Kültür Çıkmazı Dergisi 7. Sayı Flipbook PDF

İnternetten Yayınlanan Aylık Edebiyat ve Kültür - Sanat Dergisi

84 downloads 101 Views 25MB Size

Recommend Stories


introduction Part 1 The Firebird Folk Tale Say: EYE-vun Say: Zarr VIS-lav Say: Dim-EAT-tree Say: Va-SILLY
The Firebird Folk Tale Part 1 introduction Say: “EYE-vun” Say: “Zarr VIS-lav” Say: “Dim-EAT-tree” Say: “Va-SILLY” :10* Había una vez, hace mucho ti

Porque. PDF Created with deskpdf PDF Writer - Trial ::
Porque tu hogar empieza desde adentro. www.avilainteriores.com PDF Created with deskPDF PDF Writer - Trial :: http://www.docudesk.com Avila Interi

Story Transcript

Genel Yayın Yönetmeni İlker Ardıç Editör Türker Ardıç Sosyal Medya Yönetmeni Pakize Bektaş Basın Tanıtım Sorumlusu Hamid Yıldızgil Selin Sabcıoğlu Yazarlar Ali Koç Ayça İşbilen Bayram Kaynakçı Benan Şahindoğan Bilal Çakıl Birkan Akyüz Didem Onmuş Ergül Yılmaz Gizem Köprülü İsmail Onur Merve Mutlu Merve Nur Doğan Murat Erdoğan Nazik Çam Nebi Eren Bayramoğlu Özge Özdemir Özge Özgüner Safiye Önal Serap Bozkurt Sibel Ayan kulturcikmazi kultur_cikmazi Yeni bir sayıda tekrar merhaba diyerek başlamak istiyorum. Hani hepimizin bildiği bir deyiş vardır. “Yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş” diye. Umarım bu sayımızı çok beğenirsiniz ve 2015 Kültür Çıkmazı ailesi için çok güzel geçer. Tabi hepimiz için edebiyatla girip edebiyatla geçen bir yıl olmasını da dilerim. Yeni yıl dileklerini geçecek olursak biraz da yeni sayımızdan bahsedelim. Bu sayımızda 9 Ocak 1990’da hayata gözlerini yuman edebiyatımızın usta şairi “Cemal Süreya”yı tanıttık ve birbirinden değerli üç şiirinin incelemesini de sizler için hazırladık. Sadece bu kadar değil. Kitaplarıyla birçok ödül alan mizah ve çocuk korku yazarı “Hanzade Servi” ile Özgün Kabacaoğlu’nun gerçekleştirdiği keyifli röportajı da bu sayımızda görebilirsiniz. Her ay olduğu gibi bu ay da öykü ve yazı dizilerimiz devam ediyor. Hatta bu ay yazarlarımızdan Ayça İşbilen yeni bir yazı dizisine başlıyor. “Günde’dün” isimli yazı dizisiyle geçmişimize dair yüzümüzde ufak tebessümler yaratan önemli anları kaleme alacak olan yazarımız, bu işe ilk olarak 90’lar ile başladı. Birçoğumuzun çocukluğuna denk gelen bu dönemin anlatıldığı “Günde’dün” yazı dizisini mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Geçmiş sayılarımızda başlayan Telefon Kulübesi öykü dizisinin 4. bölümü, Jon Morvol’un Sıradışı Maceraları öykü dizisinin 3. bölümü ve Şahsi Yalnızlıklarım yazı dizisin 4. bölümü de okunmak üzere yerlerini aldılar. Tabi yazar kadromuzun ve misafir yazarlarımızın kaleme aldığı birbirinden güzel şiir, deneme ve öyküler de sizleri bekliyor. Dergimizin son sayfalarında yine sizler için dört adet sergiye de yer verdik eğer vaktiniz olursa mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Ayrıca tiyatro severler için “Merheba” isimli oyunu tanıttık, oyunun sahneleneceği tarihlerde eğer İstanbul’daysanız mutlaka seyretmelisiniz. Bu sayımızdan itibaren misafirlik uygulamamızı genişleterek çektiğiniz profesyonel fotoğraflara da yer vermeye başladık. Fotoğraf kareleriyle anlattıklarınızın daha büyük kitlelere ulaşmasını istiyorsanız bize mail adresimizden ulaştırabilirsiniz. Ve tekrar hatırlatalım. Eğer sizin de bir yerlerde gizlediğiniz kara kaplı bir defteriniz varsa, Kültür Çıkmazı ailesine katılmak için daha fazla beklemeyin. 8. sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle, edebiyatla kalın... Ve şunu asla unutmayın. “Bu sokakta her yol edebiyata çıkar, Kültür Çıkmazı…”


Misafir Yazarlar Besna Aydın Bihter Karagöz Bilal Maral Enes Taşbaşı Gizem Demir Kübra Sırmalı Melisa Ayşegül Çal Özgün Kabacaoğlu Süleyman Gökmen Ufuk Ali Kaftanlı Misafir Fotoğrafçılar Burak Erdoğan Mehtap Ezer Şehlem Sebik Misafir Çizerler Leyla Özlüoğlu Reklam ve Sponsor [email protected]


İçindekiler 5 Ocak 2015 7. Sayı 5. “Cemal Süreya” - Kişisel Hayatı ve Eserleri - İlker Ardıç 7. “Cemal Süreya” - Sanat Hayatı - Pakize Bektaş 10. “Yazamam Daha Aşk Şiiri” İncelemesi - Selin Sabcıoğlu 12. “Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı” İncelemesi - Gizem Demir 14. “Fotoğraf” İncelemesi - Merve Mutlu 15. Bir Ara - Özge Özdemir 16. Mavinin Araf Kapılarını Aç Sevgili - Safiye Önal 18. Bir Öpsem Seni - Didem Onmuş 19. Cedidan - Bilal Çakıl 20. Telefon Kulübesi - Bölüm 4: Adalet… - İlker Ardıç 23. İstanbul Olsak - Sibel Ayan 24. “Hanzade Servi” Röportajı - Özgün Kabacaoğlu 28. En Yazmak Şimdi - Nazik Çam 29. Benim İki Dünyam Var - Merve Mutlu 30. Günde’dün - 90’lar Kalbimde Yardır - Ayça İşbilen 34. (Çizim) - Leyla Özlüoğlu 35. (Çizim) - Leyla Özlüoğlu 36. Bir Ömür Çocukluk - İlker Ardıç 37. Kırık Beyaz - Kübra Sırmalı 38. Koridora Ağıt - Serap Bozkurt 40. Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları - Bölüm 3: Geyik Ayaklı İskoç Kadın - Türker Ardıç 43. Ses Versek Döner Mi, Geri? - Selin Sabcıoğlu 44. Çöl Çiçeğine - Ufuk Ali Kaftanlı 45. Umut - Murat Erdoğan 46. (Fotoğraf) - Şehlem Sebik 47. Beni O Zamana Götürebilir Misin? - Bihter Karagöz 48. Şahsi Yalnızlıklarım - Bölüm: 4 - Ali Koç 50. İmkansız Talibim - Birkan Akyüz 51. “Nur”lu Şiir - Bilal Maral 52. (Fotoğraf) - Burak Erdoğan 53. Ağır Aksa(masa)k! - Serap Bozkurt 54. Saygı Vuruşu - Ayça İşbilen 55. Bakarsın - Enes Taşbaşı 56. (Fotoğraf) - Mehtap Ezer 57. Gel - Besna Aydın 58. Seni Arıyorum - Süleyman Gökmen 59. “Merheba” - Tiyatro 60. İzmit’te “Alternaif Tiyatro”nun “Uyan-ma”sı - Melisa Ayşegül Çal 62. Engin Korkmaz: “Önermeler” - Sergi Birkancan Özkan: “13 - 14 Anahtarı” - Sergi 63. Cemil Güç: “Neden/Why” - Sergi Yusuf Şengür: “Kağıtlar ve İnsanlar” - Sergi Keyifli Okumalar…


“Cemal Süreya” Kişisel Hayatı ve Eserleri Asıl adı Cemalettin Seber olan, Cemal Süreya 1931 yılında Erzincan’da dünyaya gelmiştir. Edebiyatımızın en usta şairlerinden Cemal Süreya’nın babası 1938’de Erzincan’dan sürgün edilir. Bu sürgünün ardından Bilecik’e kadar gelen Seber ailesi buraya yerleşmiştir. Bilecik’e yerleştikten altı ay sonra annesini –Gülbeyaz Hanım- yitiren Cemal Süreya, İstanbul’a gönderilmiştir. 1942’ye kadar İstanbul’da eğitim gördükten sonra ise Bilecik’e geri getirilmiştir. Bu sırada kendisi bu durumdan hiç memnun olmasa da babası ikinci bir evlilik yaşamıştır. Ortaokul yıllarında ise yıllar sonra eşi olacak Seniha Hanım’la sınıf arkadaşı olmuş, onunla ilk defa orada tanışmıştır. Ortaokuldan sonra ise Haydar Paşa Lisesine parasız yatılı olarak kayıt olmuştur. Hayatı şehir şehir dolaşmakla geçen Süreya üniversite hayatını Ankara’da tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Maliye ve İktisat eğitimi alırken de en yakın arkadaşları olan Hasan Basri, Sezai Karakoç ve Muzaffer Erdost ile tanışmıştır. Üniversiteden mezun olduktan sonra Seniha Hanım’la evlenmiş ve kızları Ayçe doğmuştur. Ancak çeşitli sebeplerle anlaşmazlıklar yaşayan Süreya çiftinin evliliği, Cemal Süreya’nın İstanbul’a müfettiş yardımcısı olarak atanmasının ardından kısa bir süre sonra sonlanır.


Devam eden yıllar boyunca sırasıyla Zuhal Tekkanat, Güngör Demiray ve Birsen Sağnak ile evlilikler yaşayan Süreya bir türlü mutluluğu yakalayamamış diyebiliriz. 1982’de memurluktan emekli olduktan sonra emekli maaşıyla geçinemeyen Süreya bir bankada çalışmaya başlamıştır. Banka iflas ettikten sonra yargılananlar arasında Cemal Süreya da bulunmuştur. Aksiliklerin bir türlü yakasını bırakmadığı Süreya edebiyata sığınmıştır. Papirüs Dergisi’ni kurmuş ve çeşitli aralıklarla çıkarmıştır. Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yapmasının yani sıra birçok dergide köşe yazıları da yazmıştır. Usta şairin bu sırada yayınlanan birçok eseri ödüle layık görülmüştür. Üvercinka ile 1958’de Yeditepe Şiir Armağanı, Göçebe ile 1966 TDK Şiir Ödülü, Sıcak Nal ve Güz Bitiği ile 1988 Behçet Necatigil Şiir Ödülü aldığı ödüllerden birkaç tanesidir. Toplu şiirleri ise 1984’te Sevda Sözleri isimli kitabında yayınlanmıştır. Şiirin yani sıra birçok edebi türde de eser vermiştir. Şapkam Dolu Çiçekle (1976), Günübirlik (1982), Onüç Günün Mektupları (1990), 99 Yüz (1991) eserleri deneme ve eleştiri türlerinde iken Mülkiyeli Şairler (1966) ve Yüz Aşk Şiiri (1967) gibi derlemeleri de bulunmaktadır. Çocukları da unutmayan Süreya Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (1993) ve Söyleşi Güvercin Curnatası (1997) isimlerinde iki çocuk kitabı kaleme almıştır. Hayatının son zamanlarını oğlu Memo’yla ilgilenmekle geçiren Süreya 9 Ocak 1990’da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Cemal Süreya’nın hayatı ölümünden sonra Feyza Perinçek ve Nursel Duruel tarafından 1995 yılında Cemal Süreya/Şairin Hayatı Şiire Dahil ve 1997’de de Cemal Süreya Arşivi adıyla iki kitap olarak yayımlanmıştır. İlker Ardıç [email protected]


Cemal Süreya’ya Dair Sanat Hayatı Şiirleriyle hem edebiyatımıza hem de gönlümüze taht kurmuş bir şair: Cemal Süreya. Peki neden Süreya? Bu konuya da bir açıklama getirerek başlayalım. Aslında Süreyya’dır ilk hali. Ama girdiği bir iddia sonucu, iddiayı kaybeden Cemal Süreya soyadındaki “y” harflerinden birini söz verdiği gibi siler. Değiştirdiği soyadı da ilk kez 1956 yılında yayımlanan “Elma” şiirinde kullanılır. Edebiyat tarihimizde yarattığı büyük etki ise “Mülkiye” dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanan “Şarkısı Beyaz” şiiriyle başlamakta. Yani Süreya’yı tanımamızı, okumamızı sağlayanın şu mısralar olduğunu söyleyebiliriz; “Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti Şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz İnsanların büyük rüyaları vardı İnsanlar bir ölümle öldüler ki Sevgiler arasında şaşırıp Bir unuttular ki deme gitsin.” Cemal Süreya geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden biridir şüphesiz. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimiyle duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. 1950'lerin başlarında gelişen İkinci Yeni hareketinin önde gelen isimlerinden biri olmuş ve şiirde anlamsızlığı savunan görüşleri benimsemiştir. Yazdığı her şiir yankı uyandırırken kuşağının şairlerine de yazma coşkusu vermiştir. Sürükleyici bir dili olan Süreya, serbest nazıma, Garip akımının kullanmadığı eski biçimlerle yepyeni bir söyleyiş getirmiştir. Şiirin, birtakım dışlamalarla daraltılmış olan sınırlarını genişletmiş, çarpıcı ve özgün imgeleriyle döneminde de büyük ilgi görmüştür. Süreya’nın şiirlerinin her dizesinde ona, hayatına dair birçok ipucu bulabiliriz. Çocukluğunda yaşadığı sürgün de dâhil olmak üzere hayatı boyunca şehir şehir, semt semt dolaşan Cemal Süreya “Göçebe” şiiriyle şu dizeleri dile getirmiştir;


“Kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk Biliyorsun ben hangi şehirdeysem Yalnızlığın başkenti orası.” Cemal Süreya ilkokul arkadaşı olan Seniha Hanımla evlenmiştir ancak bu evlilik Süreya’nın hayatına birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmiştir. Bu durumda Süreya’nın şiirlerinde yer bulmuştur tabi. Eşiyle yaşadığı problemler onu başka mecralara -özellikle de çalışmaya- itmiş diyebiliriz aslında. Yaşadığı bu boşlukta iş yerindeki bir kadına âşık olmuştur ve bu kadından şiirlerinde “Üvercinka” diye bahsetmiştir. Oğlu Memo’ya da birçok şiirinde yer vermiştir Süreya; “Gece yatakta Memo'yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk." "Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin… Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun?" "Memo okula gitmek istemiyor artık. Senin yokluğun nasıl dokunuyor ona. Okula gidişi senin yokluğunla birleştiriyor olmalı" "Gözlerinden öperim. Oğlumuz "eşkıya" Memo ellerinden öper." Cemal Süreya’dan, hayatını şiirlerine yansıtmasından bahsederken Tomris Uyar’a olan aşkından bahsetmemek olmaz. Birçok şiirinde Tomris’den bahseden Süreya, Tomris Uyar’ın Turgut Uyar ile evlenmesinin ardından bu dizeler umutsuzluklarla dolmuştur: “Daha nen olayım isterdin Onursuzunum senin.” Hem şiir hem düzyazı türünde eserler veren Cemal Süreya için şiir hep ayrı bir köşededir. Ona göre şiir hayattır, hayatın özü ve her şeyidir. Kendisi de bunu sık sık dile getirmiştir; “Şiir hayatın köpüğüdür. Çağın, hayatın, bütün bilgilerin. … Şiir için hayat deneyimi gerek, düşünce, iletişim gerek, her şeye uzanmak gerek.”


Cemal Süreya şiire olan bu düşkünlüğüydü belki de başarısı. Bu başarı dönemin şairleri tarafından da takdir edilmiştir. Hatta Ülkü Tamer buna şiirlerinde bile yer vermiştir. “Tanrı Bin birinci gece şairi yarattı Bin ikinci gece Cemal’i Bin üçüncü gece şiiri okudu Tanrı, Başa döndü sonra Kadını yeniden yarattı.” Edebiyatta katkısı sadece yazarak da olmamıştır Cemal Süreya’nın. 1960’da “Papirüs” adlı dergiyi kurmuş ve bu derginin yaklaşık 50 sayısını çıkarmıştır. Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergileri ile Saçak dergisinin kültür-sanat bölümünü bir süre yönetmiştir. Politika, Aydınlık ve Yeni Ulus gazeteleri ile Yazko, Somut ve 2000'e Doğru dergilerinde ise köşe yazıları yazmıştır. “Ölüyorum Tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum Tanrım. Ama ayrıca, aldığın bu hayat Fena değildir… Üstü kalsın.” Bu satırları yazdığının ertesi günü, 9 Ocak 1990’da, hayata gözlerini kapayan Cemal Süreya’yı saygı ve rahmetle anıyoruz. Pakize Bektaş [email protected]


“Yazamam Daha Aşk Şiiri” İncelemesi Yazmam Daha Aşk Şiiri Oydu bir bakışta tanıdım onu Kuşlar bakımından uçarı Çocuk tutumuyla beklenmedik Uzatmış ay aydınlık karanlığıma Nerden uzatmışsa tenha boynunu Dünyanın en güzel kadını oydu Saçlarını tarasa baştanbaşa rumeli Otursa ama hiç oturmaz ki Kan kadını rüzgardı atların Hep andım ne yaşanır olduğunu En çok neresi mi ağzıydı elbet Bütün duyarlıklara ayarlı Öpüşlerin türlüsünden elhamra Sınırsız denizinde çarşafların Bir gider bir gelirdi işlek ağzı Ah şimdi benim gözlerim Bir ağlamaktı tutturmuş gidiyor Bir kadın gömleği üstümde Günün maviliği ondan Gecenin horozu ondan Öncelikle şunu belirteyim ki, ilk defa bu tarz bir yazı yazıyorum. Hatam ya da eksik bir şey olursa paylaşınız. Cemal Süreya, ilk kıtada daha önce görmüş ve tekrar görme şansına erişmiş. Bize o duygularını anlatmakta... Bir çocuğun saflığı ve ayın parlaklığını sevdasında bütünleştirmiştir. İnsan sevdalanınca çocuklaşır, içi içine sığmaz olur. Sevdiği kadın şairin gözünde çocuklaşmış ama şairin içi içine sığmamış. “Nerden uzatmışsa tenha boynunu” sözünden sevdiği kadının boynunun ince ve zarif olduğunu anlıyoruz. İkinci kıtasında ise, sevda biraz daha doruğa çıkmış. Artık bizlere daha belirgin bir şekilde tanımlamıştır. Dünyasının merkezinde sadece “O” var. Cemal Süreya, sevdiğinin saçlarını Rumeli’ye benzetmekte... Çünkü Rumeli aynı zamanda bir ayrılışı simgelemekte. Göç zamanında milyonlarca insanın Rumeli’yi terk ederek Anadolu’ya dönüşünün öyküsüdür. Bu yüzden sevdiğinin saçlarını Rumeli’ye benzeterek hem gurbet hasretini, hem o yıllarda yaşanan acıları, hem de kendi içindeki kavuşamamazlığın acısını anlatmıştır. Kan kadar gerçek ve yaradan aktığında ise, kabuk bağlasa dahi hep izi kalacağını bize hissettirmektedir. Bir sonraki kıtaya baktığımızda karşımıza pek çoğumuzun ilk defa duyduğu “Öpüşlerin türlüsünden elhamra” cümlesindeki “elhamra” kelimesi çıkar. Peki nedir bu elhamra? Aslında cümlede bir ipucu vermiş, şair. Yine de biz açıklayalım, yani o kadar çok öpüş var ki, bu “elhamra” öpüşü. Manası “kırmızı” demekmiş. Ben de bu şiir sayesinde öğrendim. Toparlamak gerekirse, “kırmızı öpüş” demek. Cemal Süreya bu şiiri yazarken, Chagall adlı bir ressamın Red lovers "kırmızı aşk" adlı tablosundan etkilenmiş. Bu yüzden kırmızı demek yerine “elhamra” kelimesini kullanmıştır. Öpüşlerini aynı zamanda


çarşaf gibi dalgasız bir denize de benzetmektedir. Son kıtası, şiirin sonu ama acıların sonu olmadığını anlatmıştır. Her aklına geldiğinde ağladığını belirtmiş. Sevdiği kadından bir gömlek kalmış olmalı, yadigar. Ona sarılarak bir nebzede olsun hasretini gidermeye çalışmış. Son cümlelerinden benim anladığım gece güne kavuşurken, mavilik gökyüzünü boyamış ve horoz sesi gün başladığını haber veriyorken, gözleri nemli ve sevdiği kadına ait gömleğe sarılmış olarak uyanmış, her sabah... Selin Sabcıoğlu [email protected] Kaynakça: Havuz dergisinin Ekim 2007 sayısı http://www.dergi.havuz.de/0001-A-EKIM-KASIM2007 http://www.siirdefteri.com


“Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı” İncelemesi Biliyorum sana giden yollar kapalı Üstelik sen de hiçbir zaman sevmedin beni Karşılıksız aşktan bahsediyor şair. Biliyor aşkının karşılığı bulunmadığını. Aşık olduğu kadının kendisine hiçbir zaman aşık olmadığını, olmayacağını... Ne kadar yakından ve arada uçurum; İnsanlar, evler aramızda duvarlar gibi Aslında o kadar yakın ki sevgiliye, ancak karşılıksız aşktan mıdır bilinmez, arada kilometreler var sanki, bir sürü insan var, evler var... Sanki aşkıyla arasına aşılmaz duvarlar örmüşler. Uyandım, uyandım, hep seni düşündüm Yalnız seni, yalnız senin gözlerini Sevgiliyi hatırından çıkaramadığını anlatıyor şair. Uyuduğunda rüyalarını süslüyor, uyandığında hayallerini... Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım Ben artık adam olmam bu derde düşeli Her şeyini aşkına bağlıyor şair; ölümü, kalımı aşık olduğu kadın. "Ben artık adam olmam" diyor. Karşılıksız aşkı derdi olmuştur artık. Aklını yitirdiğini düşünüyor belki de aşkından. Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya Yoksa gururlu bir kişiyim inan ki Aşkı için gururunu ayaklar altına alan şair, onu aslında gururlu bir insan olduğuna inandırmaya çalışıyor. şimdiler de böyle olduğuma aldırma diyor. Anımsamıyorum yarı dolu bardaktan su içtiğimi Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği Bu satırlarda da aşkına gururlu olduğunu anlatmaya çabalıyor. Hatta bunun için birtakım takıntılarından bahsediyor. Kaç kez sana uzaktan baktım 5:45 vapurunda Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki Sevdiğini nasıl uzaklardan, bir hayranlıkla izlediğini; ona takıldığında bakışları daldığı hayalleri anlatıyor. Hangi şarkıları uygun buluyor, kim bilir? Tek yanlı aşk kişiyi nasıl da aptallaştırıyor Nasıl da unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini Sonra, sonra mı? Aşkının karşılıksız olduğu düşüyor hatırına. "Aptallaşıyor" kendi deyimiyle. Aşkının başkasını sevdiğini anımsıyor, afallıyor. Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu Bağışla, bir daha tekrarlanmaz hiçbiri Af diliyor hissettikleri için. Aşık olduğu kadını istemeyerek üzdüğü için af diliyor şair. Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım Bu böyle pek de kolay değil gerçi... Artık onu hatırının tozlu raflarına itmeye çalışacağın söylüyor şair. Tabi nasıl mümkün olacaksa bu? Vapura bindiği saatleri dahi bilse de karşılaşmamak için gayret göstereceğini söylerken, bunun pek de kolay olmadığını belirtiyor.


Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya Bunun verdiği mutluluk da az değil ki Sonra, sonra mı? Aşkının düşünü görmenin bile büyük bir nimet olduğunu söylüyor. Çıkar giderim bu şehirden daha olmazsa, Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki Madem sen olmayacaksın hayatımda, o halde buradan giderim. Gideyim ki bir anlamı olsun diyor. Belki de reddedilmeyi yediremiyor. İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem Son sözümü de söyleyebilirim şimdi. Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu Yalvarırım onu okuma Çarşamba günleri. Bundan sonra hayalini okşayacağı sevgilisine söz veriyor artık. Seni rahatsız etmem, belli etmem diyor. Verdiği bütün bu sözler karşısında ise yalnızca tek bir istekte bulunuyor. Yazdığı mektubu çarşamba günleri okumasını istemiyor aşkının. Belki de bir “Çarşamba günü” aşık olmuştu ona. Kim bilir? Gizem Demir Misafir Yazarımız


“Fotoğraf” İncelemesi Bir hayatın fotoğrafını çekebilecek güçtedir Cemal Süreya. Koca bir aileyi bir şiire sığdırabilecek sihire sahip şair. "Fotoğraf" şiiri hem kadını hem erkeği anlatan üstelik anlatmakla yetmeyip bu iki varlığın meyvesinde ikisinin gölgesini gösterir. Fotoğraf Durakta üç kişi Adam kadın ve çocuk Adamın elleri ceplerinde Kadın çocuğun elini tutmuş Adam hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü Kadın güzel Güzel anılar gibi güzel Çocuk Güzel anılar gibi hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi güzel “Adam hüzünlü, hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü" Tıpkı babanın fotoğrafına bakar gibi. Bir erkeğin durusunda göstermediği hüzün vardır. Okunabilecek bir hüzün. Okumasını bilmezsen dinleyeceğin bir şarkıdaki hüzün. Bu hüznü ancak bir kadın güzelliği dağıtır veya gizler. “Kadın güzel, güzel anılar gibi güzel" Kadın ne olursa olsun daima güzeldir. Bu güzellik tıpkı bir anı gibi güzeldir. Kadın bu güzelliğiyle erkeğin hüznünü gizler. “Çocuk; güzel anılar gibi hüzünlü, hüzünlü şarkılar gibi güzel” Fakat çocuk. Bu yerin ve göğün o ince çizgisi. Hem kadın güzelliğini hem de erkeğin hüznünü gizler. Erkeğin hüznünü gizleyen kadının güzelliği çocukta mevcuttur. Kadına kendi hüznünü saklamasına izin veren erkek kadar cesurdur çocuk. Yerin ve göğün ufuk çizgisidir. Merve Mutlu [email protected]


Bir Ara Uyanıyorum Hazırlanıyorum Öyle hazırım ki her şeye Sürekli olmalarına sürekli bitmelerine Hep aynı yerde hep aynı şekilde Nefes alıyor Nefes veriyorum Yavaşlıyor hareketlerim Bir zaman parçasında donmuş gibiyim Bir şarkı kalmış tekrarda Bir de ben kalmışım Bir köşede Kendime Dünya aklımın dışında kalmış Akan tek şey kelimelerim Tüm gün saklanmış ardına O hep söyleyip hiç umursamadığımız şeylerin Bir nefes alıyorum veriyorum Dönüyorum dışarıda kalana Şükürler olsun bugün de yaşadım Bir ara Özge Özdemir [email protected]


Mavinin Araf Kapılarını Aç Sevgili - Bugün de bitti ha sevgili? Bugün de bitti. Tek farkla bitti bugün ey sevgili, sensiz bitti bugün. Maviye gömüldün bugün. Hani o çok sevdiğin mavi. Okuduğumuz roman kahramanının son anda tutmuştu ya bileklerinden elleri, neden izin vermedin tutsun bileklerinden ellerin? Neden izin vermedin, tutsaydı ya bileklerinden ellerim. Bu kadar mı kolaydı gidişler; kahveye, cana, ömre kan damlatışlar. Bu kadar mı kolaydı onca hayalleri elinin tersiyle itmeler? Neyse neyse, kızmıyorum aslında sana... Ama... Ama özlüyorum ey sevgili. 24 saat değil, 3 saat bile geçmedi gidişinin üstünden. Özlüyorum. *Hani Adile Teyze diyordu ya masallarının sonunda “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine”. Sen yoksan eğer artık, sıçarım kerametine de kerevetine de... Gökten üç elma düşse kaç yazar ki artık, o elmayı seninle paylaşamadıktan sonra? Ah be sevgili, olmadı bu gidiş. Fotoğraflarımızı toparlayacağım şimdi, elim varmıyor, kıyamıyorum. Küçücük samimiyetsiz kutulara hapsedemem seni. Sen gittin sevgili, giderken hayallerimi de aldın. Peki hayallerimden ne istedin? Ben seni hayallerime değil de hayallerimi sana sığdırmışken... Olmadı sevgili. A bak ne geldi aklıma? Yağmurlar... Yağmuru da sevmem artık, sevemem ki… Yağmur damlalarının dans edişlerine eşlik edip dans edişlerimiz.. Etraftaki insanların garip bakışlarına aldırmadan dans edişlerimiz. Ben dans etmeyi de sevemem artık. “Kelimeler albayım, hakikaten bazı anlamlara gelmiyor.”


Ah ne doğru bir yargıdır bu! Kelimeler sevgili, kelimeler hakikaten bazı anlamlara gelmiyor. "Özledim", "sevgili" nedir şimdi bunların anlamı? Anlamsızlar artık. Hadi çalsın şimdi ansızın telefonum, arayan sen ol, “göl kenarındaki evin verandasına gel” de bana, afallayım, ağlayayım hatta, hatta şizofren falan sanıyım kendimi. Ama gideyim sonra göl kenarındaki evin verandasına. Sen orada ol, şarap açmış ol mesela en yıllanmışından, papatyalar toplamış ol en özgürlerinden, iki tane iskemle olsun, sallansın ama, severim bilirsin. Boynuna sarılayım, kokunu çekeyim içime, okyanuslarına dalayım, okyanusta pek iyi yüzemesem de bırak kurtarma beni boğulayım. Boğulduğum yer, sen ol. Sonra anlat bana, her şey bir kabustu de, geçti bitti artık de. Bir daha sarılayım boynuna, sinsin kokun üstüme. ... Ah be sevgili Juliet nasıl kıydıysa kendine Romeo'su için, Kerem nasıl yandıysa Aslı'sı için… Keşke atlayacak volkan olsa da yanıp kavuşsam sana… Keşke birazcık cesaretim olsa da kıysam kendime, gelsem mavine. ... Ama dur! Deli cesareti vardı ya hani bende geliyor sanki ha ne dersin? Çanlar çalıyor duyuyor musun? Bu sefer benim için çalıyor sanki çanlar. Varsın çalsın ben zaten mavine gelmeyi kafaya koymuşum! Sevgilim, hazırlan, bekle beni arafta, geliyorum yanına… *Oğuz Bal - Ruj ve Duman adlı kitabından alıntıdır. Safiye Önal [email protected]


Bir Öpsem Seni Seni öpsem, ağaçlar çiçek açsa Bahar gelse kalplere. Seni öpsem, bir çocuk gülümsese Şeker dişleriyle. Yağmur yağsa kentime, Yürüsem hasretini büründüğüm sokaklarında... Ekmek satan biri gelse aklıma, Merhamet kokusu duysam ellerin gibi. Kış gelse ansızın, kardelenleri koysan avuçlarıma. Portakal kokusu diller bülbül olsa karşında. Saçlarım savrulsa, soluduğun havaya karışan rüzgarda. Bir öpsem seni, Değişse tüm dünya dudaklarında... Didem Onmuş [email protected]


Cedidan Ay ve Güneş'in ötesinde bir aşk Gök tanrı dokunuşu, Gülümsemen. Kutsallık kazanır; Kirpiklerimin her zerresi, Gözlerinin her dokunuşunda Güneş ve Ay’ın kırıntılarından, Yaratılan saçların ve uslanmaz Tanrısal güzelliğin! Kızıl bulut yanağın, Gözlerinde kamaşan gökkuşağı Ve ardın sıra gökyüzünde Kaybolan yıldızlar… Yalnız geceler ve özlemin Şu sancıların başyapıtı Ve gözlerin; Gözlerin bir yaşamın Ayrılamayan diğer yarısı. Bilal Çakıl [email protected]


Telefon Kulübesi Bölüm 4: Adalet… Bir anda ne yapacağını bilmeden sağa sola bakındı. Eğer, o Osmanlı sikkelerinin onun olduğu ortaya çıkarsa bütün suç ona kalabilirdi. Ama kaçarsa işlemediği bir suçu zaten üstlenmiş olacaktı. Derin bir nefes aldıktan sonra daha sakin düşünmeye çalıştı. Belki de telefondaki ses polislerden kaçmasını söylemişti. Bu fikir istemese de daha mantıklı geliyordu. Parmak uçlarında yatak odasına ilerleyip hazır olan çantasını sırtına taktı. (Tak! Tak! Tak!) - Aç kapıyı, yoksa kırmak zorunda kalacağız! Şakağında oluşan ter damlaları yanağına süzülüyordu. Bu evden polislere yakalanmadan kaçmanın tek bir yolu vardı. Birkaç ay önce anahtarını evde unuttuğu bir gün, yan binanın çatısından kendi balkonuna geçmişti. Aslında aradaki mesafe oldukça fazlaydı ama iki binanın arasındaki elektrik direği bir nevi basamak görevi görmüştü. Bütün bunlar saniyeler içinde gözlerinin önünde tekrar ederken Poyraz çoktan balkona çıkmıştı bile. Önce kafasını yana uzatıp sokağı görmeye çalıştı. Aşağıda başka polislerde varsa fark edilebilirdi. Herhangi bir polis görmeyince karşıya geçmeye karar verdi. Çantasının iplerini iyice daraltıp sırtında sabitledikten sonra balkonun duvarına ilk adımını attığında derin bir nefes aldı. Aşağıya bakmamaya çalışarak elini elektrik direğine doğru uzattı. Dini inancı zayıf olan birisi olsa da ilk defa dua ettiğini fark etti. Ne olursa olsun bugün ölmek istemiyordu. Hele bir suçlu gibi ölmeyi asla… Parmak uçları soğuk demire dokunduktan sonra ağırlığını verip direğe tutunan eliyle kendini çekti. Artık bütün gücüyle elektrik direğine tutunuyordu. Hala aşağıya bakma isteğine karşı koyuyordu. Daha hızlı olması gerektiğini bildiği için yandaki çatıyla direk arasındaki mesafeye baktı. Çatıya atladıktan sonra yuvarlanacak yeri olduğu için biraz olsun rahatlamıştı. Kendini


tarttıktan sonra bütün kaslarını gerip çatıya doğru atladı. Kendi etrafında attığı bir turdan sonra hemen çatıdaki ufak kapıya yöneldi. Aslında aşağı inmek yerine burada saklanabilirdi. Binanın boşluğuna girdiğinde merdivenlere oturup duvara yaslandı. Bu kadar heyecan alışık olduğu bir şey değildi. Gözleri kararmaya başladığında bütün ağırlığını duvara bırakıp gözlerinin kapanmasına engel olamadı. Son hatırladığı bir çift gözün onu izlediğiydi. *** - Komiserim evde kimse yok. - Eve girerken görüldüğüne dair bilgi almadık mı? - Sanırım yanlış bilgi komiserim, karıştırmış olabilirler. - Hay ben onların… Neyse diğer ekipleri de çağırın arama yapsınlar şüpheli bir şeyler bulabiliriz. - Emredersiniz komiserim. Komiser Tarık cebinden çıkardığı eldivenleri özenle eline taktıktan sonra evin içinde dolaşmaya başladı. İçerisi o kadar çok tozluydu ki, kimin evi olduğunu bilmese sahibinin aylardır buraya uğramadığını düşünebilirdi. *** Kendine geldiğinde vücudu basamağın en ucuna kadar kaymıştı. Başını kaldırıp etrafına bakındıktan sonra hala merdiven boşluğunda olduğunu fark etti. Birkaç kez derin nefes aldı ve korkuluklardan aldığı destekle kalkıp basamakları ağır adımlarla inmeye başladı. Ne kadar zaman geçtiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Bu yüzden binanın kapısına geldiğinde temkinli davrandı. Fark edilmeden kapının camından sokağa göz gezdirmeye başladı. Etrafta iki üç tane boş polis aracından başka bir şey göremeyince çıkmaya karar verdi. Fazla dikkat çekmeden sakin adımlarla uzaklaşabilirdi. Gözünün önünden onlarca yakalanma senaryosu geçiriyordu ki burnuna gelen koku onu rahatsız etti. “Ne kadar pis kokan bir bina” diye geçirdi içinden. Daha fazla bu kokuya dayanamayacağı için kapıyı açıp polis arabalarına sırtını döndükten sonra yürümeye başladı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Tek isteği başına gelenleri çözene kadar yakalanmamak ve hayatta kalmaktı… *** Olay yeri inceleme ekipleri evde bulabildikleri her şeyi küçük delil poşetlerine koyup saklıyordu. Çekyatın üzerinden bir tek saç teli, mutfak tezgahındaki henüz yıkanmamış bardak, askıda duran iki hırka ve kirli bir ayakkabı… Komiser Tarık evde bulduğu bütün çekmeceleri büyük bir titizlikle inceliyordu. Kıyıda köşede unutulmuş, gözden kaçmış her şey bu olayları çözmesine yardımcı olabilirdi. Aslında tanımadığı bu adam hakkında elinde bir kanıtı yoktu. Ama içinden bir ses bütün bu olaylarla ilgisi olduğunu fısıldıyordu. Gözleri oyulan kadın olayında Poyraz’ı gördüğünde onun için sıradan bir insandı ama ciğeri sökülen adamın başında da aynı kişiyi görünce şüphelenmişti. Tarık’ın yüz hafızası çok iyiydi. Herhangi bir yerde gördüğü bir insanın yüzünü asla unutmazdı ve bir insanı peşpeşe iki cinayet mahalinde de görürse, bu onunda olayla alakalı olduğunu gösterirdi. Kafasındaki düşüncelerin içinde oyalanırken bir yandan çekmecelere göz gezdirmeye devam ediyordu. Sıra televizyonun altındaki dolaba geldiğinde en üst çekmeceyi açtı. Kapağı üstüne savrulmuş işlemeli kutu hemen dikkatini çekmişti. Çekmeceyi sonuna kadar çekip kutunun kapağını kaldırdı. Sıra sıra özenle dizilmiş paralara bakakaldıktan sonra tek tek incelemeye başladı. Hepsi ait oldukları devletlere göre gruplandırılmıştı ve Osmanlı paralarının olduğu bölümdeki beş boş bölme bulmacadaki son parçayı işaret ediyordu. Hislerinin bu seferde haklı çıkmasıyla gurur duyuyordu ki, sokaktan gelen bağrışmalar dikkatini dağıttı. Pencereden sokakta sinir krizi geçiren kadını gördüğünde hızla merdivenlere yöneldi. Hemen yan binanın önünde toplaşan kalabalığı görünce hiç şaşırmadı. Birkaç komşusu kadını zapt etmeye çalışırken geriye kalanlar da tek tek binaya girip bembeyaz bir suratla dışarı


çıkıyorlardı. Tarık kalabalığı yarıp binanın kapısına geldiğinde rozetini çıkardı. - Açılın! Lütfen boşaltın burayı, polis! İnsanlar bir bir önünden geçip dışarı çıkarken, o olayın olduğu yeri bulmaya çalışıyordu. Bodrum katının basamaklarına yöneldiğinde keskin kan kokusu genizini yakmıştı. Elini burnuna kapatıp basamakları inmeye devam etti. Önünden geçen iki adamdan sonra hayatında görüp görebileceği en iğrenç manzara tam karşısında duruyordu. Gördükleri karşısında bir süre nefes almayı unutup öylece kalakaldı. Bunca yıldır belki de yüzlerce cinayet görmüştü ama buna cinayet denemezdi. Katil resmen insan vücutlarıyla bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Karşısındaki duvarda rafların olması gereken yerde bir adam asılı şekilde duruyordu. Ayakkabılığın raflarını tutan demirler, koltuk altlarından geçirilerek sabitlenmişti. Ama asıl sorun bu değildi tabi. Göğüs kafesi sonuna kadar açılmış, içindeki organlar karnından aşağıya sarkıyordu. Ve sol elinde tuttukları komiserin midesinin kalkmasına neden oldu. Tarık derin bir nefes aldıktan sonra cesede daha da yaklaşıp incelemeye başladı. En üst kaburga kemikleri birleşim yerine zarar verilmeden iki kenarından kırılarak “T” şeklinde çıkarılmış ve cesedin eline tutturulmuştu. Ve tek parça halinde duran o kaburga kemiklerinin bir ucunda kurbanın kalbi diğer ucunda ise dili sallanıyordu. Ayrıca cesedin gözleri kendi kıyafetinden bir parçayla bağlanmış diğer eline ise bir bıçak tutuşturulmuştu. Tarık, karşısındaki manzarayı incelemeye devam ederken arkasından gelen ayak sesleriyle ekip arkadaşlarının da geldiğini anladı. Birkaç saniyeliğine kafasını çevirip baktığında basamaklara kusan memuru gördü. Tekrar önüne dönüp cesede daha da yaklaşmaya devam etti. - Komiserim. - Efendim Ali? - Bu-bu, Adalet heykeli… Tarık da karşısındaki manzaranın anlamını biliyordu. Ama ağzından dökülecek birkaç kelime bile şu an için çok zor geliyordu. Arkasında duran ekiplere adamın elindeki bıçağı incelemelerini işaret ettiğinde merdivenlere doğru ilerledi. - Bu adamı bir an önce bulmalıyız Ali. Böyle bir adamla daha önce hiç karşılaşmadım. - Haklısınız Komiserim, sizce bununla ne anlatmak istiyor olabilir? - Bilmiyorum, belki de başından geçen bazı olayların acısını çıkarıyordur. Kim bilir belki de adalet arıyordur Ali. - Komiserim, peki katilin Poyraz Salık olduğunu mu düşünüyorsunuz? - İçimden bir ses öyle olduğunu söylüyor, neyse hadi çıkalım daha fazla burada durmak istemiyorum. Komiser Tarık birkaç basamak çıkmıştı ki arkasından koşarak gelen memur elindeki kağıdı uzattı. - Komiserim bunu görmek isteyebilirsiniz. Bıçağı tuttuğu avucuna konmuştu. Elindeki kağıdın kenarları kana bulanmış olsa da hala yazılanlar okunabiliyordu. Tarık okuduktan sonra kağıdı Ali’ye uzattı. Kağıtta yazanlar yapbozun bütün parçalarını tekrar yere dökmüştü… “Onun peşini bırakın!” Devam edecek… İlker Ardıç [email protected]


İstanbul Olsak Sabahın güneşiyle yollara düşsek Şehir ezilse ayaklarımızın altında. Üstüne bassak denizin, harelense Kız Kulesi'ne varsak oradan Galata'ya El sallasak, tüm aşıklara köprü olsak... Mesela; Öpüşmeyi yasallaştırsak köprü altlarında Tüm düşüncelerin çengelini açıp Şehirlerarası yalnızlıkları sırtlanmasak. Benzemese hiçbir şehir başka bir şehrin aşkına İstanbul olsak... Süresini uzatsak sevdaların İğreti sözlerin belini kırsak Biz bu kıyıdan “seni” desek Karşıdan “seviyorum” yankılansa Keşke, Hayallerimiz gerçek olsa Akşam Güneşi hep orda kalsa Hiç batmasa... Sibel Ayan [email protected]


“Hanzade Servi” Röportajı "Yazarlık, seçilen bir meslek değil. ‘Çilek reçeli yiyeyim; sonra arkadaşlarla buluşurum; Ha, bir de yazar olayım bari’ demezsiniz." - Klasik bir başlangıç yapalım; "Hanzade Servi" kimdir? Hayat serüveninizi bizimle kısaca paylaşabilir misiniz? - 1978 doğumluyum. İletişim Bilimleri Fakültesi, Basın - Yayın bölümü mezunuyum. Çocukluğumdan beri, ne yapmak istediğimin farkındaydım. Bir yazara, “hiçbir kitabınızı yayınlatamayacaksınız” deseniz bile, o yazar yine yazmaya devam eder. Çünkü yazmak, yazan kişi için meslekten öte, beyninin infilak etmemesi için sürdürmesi gereken doğal bir döngüdür. Ben de bu müthiş döngünün içinde dolaşan bir hayal satıcısıyım. - Sizi siz yapan özellikleriniz? Bu özelliklerinizin kitaplarınıza yansımasını sizden alsak… - Daha çok, mizah ve çocuk korku edebiyatı yazarı olarak tanınırım. Mizahın, her zaman söylediğim gibi, mutlulukla alakası yoktur. Mizah öfkeden, üzüntüden, isyandan doğan bir sığınaktır. Yani öfkelendiğim, üzüldüğüm ve isyan ettiğim şeyler, kara mizah olarak kalemime yansır. Korkularım ise, korku kitaplarına dönüşür. Cesur bir insanın, korku öyküleri yazabileceğine inanmıyorum. - Yazar olmak sizin için nasıl bir duygu? - Yazarlık, seçilen bir meslek değil. Yani lisedeyken bir sabah kalkıp ‘çilek reçeli yiyeyim; sonra arkadaşlarla buluşurum; ha, bir de yazar olayım bari’ demezsiniz. Ben okuma yazma bilmiyorken bile, sürekli elimde kalemle gezerdim. Okuma yazmayı, artık bir ihtiyaç haline geldiği için, okula başlamadan kendi kendime öğrendim. İlkokuldaki hiçbir çocuğa, yaz tatillerinde düzenli olarak günlük tutturamazsınız. Bunun, çocuğun içinden gelmesi gerekir. Bütün çocuklar parkta oynarken, ben duvarın üzerine oturup sayfalarca yazardım. Yani yazarlık göz rengim gibi, beni oluşturan bir şey. Başka türlü bir hayatı hayal bile edemem. - Yazar namzetlerine önerileriniz, özellikle ilk kitaplarını bastırmak isteyenlere... - Yazarlığa adım atmak için sadece bunu istemek ya da ortaya bir kitap çıkarmış olmak yetmez. Yazarlığın yolu, en başta ‘yazar otookuması’ndan geçer. Diyeceksiniz ki, ‘o da ne?’ (Şu yazıma göz atabilirsiniz: http://www.kitapbiti.com/yazar-oto-okumasi/) Yani okuduğunuzda, yazdığınız şeyin iyi olup olmadığını anlamak zorundasınız. Çok basit şeyler yazıp, ortaya harika bir öykü çıktığını sanırsanız, ardından ‘kimse beni anlamıyor’ noktasına gelirsiniz. İyi bir yazarın, her şeyden önce iyi bir okur olması, bunun için gereklidir. Yazar adaylarına önerim, yazdıkları türün en usta yazarlarını bolca okuyup, ‘benim kitabım da onların yazdıklarının arasına rahatlıkla girebilir’ diyecekleri noktayı hedeflemeleridir. Ortaya gerçekten iyi bir iş çıkardığınızda, zaten karşılığını aldığınızı göreceksiniz. - Sizi aldığınız ödüllerle tanıdık. Yanlış anımsamıyorsak en son olarak İstanbul Kitap Fuarında okur ile buluştunuz ve TUDEM'den bir ödül aldınız. Edebiyat ödüllerinin sizin için anlamı nedir, ne değildir? - Evet, birçok ödül aldım. En son, Karakura’nun Düşleri isimli kitabımla TUDEM Korku Öyküleri Yarışması’nda birinci oldum. İlk kitabım da bir ödül alıp yayınlandığı için, ödüllere değer veriyorum. Ödüller galiba, işinizi iyi yaptığınızı insanlara göstermenin yollarından biri. ‘Kendinize göstermenin’ demiyorum, çünkü işinizi iyi yapıp yapmadığınızı zaten her halükarda biliyor olmanız gerekir. Ödüller, maddi ve manevi olarak yazarların kariyerlerinde yakışıklı görünür.


- Özellikle nepotizmin her alanda yaygınlaştığı bir ortamda, bu tür ödüllü yarışmalar bu durumdan ne kadar uzak, ne kadar yakın? Edebiyata artıları eksileri nelerdir? - Yarışmaların çoğunda, katılımcıların kimlikleri sonuçlar belli olana kadar jüriden gizli tutulur. Yarışmalarla ilgili eleştirildiği söylenen bir konu da, çok fazla eser katıldığı için, hepsinin dikkatlice okunup okunmadığıdır. Bu konuda, acımasızca bir kural işler ve bu kural, yazarların yeteneğini de ortaya çıkarır. Yazdığınız şeyi eline alan kişiyi, ilk cümleyle yakalamak zorundasınız. Bu her zaman böyledir. Kitapçıda kitap seçerken de arka kapağa, ilk sayfaya şöyle bir bakıp, ona göre karar veririz. Ortaya gerçekten iyi bir şey çıkarmışsanız, bunun görmezden gelinmeyeceği kesindir. Elbette hak ettiğinize kavuşamadığınız zamanlar da olabilir. Asıl olan, işinizi iyi yaptığınızı bilmek ve asla vazgeçmemektir. - Roman, hikaye ve şiir hepsi bir birinden farklı edebi ürünler. Sizin kelimelerinizle tarif etsek. Yazar bunları yaratırken nelere ihtiyaç duyar? ( Disiplin, yetenek, edebi bilgi vs.) - Şiirin, edebiyatın tabir yerindeyse en çok ‘sündürülen’ dalı olduğuna inanıyorum. Biri “Sensiz alamam hayattan haz / Karşıdan geliyor pembe bir kaz / Al aşkımı kalbine yaz / Yoksa dinlerim bol bol caz” gibi dizelerle yirmi sayfayı doldurup bir de bastırdığı anda adı şair; bastırdığı şeyin adı da şiir kitabı oluyor. Ve siz, Attila İlhan hayranlığınızı kastederek “şiiri çok severim” dediğinizde, bu otomatikman, az önceki dizeleri yan yana getirmiş olan kişiye de hayran olmanızı gerektiriyor. En azından o dizeleri yan yana getiren kişi (yazan kişi diyemiyorum artık) , kesinlikle öyle düşünüyor. Çünkü kendini, Attila İlhan’la meslektaş görüyor. Kısa öykü, dışarıdan bakıldığında en kolayı gibidir, ama birkaç sayfayla uğraşmak, yüzlerce sayfayla uğraşmaktan daha zordur. Vurucu bir girişi, heyecanı ve etkileyici bir finali, sadece birkaç sayfaya sığdırmanız gerekir. Roman ise, kesinlikle çok sağlam bir kurgu ister. Okur, yirminci sayfada gördüğü bir şeyle yüzüncü sayfada tekrar karşılaşmayı sever. Kumdan Salıncak isimli romanımın kurgusu için aldığım notlar yirmi sayfa kadardı. Kendi adıma, her zaman romanı tercih ederim. Yazmak için de, okumak için de… Okurların kalın kitaplardansa ince kitaplara yöneldiğine dair ortaya atılan fikirler, bana anlamsız geliyor. Bir insan okumayı seviyorsa, kalın kitap gördüğünde daha çok heyecanlanır. Bir kitabı sadece ince oluşu sebebiyle tercih ediyorsa da, zaten kitapla işi yoktur. Ve yazarlar, okumayı sevenler için yazar. - Sanat, edebiyat mevzu bahis olduğunda genel anlamda ülkemizi, özel anlamda da İzmir'i nerede görüyorsunuz? - Ağırlıklı olarak yazdığım tür üzerinden cevap vereyim. Yurtdışında gerek çocuk korku edebiyatı olsun, gerek ‘yetişkinlerin çocuklardan daha büyük heyecanla okuduğu çocuk kitapları’ kategorisi olsun, çok popüler. Türkiye’de çocuk korku edebiyatına hem gereksiz hem de çocukların ruh sağlığını bozabilecek bir şeymiş gibi bakan insanlar var. En başta yetişkinlerin, çocukların okuyacağı şeylere müdahale etmemesi gerekiyor. Çünkü bir yetişkinin bir kitabı okuduğunda gördüğü şeylerle çocuğun gördüğü şeyler, birbirinden çok farklı. Büyüdükçe, acı tecrübeler neticesinde daha tedirgin bir hale geliyoruz ve bunun sonucu


olarak daha korumacı oluyoruz. Çocuğun büyük bir zevkle okuduğu kitaba ‘saçma sapan’ deme hakkını kendinde bulabilen yetişkinler var. Kitap gerçekten saçma sapan da olabilir. Mizahın kıymetini bilmemiz gerekiyor. Bir çocuğun, okuduğu kitaptan zevk alarak kahkahalar atmasından daha güzel ne olabilir? Korku edebiyatı ise, çocukları onlar farkına bile varmadan hayatın gerçeklerine alıştırıyor. Çocukların okuma sevdasına müdahale etmek, onları kitaplardan soğutmak demek. ‘Yetişkinlerin çocuklardan daha büyük heyecanla okuduğu çocuk kitapları’ kategorisi ise, ülkemizde çok fazla bilinmediği için, çocuğu olmayan hiçbir yetişkini, kitapçıların çocuk kitabı raflarının etrafında göremiyoruz. Oysa o raflarda, benimkiler dahil, ellerinden bırakamayacakları o kadar çok harika roman var ki… - Gelecek projelerinizden biraz bahsetsek. Okurla paylaşabileceğiniz bir iki tüyo… - Şu an yayınlanmış beş kitabım var. Üzerine, biri korku öyküleri kitabı, ikisi ilk gençlik romanı olmak üzere üç bitmiş kitabım daha var; sırayla okurlara ulaşacaklar. Çocuk kitaplarımı, yetişkinler de heyecanla okuyor, ama sadece yetişkinler için de yazdığım şeyler var. Zamanı geldiğinde onları da ortaya çıkaracağım. ‘Kim Korkar Umacı’dan!’ isimli, tamamen mizahi bir atölye çalışması hazırladım. İlk olarak Anabilim Eğitim Kurumları’nda çocuklarla buluştuk; çok eğlenceli geçti. Sanırım devamı gelecek. Bunun dışında, dediğim gibi, ağırlık öncelikle ‘yaş sınırlaması olmayan’ kitaplarımda… - Bu röportajın da yayınlanacağı dijital dünya hızla gelişiyor. Bir yazar olarak, e kitaplara bakışınız, dijital medya hakkındaki düşünceleriniz nelerdir. Sizce bir gün (özellikle yakın - orta vadede) kağıda basılma işi bitecek mi? - Konu kitaplar olduğunda, teknoloji ile aramın iyi olduğunu söyleyemem. Kitaplarımı asla doğrudan bilgisayara yazamam. Çalışma odam defterlerle, kalemlerle doludur. Aynı şekilde, ekrandan okumayı da sevmem. Her kitabımı deftere yazar, sonra bilgisayara geçirir ve kontrol okumaları için çıktı alırım. Kağıda basılma işinin bitmesi, benim için korkunç bir edebiyat kabusu olur herhalde. Bu konuda kesinlikle ‘kitabın kokusu, sayfaların hışırtısı’ diyenlerdenim. - Eserleriniz ile ilgili "Ben büyükler için yazdım, çocuklar da seviyor" diyorsunuz. Son eseriniz de bir çocuk-korku romanı olarak piyasaya çıktı. Eserleriniz hakkında kısaca neler söylersiniz. Sizin kelimelerinizi nasıl tanıtabiliriz? - Korku romanım, aslında ikinci kitabım olan Hayalet Tozu. Korku deyince bazı insanların zihninde sadece korku unsuru içeren, başka hiçbir şey anlatmayan kitaplar beliriyor. Oysa Hayalet Tozu, baştan sona, karakterleriyle okuru içine çeken ve finalinde ağlatan bir kitaptır. Bu röportajı okuyup tarzımı merak eden yetişkinlere, Kumdan Salıncak’ı önerebilirim. Mizahla sarmalanmak istiyorlarsa da Umacı ve YO-YO… Kitaplarım, dediğim gibi mizah yazarı yönümü ağırlıklı olarak yansıtır. En acı şeyi bile anlatsam, içinde mutlaka kara mizah vardır. Hem gülmek hem ağlamak isteyenler, sanırım beklentilerinin karşılığını alacaktır. Özellikle yetişkinlere, kitaplarımı ellerinden bırakamama garantisi vermeyi seviyorum. - Klasik başladık, klasik bitirelim! Neden yazıyorsunuz? Yazmak, edebiyat ile uğraşmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Yazar neden yazar? - İlk soruda söylediğim gibi, kafamın içinde sürekli dönüp dolaşan hikayelerin dışarı çıkması gerekiyor. Bu benim için doğal bir döngü. Amiyane bir tabirle, yazarlığı yazarın ruh dünyasının boşaltım sistemi gibi görebiliriz. Yani yazmazsanız, ruhunuz dolup taşar ve bir şekilde infilak edersiniz. Sırf para kazanmak için, mecburen yaptığınız yazarlık işleri varsa, onları bitirdiğiniz gibi, gerçekten istediğiniz şeyleri yazmaya geçersiniz. Yani bir yazarın çalışması da, dinlenmesi de yazmaktır. Yazar, yazmazsa delireceği için yazar. Eğer yazmadan da gayet rahat yaşayabiliyorsa, gerçekten yazar olup olmadığını sorgulaması gerekir. Özgün Kabacaoğlu Misafir Yazarımız


En Yazmak Şimdi Bak ben şimdi bulamadığım denizlere yürüyorum. Etim kemiğimden sıyrılıyor ikide bir Böyle şeylerle uğraşıyorum. Teraslarından atlıyor insanlar bir bir evlerin. Bir hayretsin dünya! İki mahcubiyet. Ben burada ineyim sevgili Tanrım, Sen insan doğurmaya devam et. Bir balığın peşinden koşuyorum senin yüzünden. Hani şimdi balık yüzüyor ben koşuyorum ya İşte bu yüzden yıkıldı bütün medeniyetler Lütfen bunu anla. Mesela ben şimdi tezsem yarından ve güzsem kasımdan Bunun da sensin biraz sebebi. Lütfen bunu bil. Ama bunu bil lütfen. Yani bazen dilim dönmüyor Bazen dilim yetmiyor. Ben yine denerim anlatmayı Severim mürekkebi, on üçü ve en çok da Sabırlık'ı. Ama neye yarar? Zaten sevgili Tanrım beni dinlemiyor. Nazik Çam [email protected]


Benim İki Dünyam Var Bazen bir şehri terk etmek için bavul gerekmez. Gözlerin kör ayakların ateşe yürürcesine cesaretli olması gerekir. Bütün ezgilerimi içime kazıyıp gidiyorum. Gİ-Dİ-YORUM. Sadece bir eylem değil bu. Parça parça eriyerek gidiyorum. İstanbul’dan ayrılmasam böyle hüzün verir miydi acaba? Denize her baktığımda deniz damla damla içime akıyor. Rüzgar, kağıtları savuruyormuş gibi savuruyor ayak izlerimi. Boğaz annemin geride kalışı gibi ellerini büküyor. Gece pencereden süzen ışık süzmesi gibi eksiliyorum giderken. Ve sen! Sen dağlıyorsun içimi. Sesinde duymasam bırakmazdım bu şehri. Benim iki İstanbul’um var diyorsun. Ya benim? Seninle birlikte 2 Dünyam var… Biri senden çok uzakta yaşam kokuyor. Diğeri umut, acı, gözyaşı ve yanındayken hiç durmadan deliler gibi atan kalp atışım var. İşte bu dünya senin. Koskoca bir dünya sundum sana ama sen yağmalıyorsun. Bakışlarındaki o yakınlığı görsen diri diri yanmanın acısını bilirsin. Yanımdayken yalvarırım ellerini sakla. Onları tutamadığım için, koklayamadığım, öpemediğim için milyonlarca hançer saplanıyor yüreğime. Senin içinde taht kurduğun bu yüreğe… İçimde nasılsın bilmiyorsun. Beni mahveden bilmemen değil. Her hareketin… Öyle güzelsin ki tek kusurun ben olayım istiyorum. Sesin öyle güzel ki şarkı sözleri yerine seni mırıldanmak istiyorum. Gözlerine bakarken ömrümü yanında geçireyim duası gerçek olsun istiyorum. Uyuyamıyorum sanki kafam sadece omuzların için yaratılmış. Yanaklarım senin için akan gözyaşlarına bir yol. Gözlerimin cenneti seni görebilmek cehennemini yaşatma bana. Benim bir yaşım, sözüm, sesim yok hepsi sensin. Yaşım, sözüm, sesim, nefesim… Şimdi senden başka bir şey düşünmek gitmek değil de ne? Ben gitmek istemiyorum. Sende kalmak, yanında uyumak, çok yaşa dediğimde benimle yaşa demeni istiyorum. Kıyafetten çok ben yakışayım sana. Çok güzelsin benim gözümde yanındaki çirkin ben olayım diyorum. Gecendeki ışık ben olmalıyım. Ben senim, sensiz bir hiçim. Saatlerce bir şey anlat bana. Omuzlarımdan öp, al omuzlarımdaki yükümü. Gülüşümden öp çünkü o sensiz yaralı. Yalvarırım sevdiğim yerden öldürme beni. Merve Mutlu [email protected]


90'lar Kalbimde Yârdır - 90'larda Minik Olmak - Arkadaşlar, merhaba. Sizler, bu çalışmayı okurken; sizden bir parça açmanızı istemeyeceğim bu kez. Evanthia'yı ise hiç istemeyeceğim. 90'lar çalışmasını ancak 90'lar müziği tamamlayabilir diye düşünüyorum fakat; onu da bu bölümde hiç istemiyorum. Zirâ bu çalışmaya dönemin hangi parçasını seçersek seçelim, diğer tüm 90 parçaları üvey kalacaktır. 90'lar bir derya deniz... Neresinden başlasam, hangi güzelliğini duyumsayıp sözlere düşürsem diye düşünsem de biliyorum ki; 90'ları neresinden ele alsam yazı tamamıyla buram buram 90'lar kokacak, bunu belirtmek isterim. Fakat şunu da belirtmek isterim ki; bu bir tanıtım yazısı değil. Bu çalışma; 90'lar anılarıyla dolu, birinci tekil şahısla çekimlenmiş bir 90'lar anlatısı... Bu dönem, her ne kadar "x" kuşağı, "kayıp kuşak", "arada kalmış bir kuşak" şekilde adlandırılsa da tamamen, kendine has, şahsına münhasır bir dönemdir. Müzikleri, kıyafetleri, makyajları, oyunları... Kısaca kendine ait bit kültür oluşturabilmiş ve biz 90'lar çocuklarını, 90'lar miniklerini meydana getirmiş, kültürüyle bizi büyüten bir kuşak olmuştur. Aynı zamanda şeffaflığını ortaya koymuş “ben buyum işte" demiş, her senesini ayrı bir tat, ayrı bir dokuyla işlemiş ve nihayetinde; milenyumda ceketini alıp, aramızdan ayrılmıştır. 94 doğumlu olmam, bazı güzel yılları kaybetmeme neden olsa da, 90'ları kıyısından köşesinden yakalayabildiğim için kendimi şanslı addediyorum. Biraz da bu yüzden yan başlığı, "90'larda Minik Olmak" şeklinde koydum ki o zamanlar çocuk olmanın tadının yanında minik olmanın tadını da hatırlayalım istedim. Şanslı addediyorum kendimi dedim az önce çünkü; taşla toprakla temasımız fazlaydı ve bizi bir görünmez fanus gibi korumaktaydı yerle olan temasımız. Annelerimiz sokağa "salarken" korkmazdı, düşmeyelim, yaralanmayalım diye alınmış aşırı önlemler yoktu, hatta o kadar fazla yaralanıp geliyordum ki eve bizim için artık bir rutin sayılmıştı o zamanlar. Çağan Irmak'ın "Dedemin İnsanları" filminde kullanmış olduğu bir


tabir var, çok severim... Ve tam burada kullanacak olursak, cuk oturacak hikâyeye: "Biz toslamamız gereken neyse, o'na tosladık."... Bizlere uzaak uzaak yıllar değil, birçoğumuzun çocukluğu, bazılarımızın gençliği, bazılarımızın düş'lüğü... Evet herkes, 90'ları yaşamış, o yıllara dahil olmuş ve kokusunu içine çekmiştir. "Ben yazarken çok eğlendim, umarım siz de eğlenirsiniz." klişesinin sözlük karşılığı olacak biraz da. -ki bu klişeden nefret eder(d)im. ... Anlatımız başlamak üzeredir. Lütfen cep telefonlarınızı ve dijital cihazlarınızı kapalı konuma getiriniz. Fakat; anlatımımız süresince flaşlı ya da flaşsız nostaljinin fotoğraf çekilmesi ve görüntü alınması da önemle rica olunur. Keyifli okumalar… Sene 1997, mevsime uyduk. Güzel güzel şortlar, tişörtler giydik. Annem saçlarımızı taradı. Tokalarımızı taktı. Kâküllü saçlarımızın kâkülleri tutturuldu, yüzümüz gözüksün diye... Vesikalık çekilmeye çıkacağız birazdan, son hazırlıklar da tamam. Gelmek istemediğimi söylüyorum, çünkü fotoğrafçıdan korkuyorum. Annem; gelmezsem kreş için fotoğrafımın olamayacağını ve dolayısıyla okula alınamayacağımı söylüyor. İyi de zaten kreşe de gitmek istemiyorum. Neyse; zor bela çıkıyoruz, mızmızlanıyorum. Mahallemizdeki bakkala uğruyor ve bana "bir kepçe" kivili dondurma alıyoruz. Neyse ki biraz yola geliyorum... Fotoğrafçıdayız... Önce ablam çekime alınıyor. Ben sandalyede oturmuş, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Mmm, çok eğlenceli bir şey çalıyor. Sesin nereden geldiğini bulmaya çalışıyorum. Tam başımın üstünde küçük bir televizyon, televizyonda Tarkan - Şımarık... Mutlu oluyorum, oyalanacak bir şey çıktı bana olley. Aa ne çabuk sıra bana geldi. Gözlerimi televizyondan zar zor ayırarak odaya giriyorum ve netice: Kreşe kaydım yapıldı, 3 yıllık hayatımda yeni bir dönem başlıyordu. "Kreş"... Hayatımın en yalnız dönemiydi kreşte ve anaokulunda geçirdiğim yıllar. Herkes çok büyük, beni kimse yanına almıyor. Sınıfın en küçüğüyüm... Neyse ki ablamla aynı okuldayız, arada yanıma gelip varlığını hissettiriyor bana. Omzuma dokunuyor, çok soğuk burası, üşürsen hırkamı sana veririm diyor. Gülüşüyoruz... Okulun binası çok eski ve ahşap. Mis gibi kokuyor. Ama çok soğuk işte her gün hastalanıyorum. Her ne zorluk yaşadıysam da anaokulunda, aslında orası benim için gerçek anlamda bir okuldu. Okuma yazmayı 7 yaşına gelmeden, ilkokula başlamadan anaokulunda söküyorum. Can sıkıntısı tabii, oynayacak kimse yok. Gittiğim anaokulu genellikle ilköğretim öğrencilerinin etüt için çalışmaya kaldıkları, biraz da eğlenmek için geldikleri bir okuldu. Kreş çok yaygın da değildi. Ben, büyüklerin eğlencesiyle eğlenir, çalışmalarıyla da çalışırdım. Can sıkıntısı bu noktada işe yaramış işte. Evde de ablam okumaya yazmaya çalışır, onun yanına gider, ben de okumak için can atardım. Bunlar güzel yanları tabii bir de işin yalnızlık noktası var ki, oyun oynamak için can atan bir çocuğun en büyük sorunu. Ama iyi ki sokaklar var, alabildiğine geniş geniş mahalleler. Ooh ne güzel, dışarıda bi’sürü arkadaşım var. Kreşten çıkıp dışarıda deli gibi koşmayı bekliyorum, bir türlü zaman geçmiyor, bizimkiler daha gelmemiş... Ben de ablaların abilerin yanına gidiyorum, kavga var. Ooo güzel eğlence olabilir. Onları izliyorum -büyük bir keyifle izliyorum.- Müdiremiz görüyor, öfkesinden kıpkırmızı olmuş yüzüyle bize doğru yaklaşıyor. -Müdiremiz de çok sert bir hanımefendi, hocahanım. Yaşı da epey var. Her gün farklı farklı giydiği döpiyeslerle büyük bir otorite sağlamaya çalışıyor. Odası hemen girişte. Her gün çok acayip parçalar çalıyor. Opera dinliyor sürekli. Kapı açılır açılmaz müzikleri yüzümün ekşimesine neden oluyor fakat; benim aklımda, dilimde hâlâ Özlem Tekin'den Laubali oluyordu.- Neyse ki aradan sıyrılıp, "yiyin birbirinizi" temalı gülüşümü atıp kaçıyorum. E küçük olmanın güzel yanları... Çocukluğumda, özellikle 90'lı yıllarda, beni ben yapan üç unsur vardı. Birincisi, az önce sizlerle paylaştığım anaokulum. İkincisi, tatile gittiğimiz, yazlıkta delicesine eğlendiğimiz Enez ve sonuncusu aslında en önemlisi, sokaklar... Sizlere biraz da Enez'den bahsetmek isterim. Haziran ayına girer girmez, denize girmek için deli olduğumuz günleri, haftaları, saatleri saymamızla başlıyor o heyecan. Kolluklarımız, simitlerimiz, deniz yataklarımız hazır. Tüm kuzenler beraberiz, Enez'e gitmek için sabırsızlanıyoruz. Yola çok erken çıkıyoruz,


kasetimize de Mustafa Sandal'ı taktık mı, değmeyin keyfimize... Fonda bir müzik; "Gidenlerden bir tek seni bana ekledim/ Seni deli gibi özledim/ Gidenlerden." mm bunu beğenmedik, daha kıpır kıpır daha heyecanlı bir şeyler istiyoruz. Yeni parçamız geliyor: Jest Oldum. Eveet işte tam bize göre çığlıklar ata ata şarkımızı söylüyoruz, kasetin kapak fotoğrafını inceliyoruz. Bembeyaz bir fon, beyaz giyimli Mustafa Sandal, çıplak ayaklarıyla bir sandalyede oturmuş, düşünceli bir tavır sergiliyor. Bir şey demeden atıyoruz fotoğrafı bir kenara... Enez'deyiz, kuzenlerle hemen denize inmek istiyoruz. Ama akşamüstü hava kararıyor, o gün giremeyeceğimizi söylüyorlar bize. Biz de el mahkum yapacak bir şey yok, dışarı atıyoruz yine kendimizi. En büyük kuzenim bizle takılmıyor haliyle, o çok büyük bizden. Üniversitede o zamanlar. Hepimiz o'na özeniyoruz. O akşam arkadaşları geliyor, kumsala gidecekler. Sahilde ateş yakıp, şarkı söyleyeceklermiş. Off nasıl içimiz gidiyor, onunla gitmek istiyoruz. Arkadaşlarını inceliyoruz. Çok havalılar... Mini kot şortları var hepsinin. Göbek açık giymişler tişörtlerini. Bir de bellerine kareli bir gömlek sarmışlar. Hele hele makyajları. Yüzleri kahverengi, saçları kahverengi, farları kahverengi, dudakları kahverengi, bir de kontür çekmişler koyu kahverengi ile dudaklarına. Saçları uzun hepsinin. Bileklerinde halhal var. Her şeyleri çok güzel geliyor. Erkekler; beyaza yakın açık mavi kot giymişler. Çok dar. Saçları uzun ve küt. Gömlekleri en az 2 beden büyük üstlerine... Kuzenimi alıp gidiyorlar. Biz de bakıyoruz arkalarından... Söyledikleri şarkılar az çok duyuluyor; Akdeniz Akşamları, Yeter ki, Sevenler Ağlarmış filan çalıyorlar. Biz de gece bile olsa oynamaya koyuluyorduk mis gibi deniz havası eşliğinde. Ve nihayet sabah oluyor. Bütün günü sahilde geçirmek için hazırlanıyoruz. Atıyoruz kendimizi kumsala. Ooov bir parça çıkmış o yıllar, sahil yıkılıyor onunla. Bilindiği üzere 90'larda bir şey moda olduğu zaman, geçerliliği en az 5 yıldı. Her sene değişen moda yok, her sene değişen şarkılar yok. Tadını çıkara çıkara yaşıyoruz her şeyi. Neyse, parçayı dinlemeye koyuluyoruz biz de, inanılmaz eğlenceli, kıpır kıpır yapıyor içimizi : "yayya ye kokko cambo yayya yee" evet evet nam-ı diğer: Coco Jamboo... Zaten bu şarkı yazlıkta dinlenilmediyse başka hiçbir yerde o kadar keyif vermez içimize. Eve gelir, yemekler yenildikten sonra da dışarı çıkardık. Saçlarımızı salar; kendimize de "Karanlık gecede, ateşin başında, takınır zilleri oynar çingenem / Savurur saçlarını esen rüzgârla..." parçasını fon edinirdik. Şu görsel, 4 yaşında, oyun harici dışarı yalnız çıkıp ilk kez ekmek aldığım bakkaldır... Kokusu burnumda hâlâ. Bu görselle aklıma Didem Madak'ın bir sözü geliyor; biraz devşirilmiş hâliyle yinelemek istiyorum: "sevinmek nedense hep dört yaşında." Geçen yıl çekmiştim bu fotoğrafı. Sık sık eski mahallemi görmeye giderim zaten,


bu fotoğraf eskinin özlemini duyup soluğu eski mahallemde aldığım zamandan. Bu bakkal ile evimiz arasında yaklaşık 3 dakikalık mesafe vardı ve bir caddeyle ayrılmıştı "büyüük" bakkalımız. Aklınıza ne gelirse her şey vardı Necati Amca'da. O gün beni yalnız görünce gülüp, altın şeker hediye etmişti ve annemle babamın nasihatını yinelemişti: önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bak, caddeden geçerken"... Şeffaf yıllardı işte o zamanlar. Her şey şeffaftı: Kol saatlerimiz, ev telefonlarımız, su tabancalarımız... Öyle ki, şeffaflık insanlara dahi işlemişti. Açıktık, nettik, olduğu gibi kabul ederdik her şeyi... Annemin arkadaşı vardı Ayşegül Aldinç'e çok benziyordu. Sanırdım ki Ayşegül Aldinç bize gelirdi. Bunun ümidiyle Atilla Taş'ın da bir gün bize geleceğini düşünürdüm… Anlayacağınız, "Beni Hatırla"dan "Oy Pembelim Pembelim"e yatay geçişimin adıydı çocukluğum. 90'lardaki çocukluğum... Devamı gelecek; Selamıyla... Ayça İşbilen [email protected]


Leyla Özlüoğlu Misafir Çizerimiz


Leyla Özlüoğlu Misafir Çizerimiz


Bir Ömür Çocukluk Tahta bir taburenin üzerindeyim şimdi. Bir elimde sen, bir elimde hayatım. Seçim yapmak zor, seçemediğim sürece geriye kalan bütün olasılıklar peşimde. Sensizlik ihtimali ağır geliyor şakaklarıma, yokluğunun sesi kulaklarımda çınlıyor. Gecenin geç saatleriyle akrabayım artık, ışıklar kapalı. Yeni bir aydınlığa günaydın diyebilmek için, akşamüstünden kalan son ışığımı da fırlatıp attım denize... Kimse görmedi. Kimse merak etmedi karanlığa çekilişimi. Fark ettim ki, geçtiğin yollarda yürüyorum her aklıma geldiğinde. Senin adımlarını takip ediyor yalnızlığım. Şimdiler de, geçeceğin her yere aşkımı yazar oldum. Okunduğu gibi değil yaşadığım gibi yazdım, satır satır senelerce... Beni, seni sevmekle suçla istersen. Senden uzak kalmakla yargıla. Sessiz kaldığım için kır kalbimi. Onca senenin hesabını sor elimdeki kaleme. Suskunluğumu bozuyorum ya, şimdi sen ver kararını. Ama senelerce sürmesin, boynumdaki ip her geçen saniye daha fazla eksiltiyor ömrümden. İster inan bana bir gülüşüne son kez çırpınsın ellerim, ister dön arkanı soğuk bir mermerin üzerinde son bulsun ömrüm. Hem unutma ki; nadir olur ama hayatta bazı aşklar çocukluk değil, ömürlük olur... İlker Ardıç [email protected]


Kırık Beyaz Yürüyorsun, Buzdan soğuk, kırık beyaz gecede. Ellerin başkasına ait, İki yanında salkım salkım Saçlarının her bir teli ayrı kıtaya uçuyor… Gözyaşlarınla sulanıyor, Gözaltlarının mor menekşeleri… Gamzelerin küskün, yanaklarında Dudaklarının iki ucu yerçekimine yenik… Susuyorsun Yüreğin yanık kokulu kızıl karanfil Külleri savruluyor sözcüklerinden… Bedenin bir yarıktan ibaret sadece Bir Anka yok oluyor içinde… Mevsimlerden sonbahardasın, Hüzün çoktan kurulmuş başköşene. Usul usul yaprak döküyorsun Gökyüzüyle arasına sıkıştığın yeryüzünde… Kübra Sırmalı Misafir Yazarımız


Koridora Ağıt Ruhun ölmüş mü senin? Dün (senin) kapının eşiğinde duydum kokuları… Selâ verilmiş miydi çoktan bilmiyorum? Az önce kaç çift göz izledi bendeki ölmüşlüğü bilemem. Benim bir şeyden çaktığım yok, sen iyi dillendirirsin bunu… Büyük imkân, imtihan, imtiyaz, ihtilal ve geldi, dayandı isyan… Vücut elvermiyor artık güçlü olma gayesine. Gaye su oldu aktı kara kapkara bir yoldan… Bulutlar kızarıp çarpıyor, çarpılıyor mavi gökle yine de morlanamıyor… Nalıncı, keseri bana bırakalı çok oldu, nalıncı keseri o saatten beri hep sana hep sana çalışıyor… Sol mu sağ mı hangi yan bilemiyorum soldoğu ya da ön-batı olabilir, bir yandan buruldu işte bir ümit… Ümitvari kelamlar, yine de solup gitti çizgisi bol, tersiz avuçlarımdan… Ölü pantolon, çöl mevsimi geçmeden, kahrımızdan ölmeden önce son bir kez sevişelim senle… Vur beni vücudundaki boş duraklara… Bak alaylar ediliyor insanlar tarafından en aleyhtar tarafıma… Tarafsızım diyorum onlara, baka baka… Kim inanır bunca içtensiz yalana… Günahlarımla yıkamak istiyorum senin hakikatlerini, iki eksi belki bir artı eder, tarafımızdan… Ey günahkâr şimdi tövbe etsen de neye fayda, tanrıyla geçen gece senli benli olmuşken anlattım seni ona en içten taraflarımdan… “Salma onu, ama yine de bağlama” dedi bana… Ceplerimi boşaltasım geldi işte o an… Dağılan tespih boncuklarını dizip küçük bir ip makarasına, asasım geldi boynuma… Bir günah gibi taşımak seni ne güzel, ne nefeskâr bir istek anlasana… Ellerimizi sonra sabunlarız gel sen bulan da bana… Ben bulanamadım dün gece ya sana sataştım başka ellere. Mesela: (“Ne çok anlatılacak maval birikmiş sana dair” bab)


Pamuk tarlası ister gönül, dedi dün akşam sarı şapkalı bir kadın… O an geldi aklıma tekrar ve tekrar pamukçu Cüneyt… Alelade bir alışın olup verişin zorlanıldığı bir insan mekanizmasında küçücük tezgâhıyla hayat bulmaya çalışan Cüneyt… Pembe, sarı, mavi pamukları şekere batırıp satmakta olan Cüneyt… Görmedim Cüneyt’i hiç… İlk gördüğümde aklıma sen geldin nedendir biliyorum. Sen de benim gibi bakardın o tezgâha… Merakla o kirliliğin içinde ak damla gibi düşmüş Cüneyt’i içip içine çekerdin o küçük, minik tezgâhıyla… Senin dışında herkesle paylaştım Cüneyt’i, seni sakladım inatla… Kafam dumanlanırken aklımda bir sen, bir Cüneyt bir de “gitti de gitti” şarkısını söyleyen Orhan baba vardı… İnce, uzun, karanlık ve sessizdi o gece hâlbuki zamandan münezzeh kök yuvasızlık… Şöyle baktım önce ve sonra gecenin koynundaki koridora cümbüşlü bir sesle fısıldadım: ”Hayırdır sen burada?” Serap Bozkurt [email protected]


Jon Marvol’un Sıradışı Maceraları Bölüm 3: Geyik Ayaklı İskoç Kadın Jon elindeki kâğıdı katlayıp cebine koyduktan sonra oturduğu yerden doğruldu ve duvar dibine yaklaşıp göz ucuyla gelen giden var mı diye bakındı. Görünürde kimsenin olmaması onları atlattığını düşünmesine neden oldu ve rahat bir şekilde sokağa çıktı. Fakat Margaret’in koca cüsseli siyah giyimli adamları bir blok ötede toplanmış ve caddenin dört bir tarafını gözetliyorlardı. Binaların arasından rahat adımlarla çıkan yaşlı adamı gördüklerinde hemen peşine takıldılar. Jon önce ayak seslerini duydu, ardından kafasını çevirdiğinde dört tane iri yarı adamın hızla ona doğru koştuğunu gördü ve kaçmaya başladı. Jon adamlardan hızlı değildi. Kısa ve cılız olduğu için kalabalığın arasından daha çabuk sıyrılabiliyordu ama adamların nefesinin her adımda ensesine daha da yaklaştığını hissediyordu. Bu işi sokaklarda kaçarak çözemeyeceğini anladıktan sonra kaçış noktaları aramaya başladı. Ara sokakları pek iyi bilmiyordu ve çıkmaza girme olasılığı yüksekti. Dükkânlara sığınamazdı. Tanımadığı hiç kimseye güvenemezdi o sırada. Binalardan birine girme fikri yerleşti bir anda kafasına. Kendini tam anlamıyla kapana kısacaktı o şekilde fakat bunu yapmaktan vazgeçmedi. İlk bulduğu açık kapıdan içeriye daldı ve merdivenleri 2’şer 3’er atlayarak çatıya kadar çıktı. Apartman kapısının kısa sürede kırıldığını duyan Jon çatının kapısını kapattıktan sonra kapıdaki asma kilitle kilitleyip çatıda bulduğu süpürgenin sapıyla kapı koluna destek yaparak kendine biraz olsun zaman kazandırdığını düşündü. Çatının etrafında dolandı, kaçabileceği yerlere baktı. Binanın ön ve sol cephesi caddelere bakıyordu, arka cephesindeki bina çok yüksek sağ cephesindeki bina ise oldukça uzaktı. Yine de sağındaki binayı gözüne kestirip çatının köşesinden mesafeye iyice bir baktı. İnsanüstü bir zıplama gerekiyordu. 10 metre kadar vardı mesafe. Çatının diğer ucuna kadar geriledi ve koşma pozisyonu aldı. Gözlerini kapadığında adamlar çatının kapısına ulaşmış, tekmelemeye ve küfürler savurmaya başlamışlardı. - Yapabilirsin. Evet yapabilirim. Tek ihtiyacım olan şey odaklanmak. Zihnini boşalt. Zihnini boşalt. Korku, şüphe… Hiçbiri yok. Tamamen özgürüm ve yapabilirim. Yapabilir miyim? Sadece biraz hıza ihtiyacım var. İhtiyaç…


Jon elini cebine götürüp Sophia’nın verdiği kâğıdı aldı ve bir kez okudu. - Bir şeye ihtiyacım var Sophia. Buradan kurtulmaya ihtiyacım var. Karşıya geçmeye ihtiyacım var. Lanet olsun ölmeyeyim yeter! Kâğıdı arka cebine koyup tekrar pozisyonunu aldı ve çatının kapısına bakarak bir süre daha bekledi. Kilit kırılmak üzereydi. Adamların her bir tekmesini kulaklarında hissediyordu. Ve sonunda kırdılar… Jon derin bir nefes alıp en hızlı çıkışını yaptı ve siyahlı adamların bakışları arasında çatıyı boydan boya koştuktan sonra kenardaki çıkıntıya son adımını atıp zıpladı. 4-5 metre havada süzüldükten sonra karşıya ulaşamadan düşmeye başladığını anladı Jon. 5 katlı bir binanın çatısından sokak arasına park etmiş ’64 model sarı beyaz renkteki minivanın üstüne düşüyordu. Zaman ağırlaşmış, gözlerinin önüne seneler öncesinden bir görüntü gelmişti. Evinin kapısında yaslanıp kollarını kavuşturmuş ve bahçede oynayan küçük kızını izleyen yansımasına baktı Jon. Batan güneşe, turuncukızıl gökyüzüne son kez baktı. Ardından gözünün önünden hızla yükselen kan kırmızısı tuğlalar ve pencereler onu düşmekte olduğu gerçeğine döndürdü. Sonrası siyahtı. Çarpmadan önce bilincini kaybettiği için şanslı hissetmeliydi. Adamlar Jon’u minivanın tepesinden almış, tüm kırık kemikleriyle birlikte direk olarak Margaret’in şeytani ikiz kardeşinin malikânesine getirmişlerdi. Jon uyandığında bir öncekinin aksine kapkara duvarları olan soğuk ve ışıksız bir odada ellerinden ve ayaklarından bir sandalyeye bağlanmış olarak buldu kendini, acısız ama ağrılı. Çok geçmedi ve odanın tam ortasında uzunca asılı duran küçük ampul yandı ve içeri Margaret girdi, geyik ayaklı olan. Jon ağırlaşmış vücudunu zor bela kaldırarak kadına baktı. Ciğerlerindeki yükü damağına kadar hissediyordu ve daha fazlasını çıkaramayacağını düşünerek boğuk ve hırıltılı bir sesle seslendi Margaret’a. - Sen… - Evet? - Ben… - Oh hayır, ölmedin. - Neredeyim peki? - Hala Seattle’da. - Neden? - Gitmene izin veremezdim. - Ama… - Ama (!), anlaşmaya uydum ve onun kemanı almasını sağladım. Kemanı neden istediğini söylememişti ve özellikle seni neden aradığını da. Fakat biraz araştırma ile küçük sırrınızı öğrendim ve yine anlaşmamıza göre kemanı geri aldım. Keman ve sen, her nereyi açıyorsanız orada olması gereken kişi benim anladın mı? O sümüklü velet değil! Böyle değerli bir şeyin kız kardeşimin elinde yıllarca paslanmış olması ne acı. Bu yüzden o hiçbir şeyi hak etmiyor. - Bana Nicholas demesi… - Evet, hiçbir şeyin farkında değil. Eh, benim de birkaç yeteneğim var. Gerçi sahildeki gecemizde büyük bir kısmına tanık olmuştun. Buraya getirildiğinde de geri kalanıyla tanıştın, hâlâ hayattasın. Havai fişeklerden daha havalı ha… Aslında çok daha havalıları var. Olay sadece bizle sınırlı değil. Dışarıda büyük bir kargaşa var. İnsanlar ateş üflemeye başlayınca ortalık karıştı. - Ne yapacaksın, bundan sonra? - Başladığınız şeyi. Fakat öğrenmem gereken daha fazla şey var. Anlatman gereken daha fazla şey var. - Sana hiçbir şey anlatmayacağım! - Göreceğiz. Yaklaşık 2 gün boyunca Margaret bildiği bütün işkence tekniklerini denemesine, hatta işkence sırasında yeni şeyler üretip onları da uygulamasına rağmen tek kelime alamadı ağzından. Her bir şok darbesiyle adını dahi unutacak duruma gelse de yavaş yavaş gücünü topluyordu Jon ve sürekli Sophia’ya sesleniyordu içinden. Kâğıttan umduğu yardımı bulamamıştı


öncesinde. Bir kez daha denemeye karar verdiğinde bileklerindeki ip cebine ulaşmasına izin vermedi. Margaret karşısında volta atarken o gözlerini kapayıp Sophia’ya yalvarmaya devam etti. - Ne yapıyorsun sen? Yardım mı diliyorsun? O salak kız arkadaşın buraya adımını bile atamaz. Kalan son gücünü onun için harcamasan iyi edersin. Derken aniden bileklerinin gevşediğini hissetti Jon. Düğüm yavaş yavaş çözülüyor elleri ve ayakları serbest kalıyordu. Durumun farkına varmasıyla birlikte Jon’un suratına çocukça bir gülümseme yerleşti. - Neye gülüyorsun ihtiyar? Komik olan bir şey mi var? - Oh, evet. Jon ellerini iki yana açtı ve ayağa kalktı. Margaret durum karşısında şaşkınlığa uğrayarak sinirle karışık bir korkuyla odanın kapısına geriledi aksayarak. Günlerdir neredeyse tüm gücünü onun üzerinde kullandığı için Jon’a karşı pek avantajı kalmamıştı. Yorgundu ve karşısında sapasağlam ayakta duran adam ona gerçekten zarar verebilirdi. - Sen, nasıl? - Ufak bir yardım aldı elbette. Margaret arkasından gelen horoz* sesinin ardından tiz ve düzgün aksanlı bir kadın sesi duydu. Kafasını omuzlarının üzerinden arkasına çevirdiğinde başına doğrultulmuş karanlığın içinde siyah siyah parlayan 8 inçlik namlulu bir Smith & Wesson ile karşılaştı. - Kardeşine selamlarımı ilet. *BAM!* Margaret’in dağılmış kafasından süzülen kan soğuk betona yayılırken Sophia defalarca yapmış gibi soğukkanlı davranarak aile yadigârı silahını beline yerleştirip Jon’a koştu ve sıkı sıkı sarıldı. Fakat kısa sürdü çünkü endişeliydi. Silah sesini duyan herkes o odaya geliyor olmalıydı. “Çabuk, gidelim buradan!” dedi ve Jon’u toza çevirip bir sürü siyah giyimli iri yarı adamın arasından yavaş yavaş ilerledi malikânenin koridorlarında. Dışarı çıktıklarında ayaklarının yere bastığını hissetti Jon büyük karanlıktan sonra. - Vay be. Toza dönüşüp uçmak böyle bir şey demek; göremiyorsun, duyamıyorsun, sadece hissediyorsun. Hem, hani beni uçuramazdın. - Yokluğunda birkaç numara öğrendim. Şaşırmanı sonraya saklayabilirsin, şimdi gitmemiz lazım. Arabayı arka sokağa park ettim. Bu arada keman yok, gitmiş. Margaret onu başka bir yere götürmüş. - Nereye? - Sanırım biliyorum. Al, sen sür. Sokağa ulaştıklarında Jon karşısında gördüğü özel üretim ‘77 model gümüş Pontiac Firebird’ü görünce şoka uğradı. O, çok parlak ve çok güzeldi. Kaputun üzerindeki kırmızı renk anka logosu ve hatta tekerleklerindeki beyaz yazılar bile ilk günkü kadar yeni gözüküyordu. Kapısını açtı ve şoför koltuğuna oturdu. Vitesi ve direksiyonu okşayıp adeta arabayla sevişiyordu Jon. Sonra direksiyonun ortasında Pontiac logosu olması gereken yerde “JM” yazısını gördü. - Bu ne? - Babam bu arabaya “Jim Morrison” adını vermişti. Bu sabah Preston’da kapımda buldum. Sanki… - Seni bana getirmek için gelmiş gibi. Sanırım baban beni senden daha çok dinliyor. Motoru çalıştırdı ve bütün caddeyi Morrison’un gürültüsüyle sarstı Jon. Arabayı çok sevmişti. Daha fazla dayanamayıp gazı sonuna kadar kökleyerek ve tozu dumana katarak Seattle’dan çıktı. Sıradaki durakları hakkında Sophia çok bir şey anlatmasa da tahmin edebiliyordu. 90. Otoyoldan, birlikte kaosa doğru ilerlediler. Türker Ardıç [email protected]


Ses Versek Döner Mi, Geri? Aşk neydi, kimdi, kimlerdendi? Nerede yaşar, nerede dinlenirdi? Sahi göçtü mü, başka diyarlara? Yoksa kök mü saldı, bir sahil kasabasına? Gerçek miydi, masal sandığımız, Yoksa masal mıydı, gerçekte yaşattığımız? Etrafına insanları toplayıp anlatıyor mudur, girdiği kalpleri? Yoksa tek başına dinliyor mudur, kendini? Sorsak, araştırsak, ulaşamaz mıyız, tanıdıklara? Aşkın sonu ayrılık, geri dön sevgili. Bulamaz mıyız izini? Ne güzel olurdu, Geri döndürebilseydik, ait olduğu yere. Gülseydi, tekrar dünyamızın yüzü. Evet çok güzel olurdu. Geç kaldık gerçi, hem de çok geç. Yitirdik, en güzel değerlerimizden birini. Unuttu bizi ya da biz onu, İnsan unuttuğu zaman kaybeder sevdiğini. Biz de unuttuk ve işte o zaman kaybettik, birbirimizi... Selin Sabcıoğlu [email protected]


Çöl Çiçeğine Şimdi yazmakta olduğum bu şiir, Bir zamanlar o filozofun çölündeydi; Özlerdi o; memleketinin sümbüllerini; Uyandığında anardı, soğuk sakalları, Titreşimi gökyüzünde toplardı, dağlarca. Şimdi geçmekte olduğum bu adam, Ülkesinin vefasız uyuşukluğuna, ağlardı; Mora bulanmış harpialardan sakınırdı. Uzanan çayırın serin ışıltısında, Geçmişe dönebilme ihtimalimde, yorgun; Onları anlatabilme sönüklüğümde, bitiğim. Yani, Ben tekrarlarken yaşamımda şiirimi; Anlıyorum tekerrür edenin harfler olduğunu, Gayrı olanın yanık et kokusunu, Ulaşımında sağlığın umutsuzluğunu ve sizi, Daima, Şarkılarla girmişti Nalbant’a, gülüyordu, Ezgilerle çınlamıştı kulaklarda, cesurdu. Özgürlük, Burada ki satırlarla bitirmekte olduğum, Bu bacaksız şiirde şöyle anlatılacak; Noktadan virgüle uzanır: biter üç noktayla… Ufuk Ali Kaftanlı Misafir Yazarımız


Umut Matemli gözlerle seyrederken gecenin sessiz, sonsuz manzarasını. Gizlerim, değmesin göğsüme karanlığın nadide sözleri. Damla damla dökülürken gözlerimden takatsiz yaşlar, anlatırdı belki gizemli hayatımın bilinmez gerçeklerini. Belki farklı bir gün doğar, belki yüzüm güler umuduyla beklerim sabahı. Bir ışık görünür bazen. Bir tebessüm kaplar damarlarımı, iliklerimi. Çaresiz bir bekleyiştir benimkisi... Aniden söner ışık. Kaybolur umutlarım. Boynum bükük, dalgın gözlerle, titrek ve baygın bakışlarla, korkarım, titrerim. Sessizce beklerim karanlıkta… Murat Erdoğan [email protected]


Bir Şemsiyenin Özgürlüğü - İzmir/Türkiye Şehlem Sebik


Beni O Zamana Götürebilir Misin? Aranıp bulunamayan, bulunduğu zaman anlamını yitiren kayıp bir tarihi eser gibiyim. Bulunan ama hissedilmeyen, hissedildiğini düşünen nadide bir eser. İnsanlığa ışık tutacak olan ama sönen… Derin denizlerdeki uçurum süngerleri gibiyim. Hayatta olan, bulunmaya çalışılan ama olduğu, durduğu kayalıktan da çıkmak istemeyen, ölümlere yol açan bir nazlı sünger… Bulutlar arasında uçup giden her rüzgara kapılan beyaz tüy gibiyim. Duramayan, durunca yerlere yeksan olan… Yalnızlıktan korkmayan ama tek kalınca yanında her zaman gözleri birini arayan biri oldum. Bulunmak istiyorum ama korkuyorum. Neşe saçan gülüşler ama kan ağlayan bir kalp, hali takati kalmamış bir beden. Korkuyorum. Gözünün önünde birinin ölümünü görmüş kadar korkuyorum. Kalbim parça parça bölünmekte, toparlanıp tekrar ezilmekte, bin bir zorlukla kum taneleri gibi bir arada durmasından kalbimin sıkıldım. Tut elimi, al kalbimi, gözlerini gözlerime kitle, kitle ki senin olmaktan asla vazgeçmeyeyim diyemiyorum artık. Korkuyorum… O eski çocuk, o eski bebek olmak, hiç kimsenin kötü olmadığını görmek istiyorum. Ağzından çıkan her kelimenin nereye varacağını düşünmeden yalnızca mutlulukla konuşan, gözlerinden neşe saçan, güldüğünde yanaklarında sırım sırım gamzeleri çıkan ufak bebek olmak istiyorum. Beni o zamana götürebilir misin? Çünkü ben o küçük kızı çok özledim… Bihter Karagöz Misafir Yazarımız


Şahsi Yalnızlıklarım Bölüm 4: - Bu insanlar neden bu kadar yorgunlar? - Hangi insanlar? - Şu otobüsün camına yaslanmış insanlar. Şu sokakta yürüyenler Neden bu kadar suratsızlar? Nereye gidiyorlar böyle? - İşe gidiyorlardır Nereye gidebilirler sabahın köründe? - İşe değil de cenazeye gider gibiler Üstelik sıradan bir cenaze de değil bu Kendi cenazeleri sanki - Uykusuzlardır belki Halsiz... - İnsanların hepsi birden aynı anda halsiz ve uykusuz olamazlar - Bu saatte uyanmak zorundalar Akşama kadar çalışacaklar İnsanlar her zaman gülmek zorunda değiller - Cehennem neden kötü bir yer biliyor musun? - Ateş var çünkü Azap… - Hayır! Sadece ateş değil. - Neden kötü peki? - Cennet var! Cennet yaratılmamış olsaydı, cehennem kötü bir yer olmayacaktı. - Ne olacaktı peki? - Herkesin yandığı sıradan bir yer Tek tip yaşam! - Bu adaletsiz olurdu - Boş ver adaleti şimdi Ortada bir adalet var da ne işe yarıyor? Haklılar da haksızlar da aynı anda yakılıyor bu hayatta. Ölünce mi gelecek aklınız başınıza? - Bu daha farklı bir adalet sistemi değil mi? - Bu sistem falan değil Bu, işinize gelen tarafı sadece Adalet bu Dünyada da, öbür Dünyada da aynıdır Sizler “Öldürmeyeceksiniz...” diye yazan adalet kitaplarını yakarak başladınız hayata Sonra hepiniz başımıza kitap sevdalısı oldunuz Bu mu sizin adaletiniz? - Bu! - Ha, bir de mutluluk var! Mutluluğu bu kadar önemsiyorsunuz ya hani


Mutluluk olmasaydı, Dünya bu kadar kötü bir yer olmayacaktı. - Ama, kötülük olmasaydı Dünya olmayacaktı. - Kötülüğün kaynağı mutluluktur! Mutlu olabilmek uğruna bir diğerini mutsuzluğa mahkum etmekten çekinmez hiçbiriniz Ve insanlar böyle kötü bir yerde daha çok yaşayabilmek uğruna savaşıyorlar İlginç değil mi? - Hayır insanlar daha çok yaşayabilmek uğruna savaşmıyorlar. Daha iyi bir hayat uğruna savaşıyorlar. - Şunların yüzüne bakınca, hangisinin iyi bir hayat yaşadığını söyleyebilirsin - İyi bir hayat uğruna savaşıyorlar. Savaş esnasında gülmek normal mi sence? - Savaş esnasında gülmek de ağlamak da anormal. Savaş esnasında hiçbir insani duyguya yer yoktur. - Savaş esnasında ağlamanın neresi anormal? - Ağlarsan kaybedersin! Ali Koç [email protected]


İmkansıza Talibim Gizemli bir hülyasın volkan gibi, kor gibi Gönlümdeki imkânsız arzudan kaçamadım Açılmaz dedikleri içimdeki sır gibi Kapıları açtım da, bir seni açamadım Ebabil dudağından siccil taşını saçtım Bengisu pınarından zemzem suyunu içtim Zümrüd ü anka gibi hüma gibi çok kaçtım Kafdağına uçtum da bir sana uçamadım Buzları tutuşturdum, yıldızları kararttım Alevleri dondurdum, suyu bile ıslattım Sonsuzluğa kavuştum, okyanusu kuruttum Mavileri geçtim de bir seni geçemedim Mavilerden geçtim de bir senden geçemedim Birkan Akyüz [email protected] (“İçime Gül Damladı” kitabından)


Get in touch

Social

© Copyright 2013 - 2024 MYDOKUMENT.COM - All rights reserved.