi hoparlöre almıştır. Dante de İlahi Komedya'sında: "Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum." sözünün tesiri açıktır. Bu mısrada ölümün korkusunun yanında farkındalık da göze çarpan başka bir unsurdur. Tarancı gençliği bir cevher olarak görür. Gençlikteki pırıltının, sevincin, coşkunun, heyecanın giderek azaldığı gerçeği şaire acı verse de fark eder ve kabullenmek zorunda kalır. Bunun önüne geçilemeyeceğini -kaderci, teslimiyetçi bir duygudan uzak- bize anlatır. Teslimiyetçi değildir çünkü; yaşlılığı kabul etmek istemez, mücadele etmek ve o duyguyla boğuşmak ister. Yaşadığı andan memnun değildir, zamanla problemi de çok açıktır. İçinde bulunduğu zamanı fazlaca irdeler ama elinden bir şey gelmemektedir. "Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"


Bu satırlarda ise şairin farkındalığı çok daha yoğun bir biçimde karşımıza çıkıyor. Yılların geçmesiyle birlikte fiziksel özelliklerinin ne gibi değişikliklere uğradığını içi acıyarak belirtiyor. "mor halkalar", "çizgili yüz", "şakaklarıma kar mı yağdı" gibi ifadeler fiziğinde oluşmuş değişiklikleri belirtir ve bu değişiklikleri anlatırken de zıt anlamlı kelimeler kullanarak anlatımı daha zenginleştirmiştir. Aynadaki suretine bakmak istemez çünkü bir zamanlar çok sevdiği aynalar onu gerçeklerle yüzleştirmektedir. Yaşlılık belirtileri onu ruhsal bir çöküntüye doğru sürüklemiştir çünkü her defasında ne yaşlılığı ne de fiziğinde oluşan bu değişiklikleri kabullenmek istemiştir, bu duyguyla mücadele etmiştir. Bu bentte de yılların ilerlemesiyle birlikte değişimini vurgulamış ve açıklamıştır. "Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerede o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan." En başından beri ölümle beslenen, ölüm korkusunu iliklerinde dahi hisseden bir şairin kaygısı bu bentte kendini göstermiştir. Yaşamak adeta onun vaktini almıştır. Şimdi de bu gerçekle yüzleşmek onu yormakta ve kırmaktadır. "Değişmeyen tek şey değişimdir." felsefesini fotoğraflarıyla somutlamıştır. İmgelem dünyasında "yaşlı bir birey"i oluşturmuştur. Ve yiten şeyleri yâd etmiştir. En önemlisi de kendini tanıyamamaktan şikayetçidir. Fotoğraflarındaki değişim şairi kaygılandırmış, yaşlılıktan ve ölümden korkmasını daha da güçlendirmiştir. Eski heyecan hissinin yerini artık korku dolu bekleyişler ve kaygılar almıştır. O boşluğu kaygıyla doldurmaya çalışmıştır fakat kaygıya saygı duymaz, eski mutlu günlerini özlemektedir çünkü. Ve üstüne basa basa vurgulamış, yinelemiştir şair: "Yalandır kaygısız olduğum yalan." "Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız." Gençliğin tüm tatlı ve heyecan verici duygularını solgun, cılız bir güneş ışığı gibi içinde hisseden şair, aşkın lirizminden özleme ve gerçeğe ümidi yitik bir şekilde yatay geçişini yapar bu mısrada. Şiirlerde duyguların da redifi olmalı ama değil mi? Dolayısıyla bu mısranın redifinin de özlem olduğunu söylesem yanlış olmaz herhalde. Ölümü oldukça şiirlerinde yoğun kullanan şair bu mısrasında gençliğin güzel duygularını ele almıştır, fakat kısa sürmüş yalnızlığının arttığını, zamanın geçtiğini, gençlikten eser kalmadığını son mısraya serpiştirmiştir. Artık yanında olanlar bir bir kaybolup gitmektedir, "nereden nereye"nin sorgulandığı bir benttir. Her şeyi daha fazla muhakeme ediyor, adeta "zamanyolu* galaksisine" adım atıyor. "Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış." Tarancı burada gençliğin iyimser düşüncelerinin, var olan her şeyi güzel görme fikrinin kaybolduğuna, güzel olanların da çirkin ve kötü yönlerini görmeye başladığını belirtiyor. Gökyüzünün güzel mavi rengini, gençliğinde hissettiği gökyüzünün derinliğini şimdi daha farklı yorumluyor. Tarancı'ya göre yaşlılık bir milattır aslında öncesi ve sonrası... İnanılmaz değişikliği tam anlamıyla ruhunda hissetmektedir, değişimi fiziğiyle birlikte psikolojik olarak da çok yoğun yaşamıştır çünkü. Suyun berraklığının azizliğinin yanında boğabilme ihtimalini de görüyor, güneşin doğmasını bir gün daha yaş, aynı zamanda yas alması şeklinde yorumluyor. Gelecek günler ona güzellik vaat etmiyor, yorgun, bitkin bir söyleyişle konuşuyor bu satırlarında. "Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?" Sonbahar ve otuz beş yaş arasında ilinti kuran şair, ömrünün artık güz zamanını yaşadığına değinmiştir. Ve bu durumu


içselleştirip, gecen zaman onu bu duruma alıştırdığını içe dönük bir üslupla belirtiyor. Her şeyin olgunluğu için bir zamanın ve bu olgunluktan sonra geçirilmesi gereken bir dönem, bir süreç vardır. Tüm canlılar bu süreçten geçmelidir. Ayrıca havada uçan kuşların, kötülüğüm emaresi, kötü olaylar yaşanacağının bir belirtisi olarak düşünüp şiirin geneline yaydığı yaşlılığa, yalnızlığa, hastalığa ve ölüm kaygısına, ölüm korkusuna işaret etmektedir. "Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misâli o musalla taşında." Burada şairin dilemmasını hissedilmektedir. Şöyle ki; "hayatını tadıyla yaşa, ölüm hiç beklemeden gelebilir, sen olmadan da döner dünya" mesajını verirken, bir yandan da pesimist duygulardan da kaygıdan da uzaklaşamadığını görüyoruz. Şiirini bu dizeyle sonlandırırken de insanın içini sızlatan bir teşbih ve gerçekle, kurcaladığı kabullenmek istemediği ölümün saltanatının bir namazlık hükmü olduğunu söylüyor. "Bir namazlık saltanatın olacak, taht misâli o musalla taşında." bu mısrada tüm şiirin ana fikri, mesajı yer almaktadır. Cenaze namazındaki safları da padişahın önünde eğilenlerle ilişkilendiriyor sonrası da son vuruşu yapıyor ve noktayı koyuyor... Şiirin 35 mısradan oluşması ve şairin 35 yaşa gönderme yapmakta olduğunu da unutmayalım. Şimdi de en acı ansiklopedik bilgiyi de verip şarkıya devam etmek kalıyor bana da. "Cahit Sıtkı Tarancı ( Ekim 1910, Diyarbakır - 13 Ekim 1956, Viyana)" Ayça İşbilen [email protected] Kaynaklar: http://www.siirdefteri.com/


“Abbas” Şiirinin İncelemesi Abbas Haydi Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı; Dinsin artık bu kalb ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; Tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, Göster hükmettiğini mesafeye Ve zamana. Katıp tozu dumana, Var git, Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan. Abbas şiiri ile ilgili çeşitli rivayetler vardır; fakat o rivayetleri burada paylaşmadan önce bu şiir hakkındaki yorumlarımı da paylaşmak isterim evvela fon müziğimizi ayarlayalım: “Mustafa Keser - Haydi Abbas” Benim hissimce yorumlanan Abbas, şairin iç dünyasında yarattığı bir karakterdir, arkadaşıdır; hayali bir arkadaş. İşte şair "Abbas" ismini verdiği arkadaşıyla dertleşir, yer içer, meyhaneye gider, dinlenir ve yolculuğa çıkar. Bir bakıma "Abbas" yoldaşı olmuştur. Tarancı, şiirlerinden de bilindiği üzere yalnızlık duygusunu içinde yoğun bir şekilde yaşamıştır. Dolayısıyla hayali bir arkadaş yaratmak onu bir nebze de olsa yalnızlıktan kurtarmıştır, o buna ihtiyaç duymuştur. O'na bazen emreder bazen hitap eder, onunla yolculuğa çıkmak ister, kalp sızısının geçmesi için çare ister akıl ister. Velhasıl-ı kelam bahsi geçen Abbas, şairin hayalindeki yoldaşı, arkadaşı, dert ortağıdır. O vakit şimdi de rivayet, paylaşma zamanıdır, işte bir rivayetimiz şöyledir: “Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmemektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas. Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp; - Abbas oğlu Abbas Emret komutan! der. Aralarında söyle bir konuşma geçer. - Nerelisin? - Memleket Mardin, kaza Midyat komutan. - Sen benim emir erim olur musun? - Sen bilir komutan! Askere eşyalarını toplamasını söyler ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister. Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir.


Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler hazırlar ve evin temizliğini yapar. Akşamları olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı... Zaman zaman karşısına alıp dertleşir ve bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder... Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas... Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyif gecesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar; - Sen İstanbul ' u bilir misin Abbas? - Bilir komutan. - Orda bir Beşiktaş var bilir misin? - Bilir komutan! Ben orda acemi birlikteydim. - Orda benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp onu getirir misin? - Elbet komutan! Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki. Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar; - Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın? - Ben İstanbul‘a gidecek komutan! - Ne yapacaksın sen İstanbul‘da? - Sen söyledi bana. Ben gidecek sana Sevgiliyi getirecek! Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı... Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır. Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas‘ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme döker... Ayça İşbilen [email protected] Kaynaklar: http://www.siir.gen.tr/ http://dileky.blogcu.com/


“Fani Dünya” Şiirinin İncelemesi Fani Dünya İlk günden alıştığımız emektar aydınlık, Anne yüzünde, dost yüzünde, evlat yüzünde; Her sabah başlayan şeye doymadık, Düşümüz gerçeğimiz ne varsa yeryüzünde. Gökyüzü belledik şu ürperen maviliği, Başımız darda kalınca el açtığımız yer; Gökyüzüdür avutan akıllıyı deliyi, Gökyüzünde bulutlar uçurtmalar ümitler. Her mevsimiyle insanı ayrı ayrı saran, Bunca güzelliği nasıl koyup gideceğiz; Yaman çalacak o çalmayası saat yaman, Geçmiş ola bir kez yumuldu mu gözlerimiz. Tarancı'nın bu şiirinde gökyüzünü kucaklayan bir anlam vardır, bu yüzden tahlile başlamadan önce lütfen “Evanthia Reboutsika'dan Sky and Aea” parçasını dinleyin, bu şiirin bu tahlilin fonu olsun. Çünkü Evanthia'nın bu parçasının da dünyayı, daha çok da gökyüzünü kucaklayan kavrayan bir duygusu vardır. Aydınlık, gökyüzü ve mavi Tarancı için bir sığınaktır, dertlerin filtreden geçtiği umuttur, düşlerin gerçek olması için bir dilek evidir. Bu yüzden gök güzelliklerin, hayallerin hanesidir ve birçok üyesi vardır. -uçurtmalar bulutlar kuşlar gibi- Bunu da naif teşbihlerle bizlere aktarmıştır. Dünyada, evrende bu kadar güzellik varken ölüm düşüncesi onu ürpertmiştir, tüm güzelliklerin önüne inen bir perde misali ölümü bir son olarak görmüştür. Ve her şeyin bir vakti, her güzel şeyin bir sonu vardır düşüncesi kendini bulmuştur dizelerinde, zamanı gelince herkes bu güzel dünyadan ayrılacak, bulutun, uçurtmanın, gökyüzünün güzelliğini bir daha göremeyecek ve ebedi bir uyku başlayacak. İşte o zaman her şeyin sonu olacak... Bu güzel yaşamdan ayrılmak ona oldukça fazla acı vermektedir. Yine Tarancı'nın bu şiiri yaşam sevgisi ve ölüm korkusuyla harmanlanmıştır. Şiirlerinin genelinde zaten bu iki unsur belirgindir. Yaşamın narin duygularını, sevmenin yalınlığını, berraklığını kısacası insanın vazgeçemediği ve kaçamadığı içgüdülerini bu şiirde de ustaca önümüze sermiştir... -sizce de bu fonda bu şiir harika gitmiyor mu dostlar?- Ayça İşbilen [email protected] Kaynaklar: http://www.siirdefteri.com/


Yaşama Koşan Şair… Ölüm çok anılır olsa da kalemlerimizde, Ekim bir sonsuzluğun adı olmuş edebiyat dünyamızda Cahit Sıtkı’yla. Ölüm şairi demişiz ona yıllar sonra... Yaşamak tutkusuyla yanıp tutuşan bir adam, ölümden kaçarken nice güzel mısralar bırakmış ardında. O adım adım koşarken yaşama henüz göremeden yolun tamamını ayrılmış aramızdan. Ne doğan güne hükmü geçmiş, ne de halinden anlayan!.. Sonsuzluğa giderken dahi kabullenmemiş ölümü, meydan okumuş toprağın karasına, karasına çiçek koyanlara... “Kabrime çiçek getirenlere gülerim; gafil kişilermiş şu insanlar vesselam; bilmezler ki kabirle yoktur alakam; ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim.” Uzak çağrışımlarla, hayal oyunlarıyla işi yoktur Cahit Sıtkı’nın. Onun sembollerini aramaya çalışmayız satırlarında... “Gökyüzü belledik şu ürperen maviliği, başımız darda kalınca şu el açtığımız yer; gökyüzüdür avutan akıllıyı deliyi, gökyüzünde bulutlar, uçurtmalar ümitler.” Kafiyeden kopmamış her tür şiirin güzel olduğu inancını taşımıştır şairimiz yaşamla ölüm arasında uzayan, umut ipliğindeki satırlarında. Hızlı ilerleyen yaşamında aynalar anlatmıştır geçen zamanı Tarancı’ya. “Paydos bundan böyle çılgınlıklara! Sert konuşmaya başladı aynalar; yetişir koştum aşkın peşi sıra, bitirdi beni bu içki bu kumar” Yalnızlığı almış da avuçlarına, odasının bir köşesine koymuş hem de yanı başına, yalnızlık ölüm olmuş Cahit Sıtkı’ya... Sebep olmuş gözyaşına keder olmuş şakaklarının kıyısına. Fakat yalnız değildir Cahit Sıtkı; Nihali vardır onun meleğim dediği. Kız kardeşiyle kopmaz bir bağ vardır aralarında. Nihale yazdığı mektubunda da ona olan ihtiyacını şöyle ifade eder Cahit Sıtkı "Sen bir melek gibi kanatlarını daima benim üzerime açmalısın ve beni her tehlikeden kurtarmalısın” Ölüm şairi diye ansak da yaşama umudunu mısralarına sığdırarak sonsuz olabilmeyi başardı Cahit Sıtkı. “Güneşe kavuşabilmek için çocuk, gündüzün boş yere çırpınır durur, nihayet nihayet geceleyin çocuk, koynunda güneşle beraber uyur.” Gün gelince biz değil miyiz ölen… Cenazemiz yerde kalmasın dostlar! Didem Onmuş [email protected]


Balıkçı Misinesinde unutulmuş çehreme himmet! Nerede bu balıkçı nedir bu ömrüme eziyet Her yer bataklık ağzımda bir zoka Susamışım hayata denizin tam ortasında... Çırpınmak ne avam bir çelişkidir Mazgallarda bulunan dilekler kimlerindir Zaman An'dan olmuş deniz çekilmiş Al beni balıkçı yaşamak bana göre değilmiş... Çocukluğum geçmişim genzime takılmış İnsanlık ölmüş sevgiye duvar örülmüş Umutlar, ışıklar hayvanca öldürülmüş Yaşamıyorsak hayatı suda ne işim var balıkçı... Sibel Ayan [email protected]


Telefon Kulübesi Bölüm 1: Bozuk Düzen Kulağında çınlayan o ince sesi tanıması çok uzun sürmemişti. Sıradanlığın buram buram koktuğu bir yastıktan ayırdığı yüzünü avuçlarının arasına alıp bir süre güneşin doğmuş olmasına inanmak istemedi. Ama ellerini yüzünden çektiğinde güneş tamda penceresinin üzerinden ona bakıyordu. Son bir haftadır üzerindeki ağırlık yüzünden artık sabahları daha zor uyanır olmuştu. Sanki bütün gece uyumamışçasına gözaltları morarmış bir şekilde geziyordu. Zaten ağır gelen şeyler daha bir ağır olmuştu bugünlerde. Bu ritüeli daha fazla uzatmadan önce, hala bağıran saati susturup sonra da banyoya doğru yöneldi. Aslında onun için ritüel haline gelen şeyler devam ediyordu. Her zamanki gibi önce aynaya uzun uzun bakıp yüzündeki siyah noktaları inceledi. Kendisini bildi bileli en takıntılı olduğu şeylerden biriydi bu. Hatta bu takıntısı yüzünden bütün lise hayatı kızarık ve tırnak izleriyle dolu bir suratla dolaşarak geçmişti. Yine yaptı… Sağ kaşının üzerinde oluşan çoğu insanın fark bile edemeyeceği siyah noktayı yara yapana kadar sıktı. Sonra musluğu açıp yüzünü yıkamaya başladı. Elindeki sabundan birazda kaşına sürdü. İşi bittiğinde kızarmış bir suratla mutfağa geçti. Sabahları olmayan iştahı yüzünden dolaptaki her şeyin tadı lapaymış gibi düşünüyordu. Ama aç kaldığında düşen tansiyonu yüzünden yiyebildiği tek şeye sarıldı yine. Tost ekmeğiyle yapılmış, az kaşarlı iki tost. Tostunun ilkini yerken bir yandan da üzerini giyiniyordu. Akşamdan özenle ütülediği gömleğini sırtına geçirip son bir yıldır hiç bozmadığı kravatını boynuna taktı. Kapıdan çıkarken neredeyse ikinci tostunu unutuyordu ki karnının gurultusu onu uyaran bir alarm oldu.


Kendini sokağa attığında suratına vuran serin rüzgarı tam içine çekiyordu ki, İstanbul’un pis kokan bir sokağında oturduğunu hatırlayıp kendine engel oldu. Kaldırıma çıkan arabalar yüzünden mecburen yoldan yürümek zorunda kalmıştı. En son o kaldırımın taşlarına ne zaman basabilmişti bunu da hatırlamıyordu. Gözlerini görebildiği kadarıyla kaldırım taşlarına sabitleyip renklerini takip etti. Kırmızıya paralel olan yerlere basmamayı tercih ediyordu. Bunu yıllardan beri neden yaptığını bilmiyordu ama yüzlerce takıntısından biriydi sadece. Hatta en masumlarından biriydi, o yüzden çok fazla üzerine gitmiyordu. Ana caddeye geldiğinde kendini büyük bir kalabalığın arasında buldu. Elindeki tostu insanlara göstermeden küçük lokmalarla ısırarak yok etmeye çalıştı. Son lokmasını ağzına atarken başını kaldırıp daha rahat bir şekilde etrafına göz gezdirdi. Sanki az önce bütün herkes ona bakıyordu da bir anda ilgi dağılmış gibiydi. Yine üzerine çöken yalnızlık hissiyle kendini güvende hissetti. Metroya doğru hızlı adımlarla ilerlerken, hala uyumamış bardan yeni çıkan gençlere göz gezdirdi. “Bir insan kendine neden bu eziyeti yapar ki” diye geçirdi aklından. Bütün gece cebindeki parasını son kuruşuna kadar bitiriyor, ertesi gün yürümeye mecali kalmayacak kadar dans ediyor ve sabah üzerindeki kusmukla karışık alkol kokusuyla düzensiz adımlar atarak metroya ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu tarz bir grubun hemen arkasında ilerlemeye çalışıyordu. Kaldırımda çizdikleri zikzak yüzünden yanlarından da geçemiyordu. O da geçip gitmek yerine tek tek incelemeye başladı. Ortadaki genç muhtemelen grubun en girişken, en havalı tipiydi. Aralarındaki en sarhoş, ayakta en zor duranı oydu. Kendini göstermek istercesine en fazla içkiyi o içmiş olmalıydı. Koluna girmiş olan kız diğer iki erkeğe göre daha kendindeydi. “Bilinçaltındaki bir korku veya tedirginlik onu ayık kalma konusunda tedbirli olmaya itmiştir” diye düşündü. Tam soldaki genci de dış görünüşüyle tahlil edecekti ki, caddenin karşısındaki kalabalık dikkatini çekti. Kalabalığı gören herkes gibi o da aynı yöne ilerledi. Kalabalığın içinde biraz ilerledikten sonra uzun boyunun verdiği avantajla artık etrafı görebiliyordu. Polisin şeritlerle çevirdiği geniş alanın içerisinde büyük bir gerginlik vardı. Herkes bir yere koşturuyor barın girişinde duran üç adam hiç kıpırdamıyorlardı. Neyin başında durduklarını tam olarak seçemiyordu. O yüzden yerini değiştirmeye karar verdi. Kalabalığın sağına doğru ilerleyip barın duvarına yakın bir yere durdu. O üç adamın yan tarafından doğru bakarsa görme şansı daha yüksek olabilirdi. Polislerden biri yere doğru eğilince yine görüş açısı kapandı. Duvara daha da yaklaştı. Önündeki iki sıska uzun adamın üzerinden parmak uçlarına kalkarak baktı. Barın duvarına yaslanmış oturur bir şekilde duran kadını gördü. Kafası omzuna doğru düşmüş üzerindeki ceket kanla bulanmıştı. Kanın geldiği yeri bulmak için gözlerini kısıp daha dikkatli baktı. Sol omzuna düşen yüzünden geliyordu bu kan. Gözlerinin olması gereken yerde artık kurumuş kan pıhtılarının olduğu derin koyu kırmızı çukurlar vardı. Birden ensesinden içeri serin bir rüzgar esmiş gibi hissetti. Hayatında hiç bu kadar ürperdiğini hatırlamıyordu. Ama kadına doğru eğilen beyaz kostümlü uzman kişiyi izlemeye devam etti. Elindeki poşeti açarak kadının başına yaklaştı. Yarım açık duran ağzını eldiven taktığı eliyle biraz daha açarak iki parmağını içeriye soktu. Bunu biraz daha izlerse kusacağını biliyordu. Bir yandan işe de geç kalıyordu ama merak ediyordu. Uzman adam iki parmağıyla tuttuğu bir şeyi dikkatle kadının ağzından çıkarıp poşete koymadan önce kendi göz hizasına kaldırıp baktı. Poyraz gördüklerine inanamıyordu. Kadının göz yuvarlarında olması gereken gözlerinden biri şu anda uzman adamın elinde sallanıyordu. Midesinin hareketlenmeye başladığını hissetti. Kaldırım taşları ayaklarının altından çekilirken arkasına doğru birkaç adım sendeledi. Yaslandığı duvarda onunla birlikte sallanıyordu artık.


Kendine gelmek için yüzünü ellerinin arasına alıp öylece bekledi. Buz gibi bir duvara yaslandığı halde sırtından ter akıyordu. O esnada yanı başında duran ankesörlü telefon çalmaya başladı. Bugüne kadar hiç, bir ankesörlü telefonun çaldığına tanık olmamıştı. Şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra etrafına bakındı. Sanki onun dışında kimse duymuyormuş gibi bütün kalabalık kadına bakıyordu. “Lütfen biri daha duysun tanrım, lütfen!” O içinden başka birinin telefona bakmasını dilerken telefon inatla çalmaya devam ediyordu. Buna daha fazla dayanamadı ve oturduğu yerden kalkıp telefona uzandı. Ahizeyi yavaşça kulağına götürüp ne diyeceğini bilemeden sadece dinledi. - Görüyor musun? Devam edecek… İlker Ardıç [email protected]


Kütüphane'ye İlgi(sizlik) Kütüphane, sessizliktir, huzurdur. Telefonda “neredesin” soruna, “kütüphanedeyim” cevabı verildiğinde, “kültürlü adamın hali başka oluyor” denilirdi. Şimdilerde ise, "kütüphanedeyim" cevabına şu yanıt veriliyor, “ne işin var orada, atla gel çabuk" oluyor. İnsanlar “ülke değişiyor” lafından ne yöne geliştiğimizi ya da değiştiğimizi anlayın, artık. Çocukların okul çıkışlarını ve hafta sonları vakit geçirdikleri kocaman çalışma odalarıydı. Şimdi kütüphanelerde bile bilgisayar var. Kitaplar ise, dekoratif amaçlı oradalar sanki. Yanlış anlaşılmasın ama, kitaplarımızın da boynu bükük kalmasın değil mi? Aynı zamanda cenaze evini andırır. Kapıdan içeri girince soğuk bir rüzgar eser. Görevli sıcak bir yüzle gülümsemek yerine, buz bir suratla "sus" işareti yapar. Halbuki içeride saysanız 3-5 kişiden fazlası yoktur. Kim rahatsız o zaman? Kimden? Tozlardan görünmeyen kitaplar mı? Eve bilgisayar geldikten sonra kovulan ansiklopediler mi? Oysa ses olmalı. Rahatsız etmeyecek şekilde tabi. Gülüşmeler olmalı, yan masaya gidip bilgi sormalı o insana. Soğuk bakışlar değil, sıcak bir ortam olmalı. Selamlar alınıp verilmeli, giderken, "iyi günler" ya da duruma göre "iyi akşamlar" denmeli. Kütüphaneler zorla getirilen bir yer değil ki. İnsanın, bilgiyle, kültürle yüzleştiği bir dünya. Kitaplar, terk edilmişlik hissinden kurtulmalı. Yeni eserler kazandırılmalı şiir kitapları olmalı, bolca her şairden... Şiir, o yerin havasını temizler. Kahve, çay içilen, sohbet edilen, tartışılan, hatta tiyatro sahnesi, müzik odaları olan, bir yer olmalı. İnsanlar kaçar gibi değil, "keşke biraz daha kalsaydık" diyerek çıkmalı. Daha nice şahane faaliyetlerin olduğu bir dünya olmalı. İşte o zaman kitap ve kütüphaneler tekrar hak ettikleri değerlere kavuşurlar. Sessizliğin yerini gerçek kültür ve kaynaşmanın aldığı kütüphanelerin kurulduğu gün, gerçekten gelişiyoruz demektir. Selin Sabcıoğlu [email protected]


Bir Dirhem Merhaba Yazgısını şimdi okumuş gibi telaşlı bir çocuk, Tecrübesiz duyguları kapalı bir kutu Yeni yaşam gibiydi şu Dilleri bilinmeyen yürek acısı Bu acı çocuklu yılların berraklığını bulandırırcasına Yalnızlık tarafı dolmuş ama gözükmüyor ki Uyum içinde saygı duyulan büyü Usulca buharlaşan titrek ses Yamaçlarda açan nergislerin çığlığı Her sabah uyanınca, zamanda belirsizlik, gün aheste ifade edemezdi halbuki sıladaki o soylu acıyı Buğulu gözler yürek tufanı Suç işlemiş gibi utangaç gri şarkılar gibi uzayan çayırlar Hıçkırığı tamamlayan sırlar gökyüzünde Sevda yaveri nezaket adasında Neden bahar sarı çarşafa bürünüyor Güneşte gölgesiz kalınır mı Ey soylu davranış Kim böyle sevdi, kalbim gözlerinin yürek aynası Değişik adımlarla çabala Söylenmemiş o sözle... Ama yeni günde her şey var inan! Yine de gülün dikeni acıtmasın güzel yüreğini Fark ettikçe şafaklara yansıyan Doruklara çıkmış küçük ayrıntı Güvenilir o zaman fırtınalara Duran kayanın ümitleri yeşerir Belki de... Zaman sensin sükuta yansıyan Elele tutuşur aylar belki ardından yıllar... Onuru gösteren gözler tetikler Hasreti, Hasret kovalar şu seçiçi yaşam dediklerini. Kuş cıvıltısı gibi açık sözlü Dağın eteklerinde bahar tükendi haydi sam yeli essin dört taraftan Oysaki kime ne sevda yaverinden Dilleri bilinmeyen yürek acısı Yeni yaşam gibi işte.. Tecrübesiz duygular, kapalı bir kutu Buğulu sözler yürek tufanı Olsun ama kokusu Hasbahçe... Doyulur mu ki unutulur mu ki Zaman acıtarak geçiyor işte Sana olan hasretim büyüyor yokluğunda acın hiç mi hiç dinmiyor şimdi söyle Bilmediğim şu sevdaya dair Gizli günahım ne? Bilal Çakıl [email protected]


Yarım Buçuk Şiir Bir gülüşün tınısı ile büyülenmişim Ben görmüşüm, kimse duymamış Gözlerin fısıldamış uzaktan aşkın yolunu Yürümüşüm duyduğum sese doğru Aşka varmışım İçimdeki kelebek seslerinden tanıdım Girdim aşkın koynuna, yaşadım Günü güne eklemiş zaman tutamamışım Her gün öldürüyormuş oysa beni aşk, Anlamamışım İçimdeki kelebekler öldüğünde anladım Bende giydim deli gömleğini üzerime Gittim aşka isyan ettim, kendimle savaştım Kalbimi yırta yırta çıkardım seni Kalbimi bir kerede, kendim öldürdüm Sevgiden güllerim solduğunda anladım Şimdi ben Mecnunun çölündeyim, Ferhat’ın dağında, Yusuf’un, kör kuyusunda. Ama kör kuyu tutamaz beni, Çöl yakmaz, dağ boğmaz beni Onların yaşadıkları aşktandı, Bendeki bir farkla Aşksızlıktandır. Bilal Maral Misafir Yazarımız


Peymane Herkes bilir bülbülün güle aşkını, kelebeğin ışığa olan aşkını. Peki, yalnızlığın şaraba olan aşkını bilir misiniz? Bildiklerinizle yetinmeyi? Severken unutmayı? Bildiğiniz şeyler nedir bu hayatta? Çoğu insan neden yaşadığını bilmiyor. Bırakın çoğu insanı ben de bilmiyorum. İnsanlara bağlanmak gibi bir huyum var sadece. Keşke sadece insanlara bağlanmak olsa. Bir nesneye bağlanıyorum bazen, bazen bir müziğe. Sebepsiz… Yalnızlığa bağlanmalı insan. Yalnızlık terk etmez ihanette. Hatta siz ihanet ettiğinizde size kızmaz bile. Tıpkı gökyüzünün güneşe olan sevgisi gibi. Akşam olunca güneş terk eder gökyüzünü. Gökyüzünün gözyaşları yıldızı olur. Yalnızlığımın gözyaşı kitaplardır. Şarapta eşlik eder kitaplara. Gözyaşlarımın teminidir Şarap. Alışıyorum yalnızlığa. Yalnızlık zor değil aslında insanlarla yaşamak yaşlanmak zor. İnsanlar kötü. Siz iyiyken onların işlerine gelirken en önemli kişileri oluyorsunuz. Dostluklar yalan. Şarabımın kitabıma olan dostluğu gibi değil. Şarapta terk eder ama giderken bir hoşnut bırakır sizi, gittiğini anlamazsınız. Kitaplar? Ah onlar, onlar olmasa bu lanet olası dünyaya dayanamazdım. Bir kitabı bin kerede okusanız cümleler aynıdır. Bütün her şey. Yalnızlık çokta iyi değildir biriyle yaşlanmak varken. Yaşlanacağın kişinin gözleri okyanus saçları buğday tarlası yüreği hiç gidilmemiş bir yer kadar güzelse… Sözleri yüreğinizde yeni bir oda açacaksa koy kadehini onun yüreğinin yanına. Piri reis gibi çizebileceksen deniz gözlerinin haritasını yalnızlık güzel değildir. Sesi hiç yazılmamış şarkıdan daha da güzel gelecekse her defasında bırak yalnızlığı kitapları şarabı… Terk etmeyecekse yüreğinin sesi kulağını terkedilmeli yalnızlık en iyi şekilde. Her öpüşü daha da sarhoş edecekse tövbe edilmeli bütün şaraplara. Uyurken izleyip uyanıkken dinleneceğin liman birisi varsa bırak kendini ona. Nefesi okşarken seni kalbinin fırtınası hiç dinmeyecekse bırakırsın rüzgârı. Eğer onunla uykudaysan ve uyanmayacaksan onunla öleceksen yani bırak yaşama kavramını. Bu kim olursa olsun baban, sevgilin, dostun, kardeşin her kimse terk et bu dünyayı gerekirse intihar et. Çünkü böyle seven böyle hissettiren kimse yok bulursan böyle birini ölmeyi tercih et.


En azından mutlu öldü derler. Çünkü insanların gerçek yüzünü görüp her gün ölmekse hayat mutlu olduğun anda ölmek en iyi. Bir kere ihanete uğramışsan terk edilmişsen, unutulmuşsan asla ölme aptal derler arkandan. Biz onun hayatını mahvettik demezler. Bizi aptal gibi sevdi demezler de aptal gibi öldü derler. Yaşa bırak dışardan mutluymuş havası ver. Kitaplar seni aptal yapmaz bilakis seni aptallara karşı korur. Her bildiğini savun her bildiğin yerde. Mutlu olmazsın böyle yaşarken. Ama mutsuz da olmazsın, aldatılmazsın da. Bir şeye bağlanıp yaşarsın işte. Yalnızlığına haykırıp yalnızlığına küfredersin. Herkes anlar bir gün seni. Çünkü ölenler hep yalnızdır. Sen yaşarken yalnız olup, ölürken çoğalırsın… Merve Mutlu [email protected]


“Recep Aktuğ” Röportajı Recep Aktuğ denilince akla rol aldığı diziler ve yaptığı müzikler gelir. Benim kulağıma her an şiir okumaya hazır bir ses ve aklıma ise, beyefendiliği gelir. Birçok kişi söz meclisten dışarı vitrin mankeni misali kendini gösterme ve öyle iş kapma derdindedir. Ama bence Recep Aktuğ tam aksine, kendini hep geri planda tutmuş ve yaptığı işlerle adını duyurmuş sanatçılardan. Kendisine bizimle röportaj yapmayı kabul ettiği için teşekkür ediyor ve sorulara geçiyoruz. - Recep Aktuğ şair mi, oyuncu mu, yoksa İzmirli sade bir vatandaş mı? Recep Aktuğ kim? - Recep Aktuğ 46 senesini müziğe ve sanata adamış biri. Beste yapar, şarkı sözü yazar. Eh son dönemlerde de sahnede şarkı söylerken yaptığı anlatımlarla oyunculuk yapar. - Sizce sinema, şiir midir, beste mi? Şiir ise, türü nedir? Şarkı ise, hangi makamdır? - Hiçbiri birbirinden ayrılmaz. Hepsi iç içe geçmiş olmazsa olmazlardır. Ayırım yapılamaz… - Bir role hazırlanırken 6 ay şurada yaşadım, bunları yaptım hikayeleri sizce ne kadar gerçekçi? Mesela 6 ay varoş bir yerde yaşayınca bir fakirin hayatını hakkıyla canlandırmaya hazırlanmış olunuyor mu? - Hayır… En azından Türkiye’de yapılanlar. Aslında sanatçı çok iyi bir gözlemci olmalıdır. Tabi oynayacağı rol için mekânda ve yerinde inceleme, araştırma, gözlem yaparak rolüne hazırlanmalıdır. Doğrusu çok az oyuncunun bu tarz çalıştığını biliyorum. - Sizce bir oyuncu ne yaparak ya da ne yapmayarak role hakkıyla hazırlanmış olur? - Gözlem yapmamışsa inandırıcı olması çok zor olur.


- “Ben birkaç yıl işimi yapar, sonra Bodruma yerleşir domates, biber yetiştirim” diyenlerden misiniz? Yoksa “ömrümün sonuna kadar mesleğimi yapacağım” diyenlerden misiniz? - Hahaha. İşte sanatçının Türkiye’deki açılımını yaptınız. Maalesef bizde böyle. Ama bunun bir gönül işi olduğunu ve çok çalışmak gerektiğini bizim sanatçılara bir türlü anlatamıyoruz... - Şarkıcılar yurt dışına açılmakta zorlanırken, diziler ve dizi oyuncuları daha kolay dünyada tanınabiliyor. Sizce bunun sebebi, kaliteli şarkıların artık çıkmıyor olması mı? - Kaliteli şarkılar eskidendi. Şimdi tek tük arada bir çıkıyor. Ama bunun asıl nedeni dinleyicinin bu tür şarkılara ödün vermesi, dinlemesi. Bu da Kültür meselesi. Ama onlar da haklı, doğru. Ne müzik veriliyor ki dinlesinler. Her işin basitine kaçıp kafa yormuyorlar. Özellikle de yeni jenerasyon… - Sanata olan ilginize destek çıkan birisi veya sizi sanata yönlendiren birisi oldu mu? Bununla ilgili unutamadığınız bir anınız var mı? - Hayır, tamamıyla kendim yaptım. Keşke biri çıkıp da bana sanatı zevk için yap para kazanmak için yapma. Asıl bir işin, yani hayatını sürdüreceğin asıl bir işin olsun deseydi. - "Bana bunu da sorsaydınız" dediğiniz bir şey var mı? Ya da eklemek istediğiniz bir şeyler? - Sorular çok güzeldi, teşekkür ediyorum. - Bizlerde tekrar teşekkür ediyor ve yeni albümünüzü tebrik ediyoruz. Başarı dolu bir ömür sizinle olsun... Selin Sabcıoğlu [email protected]


Yolun Sonu Yıllar mıydı hasreti tane tane arttıran Güneşe el sallarken güz dururdu yanımda Neydi bu vuran nefes yaş yüzümü solduran Nemi aktı teninin izi kaldı canımda Sonu gelmeyen ipin uçlarını bağladım Buluta matemim var gözlerimi cağladım Ocakta ateş söndü közlerini dağladım Nasıl bir zehir imiş akıp durur kanımda Erken vedaydı belki keşkeler boşa gitti Zaman sözüm dinlemez akrep kovandan yitti Bu filmin senaryosu başlayamadan bitti Ümitle yol gözlerken kül savruldu tenimde Hangi rüzgar temizler yüzümdeki pasını Senden boşalttım inan gönlümdeki tasını Ahlara selam söyle tutmam artık yasını Boran vurdu kaçarken tipi esti tinimde Vuslata haber salın beklemesin yolumu Aka büründüm yine kara ektim tohumu Susuz mu kaldım bilmem giydirdiler tulumu Karanlık bir gecede şeb-i arus han'ımda Bayram Kaynakçı [email protected]


Sol-n Veda Makyajı silinmiş gülün Biraz daha 'al'lamsız Bilmem kim süpürdü tozunu Yılları kim kopardı bilmem Birkaç hece dolaşır dile Teker teker kesilir parmaklıklar Müebbete göz dikmişken aşk Kovulur yargıcından Zaten sevda diye diye uzadı burunlar Oyuncak oldu dilde iki kelime Çarşaf altlarına döküldü meşkler Kurtiz'in örtüsüzlüğü ondandı Ey gecesi uyanıklığım yar Kalemimde mürekkebim olsaydın Dökülseydin ellerime Tenime temasın yalnız böyle olsaydı Ah ağlasam Belli olmasa yaşım Beyaz bir tene sarılsam rengi tutsun diye Sonra volkan olsam susarak patlayan Sırtından 'sen' indirsem aşkın Ve indirdim yükümü Çöz ayaklarını Kapıyı sert kapat Bir daha açan olmasın Kustum zehrini yere Çıktın tebessümümden Vedanın vakti geldi Solumdan hoşça kal Bayram Kaynakçı [email protected]


Birlikteyken Yalnız… Sokağın başındayım... Yürüyerek ulaşabileceğim yere dolmuş dediğimiz taşıtlarla gitmeye alıştım. Tembelliğimden değil yolda çok fazla şey düşünüyorum. Düşüncemi engellemek adına yaptığım ilk şey bu. Peki, neden düşünmek istemez insan? Kaçışlar nedendir? Gerçekçiliğin beslediği bütün duygulardan uzaktır; sokakta bir o yana bir bu yana koşan insanlar. Hepsi bir şeylere yetişmek istiyor. Birisi de sarı şeritlerin neden elektrik direğinde son bulduğunu düşünmüyor mesela? Sadece görmek istediğini görmek değildir oysa yaşamak dediğimiz şey. Kitlesel yönelimimiz ne kadar talepsiz ve boş. Uzun yolculuklarımda otobüste koltuklarına yığılan insanlardan birkaçının kitap okuması ne acı bir durum. Üstelik gece vakti tepeme koydukları loş ışıkla kitap okuma çabalarımı da hoş karşılamamaları var. Nedenini kavrayabilmiş değilim. Bu yazımı okuyanlar bir şekilde okumayı seven insanlar olmalı. Yani siz değerli okuyucumuz ve biz değerli okuyanlar bir şekilde insanlara okumayı sevdirmemiz gerekmekte. Konfüçyüs’ün bilgiden başlayıp samimiyete, samimiyetten aklın ıslahına, aklın ıslahından özel hayata, özel hayattan aile yapısına oradan da devletin işleyişine doğru zincirlediği bir sözü vardır. Zincirin başı bilgidir. Bilgiyi insan yaşayarak da kazanabilir buna bir itirazım yok. Ancak okumak benim için zamanda yolculuktur. Başka hayatlara tanık olmaktır. Geçmişin o süssüz sokaklarında sanat solumaktır. Geçmişin acılarını görebilmek bunlardan ders çıkarmak toplumda dayanışmayı oluşturan olguların zeminini kazmaktır. Hepimiz öyle veya böyle birbirlerimize ihtiyaç duyarız. Ve yardımlaşmak gibi bir zorunluluğumuz vardır. Yardımları unutmamalıyız. Ve bilmemiz gereken asıl önemli olan durum yardıma karşılık yapılabilecek en büyük teşekkür başkalarına yardım etmektir. Dayanışma dediğimiz kavram bu şekilde oluşur. Uzun soluklu bir yalnızlık evresinde sürüklenmekteyim. Hani defalarca dedim ya bunalıma sürüklenmeyelim diye. İşte o aslında bunalıma karşı bir haykırışımdı. Yalnızlık boğucu bir durum olmaya başladı benim için. Ancak alışıyormuş insan buna artık şikayet edebilecek bir durumda değilim. Sevginin beslediği özlemlerim olmasına karşın çoğunu ifade etmekten çekinmekteyim. Aşık olduğum biri var mı? Aşk nedir? Kavramlaştırılması mümkün olmayan bu şeyler hususunda ne kadar ciddi olabilirim? Ah hayranlık duymak aşk mıdır? Anlamsızlaştırılmış dizelere karşı saygı duymak aşk mıdır? Bilemiyorum sadece birine bir şey hissediyor isem farklı bir şeyler işte sesimi kesip oturuyorum. Neden mi? Çünkü ben Sabahattin Ali’nin dediği gibi farklı bir dimağ taşıyorum. İnsanlar bana uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Uzun soluklu sarılıp çelimsiz kollarıma bir yola çıkmaya yanaşmıyor. Bu arkadaşlık, dostluk veya sevgililik falan filan olsun işte değişmiyor. Aylar önce bir yola çıktım ve “bu yolu yalnız başıma tamamlamak zorunday(ım)”mışım gibi zırvaları aklımdan çıkarmak istiyorum gerçekten. Ama olmuyor. Sonuç olarak sizlere bıraktığım bu kuralsız yazıyla sözlerimi somut olarak bitiriyorum. Kafamın içinde bir yerlerde yaşamakta bu yazının devamı, görmek için ‘’Yaşamalısın.’’ Birlikteyken yalnızlık adını veriyorum bu yazıma... Birlikteyken yalnız... Hamid Yıldızgil [email protected]


Eflatun, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve Nietzsche’den Örneklerle Değişim Üzerine Bir kavramın iradeyle ya da irade dışında yok olması o kavramın sadece madde olarak ortadan kaybolmasıdır aslında. Yok olan maddedir ki mana aynı kalır. Mananın giysisidir madde ve değişen sadece bu giysidir. Başka bir kılıkta geri gelir mana çünkü madde aleminde hareket esastır. Mana olduğu gibi durur, mana bizdedir, mana benliktedir. Bir kişiye, bir makama, bir objeye yüklediğimiz mana bizdedir, yüklenen madde ile ilgisini aramak nafiledir. Mana kaybolmaz, manayı bize yansıtan madde değişime uğrar. Eflatun (Platon, MÖ 427 - MÖ 347) bu durumu şöyle özetler; “Kaybettiklerin için üzülme, Güneş de her sabah doğar ve akşam batar.” Mevlana (1207 - 1273) ise biraz daha açıklar; “La Tahzen! Üzülme! Kaybettiğin her şey başka bir surette geri döner.” Bir sevgilinin, bir makamın veyahut değer verdiğimiz bir kavramın yok olması, kaybolması aslında o kavramın değişimidir. Ve zaman içerisinde o kavramın yerine bir başka kavram gelir yerleşir. Bu değişim süreci; doğanın tabiatına uygun olarak zamanla ve sancılı bir değişimdir. Bir nevi yenilenme, kendimize gelme süreci. Friedrich Nietzsche (1844 – 1900) bu süreci şu soruyu sorarak anlatır; “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız. Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?” Hareket aleminde değişim esastır. Her değişim beraberinde yeniliği, yenilenmeyi getirir. Bu yenilenme pozitif anlamda görüldüğü gibi negatif anlamda da kendini gösterir. Negatif anlamdaki yenilikleri yenilik olarak görmeyip içimizi sindiremeyiz kolay kolay. Oysaki unuttuğumuz temel şey Eflatun’un da dediği gibi: “Bu Dünya'da kimse rahat yaşayamayacak.” Olmasıdır. Mevlana durumu tasavvufi manada şu şekilde izah eder: “Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu kirini alır. Niye kederlenirsin?” Zamanın akışı içinde değişime hayretle bakmak yerini algı düzeyimizi yükseltip acıya dayanma nirengimizi yüksek tutmaktır marifet. Bu akışa müdahale edemiyorsak durup izlemek yerine farkındalığımızı artırmaya çalışmamız gerekir. Şems-i Tebrizi (1185 – 1248) der ki: “Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Unutmamak gerekir ki; varlık ile yokluk yeknesak birbiri ile içinde değişim halindedir, madde hareketle her iki şekle de girebilir. Mananın yok olduğu düşüncesi temelsiz ve boş bir düşünceden başka bir şey değildir. Mana olduğu yerde kalır, değişen mananın zaman akışı içindeki yansımasıdır. Ve toplumun her kesiminden bu değişimi algılamasını beklemek gereksiz bir beklentidir. Zira; algıladıklarınız toplum nazarında kabul görmezse ve anlaşılamazsanız zihninize Mevlana’nın Mesnevi’deki şu beyiti gelmeli; “Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.” Mehmet Gökdoğan Misafir Yazarımız


Bir Bulutlar Eksikti Onlar Da Koşuşturuyor Yağmış, yağmur saklanmış, keçeli saçlarının bitiminden birikmiş ağaçlarının ardına doğru. Ve tıkmış arkasına 54’den kalmış tosbağanın dünyadaki her kalabalığı. Her kalabalık, her şey değilmiş. Her şey bir parça yalnızlıkmış aslında. Kemirgen duygular, bahtsız ayakkabı bağcıkları, ucuz yollu bir kaçış, su alan güverteler ve oyarken kalp kapakçıklarından matkap tümceler, bir yalnızlık ki doğarmış kundaklara Anadolu tütününden. Ya Sonra ? Sonra, bir bulut elinden izdivaç, -ya adam gibi bir ıslanış ?- Beyaz mı olsun duvak ? – Soru mu şimdiOlmasın mı duvak? – Eğlenmene bakDuvaksız olur mu diyor mertebeli bir kocakarı. Duvak olsun, renksiz ve tatsız bir sarı. –ya siyah tülbentli çarşıdaki kadın ?- Herkes miktarınca mutlu olsun. Yok öyle üç vuruşa beş güfte. Bir de günü vardır bu yalnızlıkların, özel ve anlamını ayyuka çıkarmış günü, işte o gün; yalın haline dik açıdan bakarsın, hiç yürümediysen Çukurcuma’dan aşağı. Bilmediysen eğer, Asfalt’ın Londradan, martılar’ın gökten, Kediler’in konteynerden, ilgi’nin zaruretten, Her şey’in her şeyden, ben’im senden, sen’in benden ve bu günah’ın peydahlandığını ikimizden, bilmediysen eğer; o gün yalın haline dik açıdan bakarsın.. Ben yalnızlık dedikçe, bulutlar bileklerini kesiyor. Ki kan bu kırmızı olur mu hiç…! -BoşverSaydam. –Ne bilirsin senİçinde; Amazon ormanları. Dışında; tedavülden kaldırılmış yosma kadınlar. Benim elimde bir sigara, tepemde yeşili yanan. Bir sokak arası çaprazımda, buldum, saptım. Az önce miting vardı. Az önce miting vardı sokak perişan. Muhalifler şişeler bırakmış. Şişeler, köşe bucak. Bak ‘’Muhalif’’ yokla beynini az az. Diz kırdım dizlerinin dibine, Ateş kokteylleriyle bezenmiş hepsi, ‘’merhaba’’ dedim. Hikayemi anlatabilir miyim? Siz de yalnız kaldınız mı? Dedim. Hangi elden çıktınız ? Dedim. Sordum sordum sordum. Septik’tiler, 3. Çoğul şahıstılar, kağıt üzerinde. Ses yok.. Ses var ama sessizlik hükümdarı ser vuruyor. Bir bulutlar eksikti onlar da koşuşturuyor.


Namzet’ine diz çöktürmüş bir seçim. Fail’ine yol göstermiş bir beden. Şimdi, kime sorsak çoğul. Bilekler birleşiyormuş önce, O zaman kütüphaneler dolusu kitaplar, düşüyormuş yerlere umarsız… Ne diyorlar ? Diyorlar ki bilekler birleşiyormuş. Birleşsin. Bilekler birleşince, dünya kapanıyormuş. Kapansın. Hep’lik, hiç’lik işte o zaman içlik oluyormuş. Olsun. (Bilenler söylüyor. Bilmeyenler, kulaklarına parmak tıkıyor, Kimisi pamuk, Kimisi yağlıyor, kimisi ağlıyor. Kimisi gülüyor, ağlanacak haline. Kimisi seni görüyor kalabalıkta, Kimisi peşine düşüyor kalabalıkta, Kimisi tutup kulağından, elma çalan çoçuğu getiriyor kalabalıkta Kimisi, asır değiştiriyor kalabalıkta Kimisi, adam vuruyor kalabalıkta, Kimisi adam oluyor kalabalıkta, Kimisi sıkılıyor kalabalıkta ve Kimisi kimisiyle oynaşıyor tenhada ) Hadi ordan be meymenetsizler diyor bulutlar . Ben demiyorum bulutlar diyor.. John Donne, yalan mı söylüyor ; ‘’Çanlar kimin için çalıyor ? ’’ Sahi, boynumuza bir şeyler takmalı, yalnızlığımızı emzirmeli çıngırak sesleri. Ve bir atmosferin ensesine, ‘’ Yerçekimli Karanfil’’ yapıştırmalı. Çünkü her şey biraz dillidir, bir parça can sıkar her boşluk. Belinden tutsak eder bazen, kar’ına bile güvendiğin dağlar. Dağ gibi bir ‘’teklik’’ yanaşır rıhtıma. Dumanı küfürbaz, dalgası pasak içinde. O zaman Poseidon’u arar gözleri insancığın, denize söz geçirmek kolay değil… Deniz dedik, Karanfil dedik, yol dedik, ‘’Hep’’lik dedik, Hiç’lik dedik, Ama hep dedik… Dedirtildik. Zaten bir tek yukarıdakiler demedi, bir bulutlar eksikti onlar da koşuşturuyor. Biliyor musun, son zamanlarda Geçimsiz mevsimler çıkıyor kollarımın altından, Viyadük bulduğum yerde fren yapacağım. Sonbahar sen ne huysuzsun ! Yaz gideli çok da oldu ama, diş çıkarıyorsun hâlâ… Damaksızsın, sevmiyorum seni. Kızmış biraz, Kış toplamış kapıma, çıkmıyorum evden. Gözlerimin nemini siliyordum zaten, Alüminyum olsa ıslanmaz. Demir olsa paslanmaz. Toprağa şöyle bir baktım da, Toprak, muradına ermiş toprak, yaprağıyla sevişiyor. Öyle bağlanmış ki omuzları, evimden çıkıyorum. Korkmuyorum artık, Sonbahar ve kış Güney yarım küreye gitmiş. Ve Gülhane’de elim cebimde geziyorum ben. Bir banka oturmuşum, bir ihtiyar oturmuş yanıma. Kim bilir kaçıncı oturuşumuz beraber, siması dedemin albümünden çıkagelmiş. Hayat düellosunu kaybetmiş, Şarjörü beynine boşaltması yıllar öncesi… Ben ona ‘’yürüyen yalnız ceset’’ diyorum. O bana konuşmuyor. O beni tanımıyor, o bizi de tanımıyor, biz de birbirimizi tanımıyoruz. Tanımadan, dudak oynatıyoruz, Tanımadan kırmızı rujlar sürüyorsun, Üst baş alıyorsun tanımadan, Tanımadan sakalımı kesiyorum, Saçlarımızı güzelleştiriyoruz, güzelleşiyoruz tanımadan. Tanımadan kokular sürünüyoruz. Ama kaliteli ama kalitesiz… Yıllar sonra bir kokudan, Bir ömür hatırlamak için belki. Gözlerimiz ipini zorlayan köpekler gibi… Bıraksak kaçacaklar, bırakmasak taarruz. Tanışsak olur muydu ? –olmazdıTanışmasak hiç olmazdı. Son kez yazıyorum. Bir bulutlar eksikti onlar da koşuşturuyor. Yağmış yağmur saklanmış, keçeli saçlarının bitiminden,


birikmiş ağaçlarının ardına doğru. Ve tıkmış arkasına 54’den kalmış tosbağanın dünyadaki her kalabalığı. Her kalabalık her şey değilmiş. Biliyorum ki dibinde her incinin, Bir yalnız var, biri kolumdan tutar Biri bacağımdan. Böyle böyle uzar giderim. Yeter ki, dönüşümlü bir izafet olarak kalsın, yokluk sahamın bahçesi. Peyami Safa ‘’Yalnızız’’ demiş. Ben demişim çok mu… Nebi Eren Bayramoğlu [email protected]


Kayıp 13’ Öldürelim sabahların naylon renklerini birlikte Kurtulalım tüm beyhude bekleşmelerinden geçmişimizin. Öldürelim! (Ve bu yasal sevgilim.) Susturalım küflü şarkıları ve içi geçmiş yalnızlıkları Yak Yok et bütün o tuğla bazlı kitapları. Kibrinden delirmek üzere Kırmızı. - Tüm mecazlar bertaraf edilmeyi bekler. (Saat leylak şimdi.) Anlat bana çözemediğim bütün o satırları. Bak bir ayna orada Oval ve üzerinde bir şiir yazılı. Kır onu! - Tüm aynalar kırılmayı bekler. Öldürelim gecelerin son dört notasını el ele. Kayıp: Hiç Münir Nurettin Selçuk dinlemedik biz seninle birlikte. Yıktıklarımız, kırdıklarımız, döktüklerimiz bir köşede - İçimde bir kız çocuğu bir masal dinleyip uyutulmayı bekler. Nazik Çam [email protected]


Amin Maalouf Şüphesiz ki yazarları anlamak için onların etnik kökenine, yetiştiği ortama ve yaşadığı toplumda nelere merak saldığına dair derin bir araştırma yapılmalıdır. Her yazarın yapıtı, kitap yazılırken seçilen cümlelerden tutun da kurgulama sanatına kadar bilinçaltlarında oluşmuş düşüncenin biçimlendirilmiş şeklidir. Amin Maalouf ile ne geç ne de erken yaşta tanıştım. Kitaplarını okumaya başladığım ilk zamanlarda bu yazarın bana, karşı konulmaz derecede çekici gelmiş olmasına bir anlam da verememiştim. Sonraları bende uyandırdığı merak ile birlikte, yaptığım araştırmalar sonucu kitaplarındaki tarihsel öğelerin tarihsel kurguya âşık olan ben için biçilmiş kaftan olduğunu anladım. Bu yazıyı yazma nedenim Amin Maalouf’u ve onun salt düşünce yapısını inceleme isteğimden ortaya çıktı. Amin, 1949 yılında Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta dünyaya gelmiş, üniversite eğitimini Beyrut’ta bulunan Fransız Üniversitesi’nde ekonomi ve sosyoloji eğitimi alarak tamamlamıştır. 22 yaşında gazeteciliğe merak salarak günlük Beyrut gazetesi olan An-Nahar’da yazarlık yapmaya başlayıp gazetecilik mesleği süresince Yemen, Cezayir, Bangladeş ve Hindistan gibi civar ülkeleri gezmiştir. O dönemde bu bölgelerde yaşanan çatışmalara cevap aramaya çalışır nitelikte yazılara sahiplik etmiştir. Peki Amin kitaplarında çokça rastlanan tarihsel kurgulara nereden esinlenmişti? Bu soruya cevap niteliğinde küçük bir pencere açmak istersek; İsrail devleti kurulduktan sonra çeşitli Arap ülkelerine dağılan Filistinli Mülteciler nedeniyle 1960’ların ikinci yarısına kadar Arap milliyetçiliğinin çok üst seviyelerde seyrettiğini görebiliriz. 1967 Arap-İsrail savaşından sonra Filistinli mültecilerin ikinci vatanı haline gelen Ürdün topraklarında da aynı sebeplerden iç karışıklıklar yaşandığında, Ürdün Kralı Hüseyin’in


1971 yılında başlattığı bir harekatla Filistinli mülteciler etkisiz hale getirilmiştir. Bundan sonra mültecilerin adresi Lübnan olacaktır. Lübnan; Sünnilerin, Şiilerin, Hristiyan Marunilerin, Rum Ortadoksların, Katolik ve Yahudilerin yaşadığı heterojen bir nüfusa sahip bir coğrafya idi. Bu etnik grup çokluluğunun ülkeyi iç savaşa sürüklemesi neredeyse kaçınılmazdı. 1970’lere gelindiğinde Lübnan’ın demografik yapısı Müslümanlar lehine değişmeye başlamış bu durumu bir de Arap-İsrail Savaşları sonucu yurtsuz kalan Filistinlilerin Lübnan’da kurduğu mülteci kamplarının yarattığı karışıklıklar izlemiştir. 1975 yılında patlak veren Lübnan iç savaşı 1990 yılına kadar devam etmiştir. Bu olaylar ışığında Amin Maalouf 1976 yılında eşi ve çocukları ile Lübnan’dan ayrılarak bir daha hiç dönmemek üzere Fransa’ya yerleşmiştir. Amin’in kitaplarında harmanlanmış farklı etnik kökenlerin ve yine kültür sentezlerinin kaynağı bu olaylar ışığında belki bir nebze aydınlanabilir. Maalouf’un eserlerine göz atış; Yazarın ilk romanı olan “Afrikalı Leo” 1986 yılında yayımlanmış ve aynı yıl Maalouf FransızArap dostluk ödülüne layık görülmüştür. 1988 yılında yayımlanan “Semerkant” adlı romanında ise Ömer Hayyam’ın “Rubaiyat” adlı eserinin Titanic faciası sırasında denizin altında gömülü kalması şeklinde kurgulanmış ve eserin peşine düşen karakterlerin anlatımı tabiri caiz ise biraz da fantastik bir şekilde kaleme alınmıştır. 1993 yılına gelindiğinde “Tanios Kayası” yazara Prix de Concourt ödülünü kazandırmış, 1996 yılında çıkan “Doğunun Limanları” ise yazarın en beğenilen kitaplarından olmuştur. 2000 yılında raflarda yerini alan “Yüzüncü Ad - Baldassare’ın Yolculuğu”nda ise Tanrının bilinen 99 adından başka bir adı daha oluşunu ve bu addan yalnızca bir kitapta bahsedildiğini öğrenen sahaf Baldassare’ın kitabın peşine düşmesiyle Beyrut, İstanbul ve Londra’daki maceraları anlatılmıştır. Aynı zamanda Amin Maalouf Finlandiyalı bestekar Kaija Saariaho’nun bestelediği opera için “Uzaktan Aşk” isimli bir libretto yazmıştır. Yazarın son kitabı 2012 yılında çıkan ‘’Doğudan Uzakta’’dır. Biz okuyucuları olarak kitaplarına büyük bir çerçevenin ardından bakmak istersek; Amin’in doğduğu topraklara olan ilgisi ve özlemi “satır aralarında gizlenmiş olmalı” demek pek yanlış olmaz. Maalouf’un kurgu çeşitliliği, gerçeğe yakın tarihsel anlatımları, yaşamının kesitlerinde tanık olduğu gerçekler onun usta kalemiyle birleşerek biz okurlarını yeni dünyalara sürüklemiş, okuma eylemini en haz alıcı şekilde gerçekleştirebilmeyi bizlere öğretmiştir. Gizem Köprülü [email protected]


Kısa Pantolonlu Hırsız Sanki zıkkımı o gün bırakacakmışçasına, sanki sararmış parmaklarının arasındaki hayatına girecek en son izmaritmiş gibi sömürürcesine, avurtlarını çökerte çökerte dumanı kuvvetle içine çekerek ve sonra uzun uzun üfleyerek içiyordu sigarasını. Ciğerleri bayram etsin diye yabancı marka bir paket açmıştı. Camdan yansıyan argın suratlı adamın kısa pantolonlu halini düşündü. Lisedeki kopuk arkadaşları alıştırmıştı onu. Hâlbuki ilk kez, tek nefes çekmek kaydıyla yıllar önce annesinin elinden denemişti. Öksürtünce tiksinir bir daha istemez diye düşünmüştü kadıncağız. Aslında haklı çıkmıştı da denilebilir. Hakikaten çocuk merakı bayağı bir törpülenmişti. Yıllar sonra başlama sebebi de merak değildi zaten. Erkeklik ispatıydı. Ne zor, ne dert şeydir şu adamlık. Sünnet ol, canın yansın ama hüngürdeme. Sohbete yabancı kalmamak için ya usturuplu yalan söylemeyi becer, ya da birkaç kızı keşif amaçlı mıncıkla. Kuru jileti çenendeki tüylere sür ki, sorulduğunda tıraş oluyorum diyebilesin. Okul bitmeden bir telaş öksürmeden sigara, sarhoş olmadan şarap içmeyi öğrenmek şart. Gıdıklandığında biraz fazla gülersen bozulur fiyaka. İcabında tavuğun başını da kopartacaksın tek elinle. Bakkaldan gofret çalmadan, kapı zillerine kibrit çöpü sıkıştırmadan, bir pencere camı kırmadan mahallede oynayacak arkadaş dahi bulamazsın icabında. Zamanda kısa bir yolculuktan sonra yamalak kalmış rakısını dipledi. Boğazı yandı, yutkundu. Duvarlardan camlara vuran titrek ney sesi sivrileşti, gözlerini acıttı. Şaşıydı ama güzeldi gözleri, bal rengiydi. O kadar ki, teki geçmişe, teki geleceğe bakar, şimdiyi görmediği için önüne gelene çarpardı. Sağı sola, solu sağa yerleştirseymiş yaradan, yakışıklı bile olurmuş hani. Oysa aklı erene kadar annesi onu hep öyle sevdiği için, küçükken yakışıklı zannedermiş kendini. Öptüğü ilk kız, gerçeği çarpmıştı suratına. Meğerse iddia üzerine öpülmüş. Yine de geceler boyu rüyalarına misafir etmişti burgu dilli, sivilceli kızı. Sonra yatılı okul ve cesaretin dış görünüme baskın çıktığı haftalar, aylar. Su gibi geçen altı yılın ardından askerlik. Geceler boyu ter ve ayak kokulu koğuşta mışıldama becerisini geliştirme savaşı. Tüm badireleri alnının akıyla atlatmış ve bu yaşına gelmişti. Yirmisinde bir adam. Sabahtan boynuna astığı tablasına sigara, taklit puro ve çakmak benzini diziyor akşama kadar sokak sokak geziyordu. Gezgin bir satıcı. Namusuyla çalışan bir hilebaz. Kendini kandırmaktan usanmayan, uslanmayan bir hayalci. O bizden biri. Hissediyor, acıkıyor, duyuyor, düşünüyor. Bekliyor... Neyi, kimi? Bilmiyorum. Bilmediğim için uyduruyorum. Birazdan hesabı ödeyip kalkacağım ve o geçmişte kalacak. Belki de otobüste yeni bir kahramanla karşılaşacağım. Ben mi? Hiiiç, hırsızım. Vakit çalıyorum. Murad Ertaylan Misafir Yazarımız


Gözlerin… Gece, öyle bir gece ki karanlığıyla kaplamış her bir yanı. Adeta çocuğunu kucaklayan bir anne gibi, şefkatli ve heybetli. Ama hiç kimsenin anlayamayacağı bir yönü de vardı bu gecenin. İçimi ısıtan, kıpır kıpır kıpraştıran. Belki de gözlerindi geceye bu kadar anlam katan. Tüm yıldızları görmüştüm sanki titrek ve masum bakışlarında. Her biri tasvir ediyordu bakışlarındaki anlamları. Ona göre şekil alıyorlardı sanki. Karanlık anlatıyordu gözlerinin karasını. Adeta gözlerinden aldığını söylercesine rengini, hiç bozmuyordu istifini… Ay, gözlerinin feri, gözbebeği. İhtişamlı ışıltısıyla söylemek istediklerini tercüme ediyordu. Adeta içinden geçenleri anlatıyordu bana. Ve bembeyaz olan yüzeyi kalbinin betimlemesiydi, saflığın ve temizliğin habercisi… Gözlerin, evet o güzel gözlerin. Yıldızlara bile parmak ısırtan gözlerin. Defalarca şahit etmişti beni bir bakışınla ayın bile doğmamasına, sessizliğin kuş cıvıltılarıyla boğulmasına. Belki güneşin doğma sebebiydi gözlerin belki de ahirin zahiri… Murat Erdoğan [email protected]


Şair Çıkmazı Şair Çıkmazı’nda buluştum gözlerinle Gözlerin; bir şiir Gözlerin bir bulutun kızgınlığı Bir kahvenin bin asır hatrı gönlüme Kalbimde sen yangınları Dudaklarında tebessüm Tebessümlerinin eşsiz kıyısı Ve gökyüzüne armağan siyaha çalan saçların Mavi gökyüzünde bir Melek saflığı güzelliğin Turkuazın derinliklerinde özlemin Özlemin; en derin sancısı kalbimin Bilal Çakıl [email protected]


Arayış Beni mi arıyorsun? Şayet öyleyse, ihtiyacın neyse oradayım. Uzaklara gitme, yanlış yöne gidiyorsun, İçine bakmalısın, bak; Unuttuğun gerçeğin arkasındayım. Bitkinliğe, yılgınlığa zamanımız yok, Yavaş olursan kaybolursun, Hızlı davranırsan hata düşer adımlarına, En iyisi koşmakla, yürümek arasında… Ne oldu ki şimdi? Yapamıyorsun… Aklına müdahil olmak istemem, Konuşayım istiyorum, Yalnız öyle kopuk, Öyle uçuk kaçık ki yarattığın, İçime dahi susuyorum. Hamid Yıldızgil [email protected]


Mehrdad Arefani Elimi dudaklarıma götürsem sana sımsıcak bir buse göndersem İstanbul’un kıpkızıl bir akşamından ve takvimlerin ekim gibi bir ayından. Yanıbaşımızdan Geçen Bir Şair… Arefani’nin şiirlerinde, yaşadığı göçebe hayattan dolayı coğrafi etkenler oldukça fazla rol almaktadır. Çalışmalarında politik yönler bulunsa da, şiirleri sloganvari ya da retorik değildir. Şiirlerindeki politik düşünceler şiirselleşmiştir. Mehrdad Arefani Temmuz 1963 yılında Kuzey İran’ın Hazar Denizinde bir liman kenti olan Şahsavar’da doğmuştur. 15 yaşında, İran devrimiyle beraber politikaya sürüklenen Arefani, laik düşünceleri yüzünden devrimle ters düşmüş ve 18 yaşından itibaren hapishaneler ile tanışmasına neden olmuştur. 1987 yılında Sovyetler birliğine kaçmış ve birkaç ay sonra tekrar İran’a dönmüştür. Sonraki beş yıl boyunca bir politik hapishaneden diğerine gönderilmiştir. Arefani ciddi olarak ilk şiirlerini yazmaya 1993 yılında, 30 yaşındayken yazmaya başlamıştır. Bununla birlikte, çalışmaları çıkar çıkmaz otoriteler tarafından yasaklanmış, sadece rejim karşıtı birkaç yayınevi tarafından yayınlanabilmiştir. Bu yayınevleri Adineh ve Gardoon, daha sonra rejim tarafından


kapatılmıştır. İlk kitabı “Günışığı Dalı” basıma gitmiş ancak dağıtım esnasında geri çekilmiştir. 2000 yılında İran’dan İstanbul’a kaçmıştır, buradan da sırasıyla Saraybosna, İtalya ve Belçika’ya geçmiştir. Şu anda eşi ve kızıyla Belçika’da yaşamaktadır. Belçika’da şiirlerinden oluşan “Ağaçtan Ağaca” isimli bir kitap çıkarmıştır. İran’da süregelen sansüre karşı çıkmak amacıyla, Arefani internet üzerinden şiir yayımlamada oldukça aktiftir. Hashtaad.org isimli sitenin editörlüğünü yapan Arefani, internet ve youtube üzerinden sürgünde bile olsa ülkesine ulaşmaya çalışmaktadır. Gölge Nereye gitsem benimle kar bile beyazlatmıyor sefil gölge. Tünelden geçsem, trenin altından geçip kapkara olarak gene peşimde, zafer işareti yapıyor parmaklarıyla hınzır gölge M. Arefani Çeviri: İsmail Onur Kaynakça: Branch of Sunlight, 1992, jazma.org From Tree to Tree, Dena, Brussels, 2010 Saraybosna Uçağın merdivenlerinde yapayalnız aklımda sırılsıklam sen öpüşleri, tepemde ve camlarda varla yok arası günışığıyla Tehran semalarından uzaklaşıyordum, yanıbaşımda insanlar. Sıfırın altında kırk derecede bulutlar Tehranın bulutları, ağır ağır uzaklaşıyor benden. Uzaklarda neonlar ve sarhoş evler dans ediyorlar muhtemelen. -belki sen de dolaşıyorsun oralarda ah atlasam, sana sarılsam, sarılsamÜstümüzde ve camlarda bulutlar, bulutlar çığ gibi büyüyorlar arkamda. Sen gibi sanki bir tanesi, varla yok arası – yanılmıyorsamKopuyor birleşiyor bulutlar kopuyor birleşiyor. Elimi dudaklarıma götürsem sana sımsıcak bir buse göndersem İstanbul’un kıpkızıl bir akşamından ve takvimlerin ekim gibi bir ayından. Birden saatler koşuşturuyor diller dolaşıyor kıyafetler karışıyor okyanusa açılır gibi sarı saçlar evrim geçirir gibi etrafımda insanlar turistler ve korkuluklar, benimse yüküm ağır kafamda sen valiziyle karışıyorum İnsanlara, insanlara Mehrdad Arefani Çeviri: İsmail Onur İsmail Onur [email protected]


İmlasızlar İmlamızı bozmuşmuş Gramerle düzeltilmeyecek kadar derin Kötü kaynamış kemiklerimiz insana hayata aşka Şimdi kim çıkıp düzeltmeye kalksa Eğreti dururuz kendi kendimizde İyisi mi böyle Kapkara bir ünlem gibi kalalım sözün bittiği yerde. Murat Kandemir [email protected] 30 Yaş Kendini döller gibi Çiftleşir gibi yalnızlıkla Bir benim mi dilim dönmüyor Bunca konuşan arasında Sahi ne yaptın bana Çocukken oynadığım parkın gölgesini mi Yükledin kaburgalarımın arasına Şimdi ağrıyan 30 yaşım Nasıl sığacak desensiz bir çorba tabağına. Murat Kandemir [email protected]


Kısalan Şeyler Saçlarımız yaralarımızı gizleyemeyecek kadar kısa Bahanesiyle sakladığımız ne varsa Yanar bir eylül yağmurunun altında Hem bilirim hiç kitap okuyamayacaksın çocuğuma Ama dokunursun omzuna Kitabın kağıda geçmemiş hali Bunun gibi bir şey nasıl olsa Öfkemiz boyumuzdan uzun kilomuzdan fazla Gerçi mutlu olmak için genciz birazda. Murat Kandemir [email protected] Yerimiz Dar Kutsal kitaplarda bile kalmamış yerimiz Yırtılmış sanki payımıza düşen sayfalar O iri cümleler bile yetmiyor artık Yıkılıyor bir bir İçimize kurduğumuz sığınaklar Neyini kaybettikten sonra lanetleniyordu Hayatı kitabına uyduramayanlar Boş ver Tanrının parmakları arasında ezilmişliğimiz kalacak yanımıza kar Gerisini bir şekilde halleder zaten şiirlerle şarkılar. Murat Kandemir [email protected]


Günop Tanışma Kahvaltısı Gümüşhane... Muhteşem Süleyman’ın İran seferine giderken rastladığı, adı şahane, kendi gümüşten şehir! Gelin, 2014 model prototip bir gözlükle şehrimize bakalım. Gayemiz, şehrimizi ve insanlarını daha güçlü ve birlik içinde tutabilmektir. Bunun için de, kentin önce ayakta kalmasına, ardından kenti ayakta tutmaya (ayakta uyumadan) ihtiyaç duyuyoruz. Bu açıdan düşünüldüğünde ise akla ilk iş, finans ve sanayi topluluklarının ciddi derecede güçlenmesi gerekiyor. Fakat bu toplulukları oluşturduktan sonra sürekli kılmak için de bazı teşkilatlanmaların daha erken olması gerekli. Bilirsiniz; “Erken tanı hayat kurtarır!” Bunun yegâne örneği olan “Gümüşhaneli Üniversite Öğrencileri Platformu” , kısacası Günöp da geç olmasına karşın birkaç yıldır çalışmalarını devam ettiren bir örgüt olmakla beraber; hemşerilerimizi henüz öğrencilik hayatlarının başlarında tanıştırıp, iş ve meslekî hayatlarında bir arada durmayı sağlıyor. Günöp; Gümüşhane Sanayici ve İş Adamları Derneği’nin (Güsiad) alt birimidir. 2004 yılında Gümüşhaneli öğrencilere burs vermeye başlayan derneğin önemli bir köprüsü olan Günöp, her yıl Güsiad aracılığıyla 300 arkadaşımıza burs olanağı sağlamaktadır. Bu niyetle “Günöp Tanışma Kahvaltısı” adı altında 19 Ekim Pazar günü bir etkinlik düzenliyoruz. Küçük kentin büyük yürekli insanlarının katılacağı organizasyonumuza, tüm Gümüşhaneli Üniversite öğrencilerini de davet ediyoruz. Organizasyonla alakalı bilgi edinmek için bize www.facebook.com/gunop.org adresinden ulaşabilirsiniz. Gelin kasvetinden geçilmez. Ekim ayının üçüncü Pazar gününü, muhabbet ile geçirelim. Not: Burs başvuruları başlamış olup 25 Ekim de sona erecektir. Başvuru yönergelerine www.gusiad.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz. Günop Yönetim Kurulu


Issız Sokaklar Yürüyorum ıssız sokaklarda gece yarısı. Kendi kendime konuşuyorum kısık sesle. İçimde kara bulutlar, dışarıda gök gürültüsü, yağmur var. Ben konuşuyorum ve sanki gök gürültüsü cevap veriyor bana. Yağmurla beraber ben de ağlıyorum. Islak ıslak süzülüyor yanaklarımdan damlalar. Yağmur bana eşlik edercesine hızlanıyor. Sonra yine o aynı sessizlik. Aslında böyle sessizlikler zor bulunur, nadir olur. Habersizce kaplar ya her yanını. Bazen böyle sessizlikler uzun da sürer. Anlatacağın şeylerden bile uzun... İşte ben böyle zamanlarda yalnızlığım duyulmasın diye şarkılar söylüyorum. Düşüncelere dalıyorum. Bir çocuk gibi masum oluyorum hatta. Hatırlayamadığın o güzel anıları gerçekmiş gibi düşünmeye çalışıyorum. Biliyorum sen gerçektin ama hayallerimi süslediğin gibi değildi gerçeğin. En iyi yapabildiğim şeyi yapıyorum sonra; hayallerime sarılıyorum, gerçeklerden kaçıyorum. Yol çok kısa geliyor. Adımlarımı yavaşlatıyorum. Yağmur sanki yağmıyor, Gözlerimi açmaya korkuyorum. Uzaktan gülümsüyor bana hayallerim. Gözlerimden akan damlalara rağmen inatla gülümsüyor göz bebeklerim. Bazen yalnızlık da paylaşılmalı. Hatırlar mısın sevdiğim seninle bir kafede bazen hiç konuşmadan otururduk saatlerce. Sen konuşmadığın zamanlarda dayanılmaz bir sessizlik kaplıyordu etrafı. O dayanılmaz sessizliğe boyun eğmek yerine bağırmak istiyordum. Ama en çok sustuğun zaman anlıyordum seni. Konuşsaydın eğer yalnızlığımızı paylaşamazdık. Aslında baş başayız seninle ama bir o kadar da yalnız. Ardından koca bir karanlığa açıyorum gözlerimi. Kasvetli havanın karşısında gerçeklere dönüyorum. Yolumu kaybetmiş bir şekilde etrafa bakınıyorum. Ve ben hiç gerçekleşemeyecek hayallerimle beraber Arnavut kaldırımlı yollarda yürümeye devam ediyorum. Benan Şahindoğan [email protected]


Yol Mektupları İlk Mektup: Merhaba karıcığım, Hatırlar mısın bir gün zalimlikle suçlamıştım seni. Pencere pervazında serçeleri beslediğini ve olur da dışarıyı seyrederken gözüm lekelerden birine takılır, ümitsizliğime bir bahane, bir kaynak olursa diye her Allah’ın günü ben gelmeden pervazı temizlediğini bilmezmişim gibi. Hiç karşı çıkmamıştın seni suçlamama. Karşında iki kelam edemeyen, ne diyeceğini bilemeyen beni bırakmıştın bir köşecikte, hiçbir anlam ifade etmeyen bir boşluğun yanından geçip gider gibi. Ne kadar da zalimdi sessizliğin. Karıcığım, içimdeki boşluk büyüdü iyice. Evrenin bir köşesinde, yine o günkü gibi, senin beni görmeme ihtimalinden ödüm koparak bekliyorum. Ne olur yanımdan, hayatımdan geçip gitme. Biliyorum sen bunu asla dile getirmeyecek kadar asil ve gururlu olsan da yüzsüzlük bu yaptığım. Hayatımdan gitme demem sana, yaptığım en büyük yüzsüzlük, bir sabah erken saatte tek kelam etmeden çekip gitmişken. Ama itiraf etmeliyim ki en büyüğü olsa da ilki değil kabahatlerimin bu yaptığım. Bunları açıkladıktan sonra kararı sana bırakıyorum karıcığım, söyleyeceğin her söz kabulümdür. İki çift üst baş ve gerekli bir iki eşyadan başka hiçbir şey koymadım bavuluma. Yanımda ağırlık olmasın diye değil, yenisini alacağımdan yahut ihtiyaç duymadığımdan değil sadece hayatında kalmak istediğimden elimi sürmedim diğer eşyalara. Neler hissettiğimi açıklamama ihtiyaç duymayacak kadar iyi tanıyorsun beni. Gitmek kelimesi evimize girdiğinden beri büyüyen tedirginliğin ve uykularımı kaçıran sorulardan beni kurtarmak için demleyip, usulca yanıma bıraktığın bitki çayları bugünün geleceğini içten içe bildiğini düşündürüyor bana. Özür dilerim, çok çabaladım ama o gün geldi. “Tatile çıkalım, şuraya ya da buraya yerleşelim demiyorsun bana.” demiştin. “ Bahsettiğin şey gitmek ve yollar. Sen, ben yahut biz demiyorsun hiç. Aramak, bulmak diyorsun.” demiştin. Daha neden bahsettiğimi bile bilmezken ben, hayatımızın orta yerinden geçirdiğim yolu görmüştün. O yoldan yazıyorum şimdi sana. Mektuplarla ilgili güzel anılarına leke sürdüğüm için beni


bağışla. Bu mektubu hayatından çıkışımın belgesi olarak kabul etsen de, geride bıraktığım eşyaları bir gün dönecek bir yolcunun emaneti yahut evimizin bir parçası olarak muhafaza etsen de bir ayrılık mektubu bu. Uzayıp giden yolların izi kaldı üstünde, belirsizliğin izi kaldı. Binlerce kez desem de bir şey değiştirmez biliyorum ama beni bağışla. Kurtulamadım uzak yerlerde mutlu olabileceğim bir hayat olduğu fikrinden. Sen tutunduğum tek şeydin dünyada ama ben dağılıyordum gün geçtikçe. Dürüst bir yaşam ve sevgi yeter deyip duruyordum içimden. Yeterince dersem hayatımın, onun ne olduğunu bulamadan akıp gittiği hissinden kurtulabilirmişim gibi. Kurtulamadım. Yanında kalsaydım eğer gitgide büyüyecekti huzursuzluğumuz ta ki nefes almak için dahi yer kalmayana dek. Aynı evin içinde yorgun düşecektik henüz yaşlanmadan, henüz yaşamadan. Binlerce kez özür dilerim senden, gitmek zorundaydım. Bana cevap yazmak istersen eğer diye Eskişehir’de bekleyeceğim mektubunu. Bir adresim yok ve yanına dönene kadar olmayacak da. Yine de, eğer istersen, gideceğim yerleri önceden yazarım sana. Adres yerine postane yazıp yollarsan gidip alabilirim diye umut ediyorum. Seni her daim sevecek olan Arif Özge Özdemir [email protected]


Aşk Uzun hikâye benimki Bir dokunsan bin ah işitirsin Alevlenen bir aşkın hikâyesi… Nasıl anlatayım bilmem ki Kelimeler boğazıma düğümlendi Can kulağı ile dinlemeli Bir nebze olsun anlayabilmek için Arif olanın da anlayamayacağı türden… Bir bakışın neler anlatabileceğinden mi başlasam Tomurcuğa duran bir sevdanın açılışından mı? Her neyse… Gözlerim gözlerine ermişti bir an Gözlerim gözlerinde vermişti bir can Aklım durmuştu; bakışlarında erimiştim Kanım kaynamış, içim içime sığmaz olmuştu Belki de akıntıya kürek çekmenin besmelesiydi bu Oturduğu dalı kesip hayattan düşüşün başlangıcıydı Belki de alnımın kara yazısını kendim yazıyordum Adı neydi bunun? Eskiden ‘Aşk’ derlerdi İlahi, beşeri, platonik aşk; rezil eden, vezir eden aşk... Benimki böyle bir şey miydi? Bilmiyorum; belki de çıkmaz sokak Gözlerim buğuluydu Beni unutup senleri ezberlediğim tarifsiz bir muammaydı Gözleri nergis, Gözleri Hacerü’l Esved Her mevsim bir başkaydı gözleri Elleri zambak Elleri kardelenler gibiydi Elleri, denizi öper gibiydi Gülünce yüzünde güller açardı İçim ürperirdi, bakışlarım donup kalırdı Gülerdi Gönül sızım dinerdi Ahular ırmaklara inerdi Gülerdi Bakışında serçeler kanat çırpar Cellâtlar merhamete gelirdi Gülerdi Aklımı alırdı Bağbozumu yaşardım Gülerdi; Belkıs tahtından olurdu Gülerdi; Mecnun Leyla’sını bulurdu Gülerdi; göller kurur, saraylar yıkılırdı Gülerdi; Aşk ve güzellik tanrıçası ölürdü


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.